Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Allah Yolunda Yürürken
Allah Yolunda Yürürken

Allah Yolunda Yürürken

Nuri Yılmaz

Allah yolunda yürürken kazanılan tecrübeler neyi öğretti? Müslüman bireyin sorumlulukları nelerdir? Birey toplum ilişkisi ve toplum olmanın gerekliliği? Allah yolunda mücadeleyi doğru anlamak için…

Allah yolunda yürürken kazanılan tecrübeler neyi öğretti? Müslüman bireyin sorumlulukları nelerdir? Birey toplum ilişkisi ve toplum olmanın gerekliliği? Allah yolunda mücadeleyi doğru anlamak için kaynak, yöntem ve hedefin gözden geçirilmesi. Ve böylece Allah yolunda hakkıyla mücadele etmek.

ALLAH YOLUNDA YÜRÜRKEN

Nuri YILMAZ

GİRİŞ

İnsan!

Evrendeki seçkin varlık.

Kimi durumlarda evrenin merkezi, kainatın en değerli varlığı; kimi durumlarda ise evrendeki en değersiz, en vahşi yaratık…

Yüce Allah’ın verdiği irade kabiliyeti sayesinde, iyi ile kötü arasında karar verebiliyor ve bilerek istediği birini tercih edebiliyor.

Bu özellik, onu evrendeki diğer bütün varlıklardan ayırmaktadır. Ama kimi bu kabiliyetini kötülük için kullanıyor ve evrendeki varlıkların en aşağısı durumuna düşüyor; kimi ise iyilik için kullanıyor ve o kabiliyeti hak eden, değerli, yüce bir varlık oluyor.

Yüce Allah tarafından insanoğluna sunulan bu özellik öylesine değerli, öyle büyük bir imkan ve öyle büyük bir güçtür ki, melekler bu özelliklerde bir varlık yaratılacağını öğrendiklerinde endişelerini gizleyemiyorlar. Bu gücün doğurabileceği olumsuzlukları görüp: “Yeryüzünde bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin”  diyorlar. Oysa hiçbir şey Yüce Allah’a gizli değildir. Ve O’nun işlerine başkasının aklı yetmez. Meleklerin endişesi ise, sınırlı bir aklın, doğabilecek sonuçlardan yola çıkarak ulaştığı bir düşüncedir. Bir yanda güce, mala, zenginliğe, makama ve eğlenceye karşı istekli, eksiklikleri bulunan bir varlık; bir yanda ise iyiyi de kötüyü de bilerek tercih edebilme kabiliyetiyle birlikte verilmiş olan yeryüzünü imar etme yetkisi, yani hilafet… İradesini iyilik yönünde kullanan ve iyilikle yeryüzünü imar etmeye
çalışan insan için bir sorun yok. Ama bu güç, iradesini kötülük yönünde kullanan insan için, kundakçının eline tutuşturulmuş bir meşale gibidir.

Nitekim insan, her dönemde kargaşa çıkartmış ve yeryüzünü kana bulamış. Güç yetirebilen, gücü yetmeyenlerin emeğiyle, zenginliğiyle ve kanıyla beslenmiş. En sonunda da yoruma gerek bırakmayacak şekilde kendi adını koymuş: “Düşünen hayvan…”  İrade gücünü kötülük yönünde kullananların içine düşecekleri durum tam da budur.

Hayvanların en vahşisi bile, tabiat dengeleri içerisinde Allah’ın kendisine verdiği görevi yerine getirir. En yırtıcı hayvan dahi, karnı tok iken gereksiz yere başka hayvanları öldürmez. Ancak hayvanlaşan insan, aklının kendisine sağladığı üstünlükle tam bir ölüm makinesine dönüşür. Biriktirme ve sahip olma hırsı yüzünden, ister ki dünyanın bütün yiyecekleri kendisinin olsun. İster ki her şeyin zirvesinde, her işin başında bulunsun. Herkes ona hizmet etsin, iki dudağı arasından çıkan her söz anında yerine gelsin. Bu yüzden de menfaat ve hırsla, güç yetirebildiği bütün insanları köleleştirmek, bütün zenginlikleri ve imkânları sömürmek ister. Yeryüzünde adalet kalmaz, zulüm ve kargaşa baş gösterir.

Fakat şükürler olsun ki Yüce Allah, insanoğluna akıl, irade ve hilafet özellikleri verirken onu bu büyük güç ile başıboş bırakmış değildir. Adaletinin bir sonucu olarak imtihanı var etmiş ve bu gücü hak edenlerle, hak etmeyenleri ayırt etmeyi dilemiştir. Tercihini Allah’ın memnun olacağı iyiliklerden yana kullanan ve buna göre bir hayat yaşayanlar, Allah’ın verdiği gücün sorumluluklarını yerine getirmiş olarak cenneti elde ederler. Tercihini kötülüklerden yana kullananlar ise, benzeri hiç görülmemiş bir azabı hak ederler. Dünyadayken yaktıkları zulüm ateşine karşılık olarak, cehennemde asla tükenmeyen bir cezaya çarptırılırlar. Ölmek isterler ama ölemezler. Yaşamalarına da müsaade edilmez. Ateş çukurlarında durmadan yanarlar.

İmtihanın varlığı, imtihana karşı bir uyarıyı da zorunlu kılar. Adaletinin gereği olarak imtihanı var eden Allah, imtihanı bildiren ve kurtuluşa götüren yolunu, yani İslam’ı da var etmiştir. İnsanlığın başlangıcından beri, kitapları ve peygamberleri aracılığıyla bütün insanlığa duyuruyor ve anlatıyor. Böylece kendi yoluna uyanları, dünyada zulüm ve sıkıntılardan; ahirette ise sonu gelmeyen azaptan kurtarıyor. İradesini isyan yönünde kullananlar ise, Allah’ın kendisine verdiği imkan ve gücü hak etmediğini göstererek, ahirette kendilerini bekleyen acı sona doğru ilerliyorlar.

“Dağılın orada hepiniz!” dedik. “Bundan sonra Benden size bir yol gösterici geldiğinde, kimler gösterdiğim yola uyarsa, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. İnkar eden kimseler ve ayetlerimizi yalan sayanlar ise cehennemlik olanlardır. Ve onlar orada temelli kalacaklardır.” (Bakara 2/38–39)

Demek ki hayatın tek geçerli anlamı “Allah’ın gösterdiği yola uymak”tır. Kişiyi dünyada da ahirette de kurtuluşa götürecek olan budur. Ancak Allah’ın yoluna uymak, sadece inanmak ve kimi ibadetleri yerine getirmekle gerçekleşmez. İslam, doğrulanması istenen bazı bilgi ve değerlerden oluşan bir din değildir. İnsanlara sadece ibadet şekilleri öğreten bir din de olmamıştır. O bir hayat rehberidir. Kötülüklerin sona ermesi ve zulmün ortadan kalkması için hayatın her anına dönük düzenleme ve yönlendirmeleri bulunur. Buna göre Müslüman; hayatının her anına, Allah’ın istek ve yönlendirmelerine uygun olarak şekil veren kimsedir. Yüce Allah şöyle uyarıyor:

“İnsanlar sadece “iman ettik” demeleriyle bırakılacaklarını ve sınavdan geçmeyeceklerini mi sanıyorlar? İyi dinleyin! Biz onlardan öncekileri de denedik. Allah yalancıları da doğruları da mutlaka ortaya çıkaracaktır.” (Ankebut 29/2–3)

İmanının gereği olarak Allah’ın isteklerine uygun bir şekilde hayatına yön vermeye çalışan kimse, bazı engellerle karşı karşıya kalır. Bu engellerden bir kısmı kendisinden kaynaklanır. Kolaycılık, isteksizlik, tembellik, rahata ve eğlenceye düşkünlük şeklinde ortaya çıkar. İnsan, gönlüne hoş gelen işleri yapmakta çok istekli ve kararlıdır; ancak hayattaki bütün sorumluluklar hoşa giden ve eğlendiren işlerden oluşmaz. Hatta denebilir ki birçoğu zor ve sıkıntı veren işlerdir. İnsanoğlu, yapılırken insanı zorlayan, belli bir disiplin ve gayret gerektiren işlere karşı içinde bir isteksizlik bulur. Bu duygu, beyninin içinde aşılması mümkün olmayan bir duvar örer. Ve maalesef bu duvar, o oyalandıkça büyür, büyür, büyür… İşte beynin içinde aşılması güç engeller oluşturan bu duyguya “heva”  denir. Bir anda devasa duvarlar oluşturur. Ama beynin içinde göklere doğru uzayıp giden o duvarlar, “Bismillah” deyip, kararlılıkla zora adım atan kişinin kafasında aniden ortadan kalkıverir. Zaman zaman can sıkıntısı şeklinde yeniden yoklar. “Yeter çok çalıştın!” veya “Biraz da sonraya bırak!” gibi eğilimlerle yeniden ortaya çıkmaya çabalar. Kararlılık gösteren kişi için hiç birisi işe yaramaz; ama kararlılık gösteremeyen ve zaten bahane arayan kişilerin kafasında, aşılmaz duvarlar birdenbire tekrar yükseliverir.

Allah’ın isteklerine uygun bir şekilde hayat sürebilmenin birinci şartı, hevanın ortaya çıkardığı engelleri aşmaktır. Yolu ise, kararlılık (irade) göstermektir. Kararlı davranan, yani kendisini zorlayan, bahanelere yenik düşmeyen, belli bir disiplin içerisinde hareket etmeyi başaran kimse, hevanın önüne çıkardığı engelleri kolayca aşar. Ardından da kolaycılığın, isteksizliğin ve tembelliğin girdabına düşmeden Yüce Allah’ı memnun edecek gayreti, duyarlılığı ve fedakarlığı ortaya koyma imkanı bulur.

Fakat bir de dış etkenlerin ve çevrenin ortaya çıkardığı engeller vardır.

Hani insan meleklerin endişe duymasına sebep teşkil eden kabiliyetlerle donatılmıştı ya! Hani imtihanın bir neticesi olarak kendi tercihiyle baş başa bırakılmıştı! Üstelik İblis Yüce Allah’tan aldığı izin ile insanoğlunu yoldan çıkartmaya ve kendi hizmetçisi haline getirmeye çalışıyordu!

İşte insanlardan büyük bir kısmı İblis’i haklı çıkarmışlardır.  Allah’ın kendilerine verdiği kabiliyet ve güçleri kötülük için kullanmayı tercih etmişlerdir. Böylece İblis’in öncülüğünde Allah’ın doğru yolunun üzerine oturmakta, o yolda yürümeye çalışanları ne pahasına olursa olsun engellemeye gayret etmektedirler.

İblis’e kanarak Allah’ın doğru yolu üzerinde oturmaya çalışan kimselere azgınlıklarından dolayı şeytan denir. Fakat bu kavram azgın insanları da azgın cinleri de içine alan geniş bir kavramdır. Kur’an’ın, azgınlaşarak yoldan çıkmış insanları tanımlamak için kullandığı bir diğer kavram ise tağuttur . Tağut, “haddi aşan, azan, taşkınlık eden”  anlamına gelir. Azgınlığın her türü için kullanılır. Azgınlaşarak yoldan çıkmış olan bir insan, zararı sadece kendisine dokunan ve sonuçları sadece kendisini etkileyen bir durum içerisinde olmaz. Yüce Allah’ın insanoğluna vermiş olduğu seçkin özellikler, azgınlaşan insanların elinde tehlikeli bir silaha dönüşür. İsterler ki bütün dünyalar onların olsun. Arzu ederler ki, kendilerinden üstün kimse bulunmasın. Bunun için de her türlü yola başvurarak bütün zenginlikleri elde etmeye çalışırlar. Güç yetirebildikleri bütün insanları kendilerine köle yapmaya uğraşırlar.

Müslüman olmanın ilk şartı olan şahadet cümlesi, birinci bölümünde şu gerçekleri ifade eder: “Eşhedu en’La İlahe İllallah – Şahitlik ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur.” Yani, bu cümleye iman ederek Müslüman olan bir kimse şunları kabul etmektedir: “Allah’tan başka korkulmaya layık, Allah’tan daha fazla sevilmeyi hak eden hiçbir varlık yoktur. Kainattaki düzenin kurulmasında ve sürdürülmesinde Allah’a ortak ya da O’na yardımcı hiçbir güç bulunmaz. Zulme ve haksızlığa yol açmadan insan hayatına yön verebilecek, Allah’tan başka hiçbir varlık yoktur.” Ve bu cümleye göre;

–    Müslüman olmak, sadece Allah’a teslim olmaktır.

–    Müslüman olmak, sadece Allah’ın emir ve yönlendirmelerine uygun bir yaşam sürmektir.

–    Ve Müslüman olmak, Allah’a teslim olmanın önündeki engelleri aşmaktır.

İnsanın hevasından kaynaklanan engeller, kararlılık göstermek suretiyle kolayca aşılabilir. Ancak tağutun engelleme ve ortadan kaldırma çabalarından kaynaklanan dış engelleri aşmak için sadece kararlılık yetmez. Engelleyicilerin ve engeli aşmak isteyenlerin olduğu bir ortamda mücadele kaçınılmaz olur. Engelleyiciler, hem kurdukları engellerin aşılmaz olması için çalışırlar, hem de aşmaya çalışanları türlü yollarla zayıf düşürmek için uğraşırlar. Müslümanların mücadelesi ise, engelleri aşarak Allah’ın razı olacağı bir yaşam sürmek içindir.

Bir ortamda, küfürden İslam’a yönelmiş apaçık bir saldırının olmayışı, orada böyle bir mücadelenin bulunmadığı anlamına gelmez. Bir şeye karşı gösterilen tepkinin oranı, tehlike algılamasının boyutuyla ilgilidir. Bir şey düşman olarak görülüyor ama henüz zarar verecek güçte olmadığı düşünülüyorsa, doğal olarak sadece uzaktan izlenir ve ona fark ettirmeden güçlenmesi engellenir. Yok, eğer zarar verecek güce ulaştığı düşünülüyorsa, artık gizleme ve saklama ihtiyacı duymadan onu güçlendiren kanallar yok edilmeye çalışılır. Nitekim insanlık tarihi bu durumun canlı bir şahididir. Müslümanların güçlü olduğu dönemlerde, İslam coğrafyasını hedef alan “Haçlı Seferleri” düzenlenmiştir. Ne zamanki Müslümanlar dinlerine sahip çıkmayı bırakıp, Batı kültürüne özenmeye başladılar; o zaman yöntemler birdenbire değişmiştir. Haçlı seferleri yerini, dost görünerek İslam’dan daha fazla uzaklaştırma çabasına bırakmıştır. Bireysel boyutta kaldığı sürece kimsenin inancına dokunulmamış, kimseye müdahale edilmemiştir. Ama güçlenmesin diye de çok ince politikalar takip edilmiştir. Müslümanların dinlerine sahip çıkma çabalarının hızlandığı günümüzde ise, vahşi ve amansız saldırılar yeniden başlamıştır.

Allah’ın yoluna engeller koyanlar, planlı hareket eden organize bir topluluk halindedir. Toplumları peşlerinden sürükleyen tağutlar İslam’ı düşman ilan edip, düşmanlığın yöntem ve araçlarını oluştururlar. Bulundukları konumu, tağutların hizmetini görerek elde etmiş olan değişik organlar ise, faaliyet alanlarına uygun cephelerden mücadeleye katılırlar. Kimisi karalama ve çamur atma faaliyetleriyle (medya), kimisi haksız kararlar ile cezalandırmak suretiyle (hukuk), kimisi herkese açık olan kapıları müslümanlara kapatarak (resmi kurumlar) kimisi de baskı, engelleme ve yıldırma yöntemleriyle (kolluk güçleri) İslam’ın karşısında yerlerini alırlar.

İslam dışındaki düzenler, önde gelenlerinin arasında rekabet ve menfaat çatışması yaşanan düzenlerdir. Ama hepsi, sahip oldukları güç ve imkânları sonuçta o düzene borçludurlar. Zulmü ve adaletsizliği ortadan kaldıran bir hayat görüşü, onların en büyük düşmanıdır. Adil ekonomi, adil siyaset veya adil yargı gibi düşünceleri sevmezler. Çünkü adaletin olduğu yerde haksızlıkla elde edilen güç ve imkânlar son bulur. Bu yüzden tehlike İslam olduğunda çatışmalar, çekişmeler bir anda biter. Dargınlar barışır, düşmanlıklar sona erer. Bütün güç ve enerji, Müslümanları engellemeye veya yollarını kesmeye odaklanır.

* * *

Tağutların engelleme ve yol kesme çabaları bir fikir çatışması şeklinde değildir. Çünkü İslam’a düşmanlıkları, doğru olduğuna inandıkları bir hayat görüşünü İslam’a karşı savunmaya çalışmalarından doğmaz.

Her toplumda, mevcut düzeni beğenen ve o düzenin devamına inanan insanlar bulunabilir. Ve bu inançla, İslam’a karşı kendi düzenlerini savunmaya çalışabilirler. Doğruluğu, gerekliliği, kendisinden daha iyi bir hayat görüşü bulunmadığı gibi konularda insanları ikna etmeye çalışabilirler. Ancak o düzeni kuranlar ve o düzenden beslenenler, meseleyi asla bir fikir çatışması ve fikir mücadelesi olarak algılamazlar. Onlar için fikir (ideoloji), sadece çıkarları gizleyen bir perdedir. İnsanlık tarihinde, varlığını fikri bir gereklilikle izah eden hiçbir kral veya diktatör bulunmamıştır. Fakat öte taraftan, insanları ikna edip kandırmak için değişik fikirleri kullanan çok olmuştur. Mesela kimisi, “Tanrı” ya da “Tanrının oğlu” olduğunu iddia etmiş ve tanrının adına konuşarak insanlara zulmetmiştir. Kimisi sırtını Allah’tan geldiği düşünülen bir dine dayamış ve onu istediği gibi eğip bükerek varlığını sağlama almıştır. Sonuçta bir fikir çatışması değil, bir çıkar çatışması ortaya çıkmıştır. Tağutların kendi çıkarlarını gerçekleştirmekten başka bir hedefleri olmamıştır.

Eğer mesele bir fikir çatışması olsa idi, diğer görüşlerin de kendilerini kolayca ifade etmesine izin verilmesi gerekirdi. Böylece eşit şartlar altında insanlar, doğru gördükleri bir yaşam biçimini tercih etme imkanı bulabilirlerdi. Ancak mesele çıkar çatışması olduğu için, hiçbir dönemde böyle bir şey gerçekleşmiyor. Tağutlar kendi oluşturdukları düzeni, “en doğru yaşam biçimi” ilan ediyorlar. Bir noktaya kadar eleştirilmesine izin veriyorlar. Ama o noktadan öteye giden eleştiriler, bölücülük ve rejim düşmanlığı olarak isimlendiriliyor. Varlığına Tanrısal bir yön katıp kendisinin de bir Tanrı olduğunu veya Tanrının oğlu olduğunu iddia eden tağutu eleştirenler, “Tanrıyı” eleştirmiş durumuna düşüyorlar. Varlığını bir dine dayamış olan tağutu eleştirenler, o dini kötülemiş ve karşılarına almış oluyorlar. Sonuçta asla “fikir” ile “fikir” karşı karşıya gelmiyor.

Olanı basitçe şöyle tanımlayabiliriz: Bir toplum içinde bir aile veya bir sınıf öne çıkar, güçlenir. Toplumun geri kalanına üstün gelme fırsatı elde eder. Ele geçen güç, sahibini şımartır ve yoldan çıkarır. Bu andan itibaren güçlüler, kendi çıkarlarına uygun bir şekilde toplumu yönlendirmenin yollarını ararlar. Kimi zaman şiddet yöntemleriyle hedeflerine ulaşırlar, kimi zaman ise çıkarlarına uygun bir fikri topluma kabul ettirir ve ondan aldıkları onayla hedeflerine ulaşırlar. Sonra da o düzeni onaylamayanları ya kontrollü muhalif (karşıt) yapılanmalar aracılığıyla oyalarlar ya tehdit, baskı ve ceza yoluyla sustururlar ya da ortadan kaldırırlar.

Fikirlerin tartışılması, anlaşılması ve ona göre tercihte bulunulması, tağutların ısrarla kaçındıkları bir durum iken, İslam’ın ise varlık sebebini oluşturur. Bu din doğru ile yanlışı, Allah’ın hoşnut olacağı yaşam biçimi ile memnun olmayacağı tercihleri insanlara bildirmek üzere gönderilmiştir. “Bilmiyorduk” dememeleri için, insanlığın başlangıcından beri elçiler aracılığıyla bildirilmiştir. Böylece, kendilerini kurtuluşa götürecek doğrular bütün insanlığa ulaştırılmıştır. Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor:

“Bize bir müjdeci de, bir uyarıcı da gelmedi” demenize fırsat kalmasın diye, size apaçık anlatan elçimiz geldi.” (Maide 5/19)

“And olsun ki, her ümmete: “Allah’a kulluk edin, azdırıcılardan (tağut) kaçının” diyen peygamber göndermişizdir.” (Nahl 16/36)

“Bütün Resul’ler, müjde vermek ve korkutmak için dünyaya gönderilmiştir ki bundan sonra insanların, Allah’a karşı bahaneleri kalmasın”. (Nisa 4/165)

“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun.” (Maide 5/67)

Bu ayetlerden anlaşılıyor ki Müslümanların mücadelelerinin esasını, ulaşılabilen herkese; “Allah’a kulluk etmek ve azdırıcılardan (tağutlardan) kaçınmak” gerektiğini anlatmak oluşturuyor. “Allah’a kulluk etmek kurtuluş, tağutlara boyun eğmek ise dünyada da ahirette de büyük bir kayıptır. Allah’ın emir ve isteklerine uygun bir şekilde yaşamak huzur ve mutluluğun tek yolu, tağutların emir ve isteklerine göre yaşamak ise başkalarına kul olmak ve zulümdür. Allah’ın hoşnutluğunu kazananlar ahirette cenneti hak ederler, tağutlara uyanlar ise ahirette cehennem azabıyla cezalandırılırlar.” İşte bu gerçekler, kurtulabilmek için bütün insanlığın muhtaç olduğu bilgilerdir. Ve Müslümanlara düşen sorumluluk, hiçbir karşılık beklemeden insanlığa bu gerçekleri duyurmak üzere çaba göstermektir.

Gerçek ve doğruların insanlığa duyurulması uğrunda çaba göstermek, Yüce Allah’ın Müslümanlara yüklediği bir sorumluluk iken; tağutlar kendilerini kötüleyen, menfaatlerini tehlikeye düşüren fikirlerin duyurulmasına ve konuşulmasına izin vermek istemezler. Türlü türlü yollarla o fikirleri boğmaya, sesini kısmaya, anlaşılmasını engellemeye ve yanlışlarla karıştırmaya uğraşırlar. Hatta gerektiğinde, fikri ifade etmeye çalışanı türlü yollarla sustururlar. Böylece bir fikri anlatmaya çalışan insan ya yanlış anlamalarla karşı karşıya kalır ya da sesini duyurmakta sıkıntı yaşar. Anlatmaya ve sesini duyurmaya çalışan bir Müslüman ve anlatılan da İslam olduğunda, karşılaşılacak engelin ve sıkıntının boyutu daha da büyür.

Engellemelerin ve saptırma gayretlerinin olduğu böyle bir ortamda; “benim görevim anlatmaktır. Önüme çıkan herkese İslam’ı anlatırım. Kabul eden eder, etmeyen etmez. Sonrası kendi bilecekleri iştir” şeklindeki bir yaklaşım eksik ve çoğu zaman da yararsız bir düşüncedir.

Eksiktir; çünkü birincisi, bir sürü engelleyenin ve gürültücünün bulunduğu bir ortamda sadece anlatarak sesini duyurmak mümkün olmaz. Gücü sadece buna yeten için söylenecek bir laf yoktur. Ama gücü daha fazlasına yetip de buna rağmen sadece önüne çıkana anlatmaya çalışan kişinin şunu bilmesi gerekir. Günümüz toplum düzeninde medya gibi, istediğinde siyahı beyaz beyazı siyah yapma gücü bulunan, gücünü her türlü yalan, hile ve karalama için kullanmaya müsait ve yapmak istediğinde günün yirmi dört saati bu görevini aralıksız yerine getirebilen bir gürültücü vardır. Çıkar ve menfaatlerini temsil ettiği insanların isteklerine uygun programlar yaparak, yalanları gerçek gibi sunabilir. Doğruları anlatmaya çalışanları ise bir anda çamura ve kirliliğe bulayabilir. Medyadan başka günümüz toplum düzeninde yasaklayarak emekleri boşa çıkaran, hapsederek çabaları kesintiye uğratan, ortadan kaldırarak gayretleri sona erdiren organlar bulunmaktadır. İşte bütün bu engelleyici ve gürültücülere rağmen sesini duyurabilmek, ancak çok boyutlu ve sürekli bir mücadeleyle mümkün olur.

Sadece anlatma şeklinde ortaya çıkan çabanın eksik olmasının ikinci sebebine gelince, insanlar çok çeşitli ve içlerinde bulundukları durum da farklı farklıdır. Sadece tek bir yöntemle herkese ulaşma ve anlatma imkanı yoktur. Hatta belki kimilerine bu tarz itici gelecek ve sırf anlatım biçiminden dolayı önyargıyla hareket edip dinlemeyeceklerdir. İnsanların kimisi dinleyerek, kimisi okuyarak, kimisi de görerek anlar. İnsanlardan bazılarının anlaması için sadece anlatmak yeter; ama bazıları için uyarı, bazıları için müjdeleme, bazıları için öğüt verme üslubu gerekir. Kimisine yumuşak bir tarzda anlatmak etki eder, kimisine ise sert bir şekilde söylemek gerekir. Mücadelenin öncülerinden olan Hz. Nuh, uzun gayretlerine rağmen inkarlarından vazgeçmeyen milletini Yüce Allah’a şikayet ederken, bu çeşitliliği şöyle dile getirmiştir:

“Nuh dedi ki: “Rabbim! Ben milletimi gece gündüz çağırdım. Fakat çağrım, onların kaçışlarını artırmaktan başka bir işe yaramadı. Onları bağışlaman için kendilerini her çağrışımda; parmaklarını kulaklarına tıkadılar, ısrarla reddettiler ve kibirlendikçe kibirlendiler. Doğrusu ben onlara çok açık mesajlar verdim. Hem topluca, hem de tek tek konuştum. Gelin Rabbinizden bağışlanma dileyin; doğrusu O, çok bağışlayandır.” dedim.” (Nuh 71/5–10)

Sadece anlatma şeklinde ortaya çıkan bir çabanın çoğu zaman yararsız olmasına gelince! Yararsızdır; çünkü bir toplum düzeninin İslam’a göre oluşması, İslam’ın varlığını engelleyen tağutların güçlerini kaybetmelerine bağlıdır. Söz ve anlatma ile bireyler değişir; ama toplumların değişimi için söz yeterli gelmez. Düşmanını engellemek veya ortadan kaldırmak için her türlü yola başvuran hareket halindeki bir mekanizma, sadece sözden etkilenmez. Tağut, eline geçirdiği gücü sadece tartışma ve ikna yöntemleriyle terk etmez. Gerektiğinde çatışma ve savaşmayı bile göze alır. Bu sebeple de hayatı İslam’a göre oluşturmak için verilen mücadelenin toplumun özündekini değiştirmek hedefine dönük olması gerekir. Yani, topluma yön veren gücü ve düşünceyi değiştirmek! Yüce Allah bu noktada yolumuzu şöyle aydınlatıyor:

“Bir toplum kendi özündekini değiştirmedikçe Allah da onların halini değiştirmez.” (Rad 13/11)

Toplumun değişmesi, toplumda genel bir kabul ve isteğin oluşmasına bağlıdır. Değişimi çok isteyen, bu uğurda canını, malını, enerjisini ortaya koymaya hazır sınırlı bir kesimin varlığı, toplumun değişmesi için yeterli değildir. Hayatını İslam’a göre oluşturmak zorunda olduğunu bilen herkesin, bunun önündeki engellere karşı mücadeleye girişmeyi de bir zorunluluk olarak görmesi gerekir. Çünkü tağutlar, kendileriyle uzlaşma içerisine girmeyen veya kendi düzenlerinin bir parçası haline gelmeyen hiçbir yaşam biçimine hayat hakkı tanımaz. Toplumsal bir güç ve organizasyon olarak ortaya çıkan engellemelere karşı verilecek mücadele de toplumsal olmak zorundadır.

İslam Allah’ın emirlerine göre hayatı yeniden oluşturmak için gönderilmiştir. Kendisine yönelenlerin inanç olarak benimsemeleri, eskilerden beri gelen bir alışkanlık olarak ibadetlerini yerine getirmeleri, İslam’ın hayatı yeniden oluşturmasını sağlamaz. Sadece inanç ve ibadet yönünden Müslüman olan fertler, toplumsal bir güç ve organizasyonla kendilerini engellemeye çalışan düzene uymaya kesinlikle mecbur kalacaklardır. Güç, kabiliyet ve enerjileriyle tağutların kurduğu düzenin varlık ve devamlılığına seyirci kalmış, hatta yerine göre hizmet etmiş olacaklardır.

Oysa Müslümanlar İslam’ı bir hayat biçimi olarak görürlerse! İslam’ın kendi hayatlarında gerçekleşebilmesi için Allah’tan başka otoritelerin varlığına son verilmesi gerektiğini bilirlerse! Toplumsal bir güç ve organizasyonla kendilerini engellemeye çalışan otoritelere karşı, toplumsal bir güç ve organizasyon oluşturmak gerektiğini kavrarlarsa! Ve bunun için çok çalışırlarsa! İşte o zaman İslam, kendisini temsil edenlerin ortaya koyduğu çaba ve aralarında oluşturdukları dayanışma oranındaki bir güçle temsil edilmiş olur. Bu birlik, doğruların insanlara ulaştırılması noktasında daha büyük bir etkinlik ortaya koyar. Ve nihayet toplumdaki istek ve talep iyice arttığında tağutlar, çıkar ve menfaatlerini gerçekleştirme imkanı bulamazlar. Güçlerini tamamen kaybeder ve yok olurlar.

* * *

–    Hayatın bir imtihan oluşu

–    Sadece Allah’ın isteklerine uygun bir yaşam sürenlerin imtihanı başarıyla geçip, cenneti hak edecek olması

–    Allah’ın isteklerine uygun bir yaşam sürmenin önünde engeller bulunuşu

–    Bu engelleri aşmanın ise bir mücadeleyi göze almayı gerektirmesi

Bunlar Müslümanlara unutturulmaya çalışılan gerçeklerdir.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) İslam
  • Kitap AdıAllah Yolunda Yürürken
  • Sayfa Sayısı220
  • YazarNuri Yılmaz
  • ISBN6055793067
  • Boyutlar, Kapak 11x21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviMANA YAYINLARI / 2008

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Temel Kavramlar- 1 ~ Nuri YılmazTemel Kavramlar- 1

    Temel Kavramlar- 1

    Nuri Yılmaz

    İslam’ın temel kavramlarını dağıtıp karıştırmadan, ama bilinmesi gerekenleri de söylemek (yazmak) ten çekinmeden ele alındığını göreceksiniz. Vahy, kur’an, nübüvvet / risalet, sünnet- sünnetullah kavramlarına...

  2. Müslüman Olmak ~ Nuri YılmazMüslüman Olmak

    Müslüman Olmak

    Nuri Yılmaz

    Bütün hedefler yürünmesi gereken bir yolun sonundadır. Uzun veya kısa,zorlu veya kolay her yol, yürüyeni olduğu zaman biter. İşte bunun gibi islam da, kendisine...

  3. İslam Nedir ? ~ Nuri Yılmazİslam Nedir ?

    İslam Nedir ?

    Nuri Yılmaz

    İslam;geçmişte nasıl anlaşılıyor ve nasıl yaşanıyordu? Günümüzde nasıl algılanıyor? Sapma ve bozulma nasıl ortaya çıktı? Bozulma sürecinde dış etkenlerin rolü nedir? Geleceğe bakış… Kısacası...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur