Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Angela’nın Külleri
Angela’nın Külleri

Angela’nın Külleri

Frank McCourt, Neşe Olcaytu

“Geriye bakıp çocukluğumu anımsadığımda, nasıl hayatta kalabildiğime hala şaşarım. Kötü bir çocukluktu; mutlu bir çocukluğun pek kayda değer yanı yoktur zaten. Sadece mutsuz bir…

“Geriye bakıp çocukluğumu anımsadığımda, nasıl hayatta kalabildiğime hala şaşarım. Kötü bir çocukluktu; mutlu bir çocukluğun pek kayda değer yanı yoktur zaten. Sadece mutsuz bir çocukluk geçirmiş olmak da, mutsuz bir İrlandalı çocuk olmak kadar kötü değildir. Bundan da kötüsü, mutsuz bir İrlandalı Katolik çocuk olmaktır.”

Ekonomik kriz sırasında, Amerika’ya yeni gelmiş bir göçmen ailesinin çocuğu olarak, Brooklyn’de dünyaya gelen ve İrlanda’nın Limerick kentindeki yoksul mahallelerde büyüyen Frank McCourt’un anıları böyle başlıyor. Frank’in babası Malachy, genellikle çalışmadığı, çalıştığı zamanlar da aldığı parayı içkiye yatırdığı için, annesi Angela’nın çocuklarını bakıp besleyecek parası yoktur. Ancak aynı Malachy, sorumsuz ve garip bir adam olmasına karşın, Frank’in hikaye yazma yeteneğini ortaya çıkaracaktır. Frank, babasının, İrlanda’yı kurtaran Cuchulain hakkında anlattığı hikayelerle, annesine bebekler getiren, Yedinci Basamaktaki Meleğin hikayesiyle beslenerek büyür.

Belki de Frank’in hayatta kalmasının nedenidir bu hikaye. Frank, paçavralar giyerek, Noel yemeği için omuz başı dilenerek, ateş yakmak için sokak kenarlarından kömür toplayarak, yoksulluğa, açlığa ve akrabalarıyla komşularının umursamaz zalimliğine katlanır. Katlandığı gibi, hikayesini, yaşama sevinciyle dolu, olağanüstü bağışlayıcı ve etkili bir dille anlatmak için sağ kalır.

Her sayfası, Frank McCourt’un şaşırtıcı ve sevecen mizahı ile dolu olan ANGELA’NIN KÜLLERİ, bir klasiğin tüm belirtilerini veren muhteşem bir kitap. ‘Why Should You Doubt Me’ (Benden Niye Kuşkulanasın ki?) isimli kitabın yazarı, Mary Breasted’in dediği gibi, “Frank McCourt’un kitabı çok dokunaklı, çünkü insanın yüreğini dağlayan hikayesi gerçek. Hiç kimse, hiçbir zaman yoksullukla çocukluğu böyle anlatmadı. Frank McCourt’un hikaye yazmak için sağ kalması insanı hayrete düşürüyor. Böylesine bir pislik ve sefaletten, kusursuz bir başyapıt yaratabilmiş olması da az mucize değil.”

Pulitzer Ödülü
Ulusal Kitap Kritikleri Çevresi Ödülü
Los Angeles Times Kitap Ödülü

***

BİR

Annemle babam New York’ta tanışıp evlenmişler. Ben de orada doğdum. İrlanda’ya geri döndüklerinde dört yaşındaydım. Malachy üç, ikizler (Oliver ile Eugene) henüz bir yaşındaydılar. Kız kardeşimiz Margaret öleli çok oluyordu. İrlanda’ya dönmek büyük hataydı. Bunun bedelini hepimiz çok ağır ödedik.

Geriye bakıp çocukluğumu anımsadığımda, nasıl hayatta kalabildiğime hâlâ şaşarım. Kötü bir çocukluk geçirdim, mutlu bir çocukluğun pek kayda değer bir yanı yoktur zaten. Sadece mutsuz bir çocukluk geçirmiş olmak da, mutsuz bir İrlandalı çocuk olmak kadar kötü değildir. Bundan da kötüsü, mutsuz bir İrlandalı Katolik çocuk olmaktır.

Dünyanın her tarafında insanlar acılarıyla övünür ya da sızlanırlar. Ama hiçbirinin çektikleri, İrlanda’da yaşananlarla kıyaslanamaz: yoksulluk, boş konuşup atıp tutan, ama hiçbir işi beceremeyen alkolik bir baba, ateşin başında sürekli sızlanan dindar ve ezik bir anne, sahtekâr rahipler, zorba okul müdürleri, İngilizler ve onların sekiz yüz yıldır bize yaptıkları.

Bunlar yetmezmiş gibi, bir de sürekli rutubet vardı.

Atlantik Okyanusu’nun ortasındaki yağmur bulutları sanki dolup dolup Shannon Nehri’nin üstünde toplanır, sonra da Limerick göklerinde çöreklenirdi. Sünnet Yortusu’ndan Yeni Yıl’a kadar şehir rutubetten kurtulamazdı. Öksürük, tıksırık, bronşitli, astımlı hırıltılar, veremli iniltiler. Burunlar çeşme gibi akar, ciğerler mikrop emmiş süngerlere dönerdi. Her hastalık için bir yığın tedavi yöntemi vardı; nezle için sütte soğan kaynatılır, içine karabiber atılırdı. Tıkanan solunum yolları için ısırgan otuyla un kaynatılıp bir beze sarılır, soğumadan, cazır cazır göğse bastırılırdı.

Ekim’den Nisan’a kadar Limerick’in duvarları rutubetten pırıl pırıl parıldardı. Elbiseler hiçbir zaman tamamen kuramazdı. Tüvit vc yün paltoların üstünde mantarımsı bir tabaka oluşurdu. Birçok erkeğin haftalığını tükettiği publarda, nemli bedenlerle giysilerden yükselen buhar, sigara ve pipo dumanlarına, havadaki sert bira ve viski kokusuna karışırdı. Bir de binanın dışındaki tuvaletlerden gelen ve bu havasız yerlere doğru dalga dalga yayılan çiş kokusu vardı.

Yağmurdan kaçmak için hepimiz kiliseye koşardık (sığınağımız, güç kaynağımız vc bulabildiğimiz tek kuru ve kapalı alan). Kilisede toplandığımızda yine ıslak ıslak birbirimize sokulur, vaazları dinlerken sızardık. Üstümüzden çıkan buhar, bu kez, tatlı bir çiçek, tütsü ve mum kokusuyla karışırdı.

Limerick dindarlığıyla ünlüydü, ama biz bunun sadece yağmurdan kaynaklandığını bilirdik.

Babam Malachy McCourt bir çiftlikte doğmuştu. Antrim’de, Toome adında bir köyde. O da babası gibi yabani bir çocuk olarak büyümüştü. Başı daima beladaydı; hem İngilizlerle, hem de İrlandalılarla, bazen de her ikisiyle. Eski IRA’ya katılmış ve nasıl bir belaya bulaştıysa, başına ödül konan bir kaçak olup çıkmıştı.

Küçük bir çocukken onun seyrelen saçlarına, çürük dişlerine bakar, böyle bir başa kim para verir, diye düşünürdüm. On üç yaşıma geldiğimde, babaannem bana bir sır verdi: Baban senin gibi küçük bir çocukken kafası üstü düşmüştü. Kazaydı elbette, ama bir daha asla eskisi gibi olmadı. Başının üstüne düşen insanların biraz garip davranabileceklerini hiç aklından çıkarma.

Üstüne düştüğü başına ödül konması, babamın Galway’dan kalkan bir yük gemisiyle New York’a postalanmasını zorunlu kıldı. New York’a vardığında İçki Yasağı ile karşılaşınca, işlediği günahlar yüzünden cehenneme geldiğini sanmıştı, ama sonra bir yolunu bulup hayatın tadını çıkarmayı becerdi.

Bir süre Amerika ve İngiltere’de dolaşıp büyük miktarda içki tükettikten sonra, ileri yaşlarında huzur aramaya başladı. Tekrar Belfast’a döndü. Adım attığı her yerde patlamalarla karşılaştığı o dönemde, Andersontown hanımefendileriyle vakit geçirdi. Aklını çelmek için ikram ettikleri cazip şeyleri itip çayını içmeye devam etti. O ara sigarayı bırakmıştı ve alkole el sürmüyordu. Eh, yaşamanın ne anlamı kaldı ki? diye düşünüyordu. Gidip Royal Victoria Hastanesi’nde ölme zamanı gelmişti artık.

Annem, kızlık adıyla Angela Sheehan, Limerick’in kenar mahallerinde, annesi, Thomas ve Patrick adındaki iki erkek kardeşi ve Agnes adındaki kız kardeşiyle birlikte büyüdü. Doğumundan birkaç hafta önce Avusturalya’ya kaçan babasını hiç tanımamıştı.

Dedem, bir akşam Limerick barlarında içip içip en sevdiği şarkı olan “Mrs. Murphy’nın Balık Türlüsü” şarkısını söyleyerek evine yollanmış:

Mrs. Murrphy’nin balık türlüsüne tozlukları kim attı ?
Kimseden ses çıkmadı, adam çok kızdı, bağırıp çağırdı.
Pataklarım, dedi, bulursam bu pis İrlanda şakası yapanı.
Mrs. Murphy’nin türlüsüne tozlukları kim attı?

Keyfi yerindeymiş ve küçük Patrick’le biraz oynamak istemiş. Patrick, bir yaşında, minik, tatlı bir yumurcak. Babası onu havaya atıp tuttukça katıla katıla gülüyor. Hoooppala… Paddy uçtu! Hooppala… Paddy uçtuuu! Derken… Aman Tanrım! Odanın karanlığında çocuğu elinden kaçırmaz mı! Çocuk tepeüstü düşüp bir iki hırlamış, sonra sesi kesilmiş. Anneannem, karnında annem, yataktan fırladığı gibi koşmuş. Hamileliğinin son günleri, karnı zavallı bebeği yerden kaldırmasına engel olacak kadar büyük. Zar zor Patrick’i yerden kaldırmış ve inleyerek yavrusunu bağrına basarken, dedeme bağırmaya başlamış Defol! Burada bir saniye daha durursan baltayı kaptığım gibi gebertirim seni! Alkolik manyak! Bir gün seni asarlarsa, ipini ben çekeceğim! Defol!

Dedem tam bir erkek gibi savunmuş kendini. Kimse beni evimden atamaz!

Ama anneannem üstüne yürüyünce, dedem, kucağında beyni sarsılmış bir çocuk ve karnında sağlıklı tekmeler atan doğmamış bebeğiyle, bir derviş gibi karşısına dikilen kadına ne yapacağını bilememiş. İşte, evden çıkış o çıkış… Kendini Melbourne’de bulmuş.

Küçük Patrick, yani benim dayım, hiçbir zaman tam olarak iyileşemedi. Kafası biraz ağır çalışan, sol ayağı da sanki vücudundan ayrı bir parçaymış gibi kendi yönünde giden bir çocuk oldu. Okuma yazma öğrenemedi, ama Tanrı ona başka yetenekler vermişti. Sekiz yaşında gazete satmaya başladığında, Hazine Bakanı’ndan daha iyi para saymasını biliyordu. Ona Ab Sheehan, “Abbot” takma adını hangi nedenle verdiklerini kimse hatırlamıyordu, ama Limerick’te herkes onu severdi.

Annemin bahtsızlığı doğumuyla başlamış. Anneannem yatakta doğum sancılarıyla kıvranarak Aziz Gerard Majella’ya dualar ediyor.. hamile kadınların yardımcısı, Katolik Kilisesi’nin kutsal ve resmi azizlerinden Majella’ya. Ebe O’Halloran yılbaşı gecesi için giyinmiş, bebek bir an önce doğsun da partiye yetişeyim diye sabırsızlanıyor. Haydi, ıkın ıkın diyor anneanneme. İsa aşkına, Meryem ve Aziz Joseph aşkına! Ikınmazsan bu çocuk on ikiye kadar doğmayacak. Şu yeni elbisem hiçbir işe yaramayacak! Aziz Gerard Majella’yı boş ver şimdi! O bir erkek! Aziz bile olsa, bir kadına böyle bir anda nasıl yardımcı olabilir ki? Bok yesin Aziz Gerard Majella!

Anneannem dualarını Azize Ann’e çeviriyor. O da, zor doğumların Azizesi. Ama çocuk bir türlü doğmuyor. Ebe O’Halloran anneanneme, Aziz Jude’ya dua etmesini söylüyor. Çaresiz durumların Azizi.

Çaresiz durumların Azizi, bana yardım et! Çaresizim! Anneannem bunları mırıldanıp ıkınıyor ve bebeğin başı görünüyor. Sadece başı… annemin başı. Saat tam on iki! Limerick çığlıklar, düdükler, bando sesleriyle çınlıyor. İnsanlar bağrışıp şarkılar söylüyorlar. Mutlu Yıllar!

Ebe O’Halloran, yeni elbisesi için yanıp yakılarak, çocuk hâlâ içerde, diye ağlıyor. Çıksana, çocuk! Çıksana!

Anneannem bir kez daha ıkınıyor ve bebek dünyaya geliyor. Kıvır kıvır simsiyah saçları ve hüzünlü mavi gözleriyle tatlı mı tatlı bir bebek.

Ebe O’Halloran, Tanrım, diyor. Bu çocuk zaman tünelinden geçti. Başı Yeni Yıl’dayken, kıçı eski yıldaydı! Yoksa, tersi miydi? Ebe O’Halloran anneanneme, bu çocuğun tam olarak hangi yılda doğduğunu Papa’ya sorması gerektiğini söylüyor. Düşünüp taşınıyor, yeni elbisesini gelecek yıla saklamaya karar veriyor.

Ve bebeğe Angela ismini verdiler. Gece yarısı meleği Angelus nedeniyle. Ama o zaten bir küçük melekti.

Onu hep çocukluktaki gibi seversin,
Eli ayağı tutmasa, saçları kırlaşsa da.
Annenin sevgisi hep seni sarar
Toprağın altına girene kadar.

Angela okuma yazmayı ve sayı saymayı St. Vincent de Paul okulunda öğrendi ve dokuz yaşında okul hayatı sona erdi. Şansını hizmetçilikle denedi; başında küçük beyaz bir şapkayla kapıları açan orta hizmetçisi olarak. Ancak eve gelenleri selamlamak için reverans yapmayı bir türlü bcceremiyordu. Annesi, senin içinde yok, dedi. İşe yaramazsın. Amerika’da her türlü işe yaramaz insana yer var, oraya git. Yol paranı ben vereceğim.

Angela ‘Ekonomik Krız’in ilk Şükran Günü’nde New York’a vardı ve Brooklyn’de, arkadaşları Dan MacAdorey ile karısı Minnie’nin verdiği bir partide Malachy ile tanıştı. Malachy ilk bakışta Angela’dan hoşlanmıştı. Angela da, ondan. Malachy bir kamyon çaldığı için üç ay hapiste yatmış, yeni çıkmıştı. Angela’yi hapishane günlerinden kalan ürkek bakışlarla süzüyordu. Malachi ile arkadaşı John McErlain’e, çalacakları kamyonun domuz eti ve fasulye yüklü olduğu söylenmişti. Onlar da buna inanıp kamyonu çalmışlardı. Ama John da Malachy de araba kullanmayı bilmiyordu. Kamyon Myrtle Caddesi’nde, bir o yana, bir bu yana, sarsıla sarsıla yol almaya çabalarken, bir polis önlerini kesip kamyonu aramıştı. Söyledikleri gibi, domuz eti ve fasulyeyle değil de, düğme kutularıyla dolu olduğunu görünce de, niçin çaldıklarını pek anlayamamıştı doğrusu.

Her neyse, Angela bu ürkek bakışlar karşısında erirken Malachy de üç ay süren kadınsızlıktan sonra bakışlarını ondan ayıramıyordu. Sonuçta, ikisinin de dizleri titredi; bu kaçınılmazdı.

Diz titremesi, bir kadınla erkeğin parmak uçlarında duvara yaslanıp o işi yapmasına denir. Bu olayın heyecanı ve zorluğu, ikisinin de dizlerini titretir.

Ne var ki, bu diz titremesi Angela’yı ilginç bir duruma düşürdü ve dedikodular başladı. Angela’nın kuzinleri McNamara kardeşler, Delia ve Philomena, saygın evlilikler yapmışlardı. Mayodan Jimmy Fortune ve Brooklyn’in içinden Tommy Flynn gibi kocaları vardı.

Delia ile Philomena koca memeli, iri yarı kadınlardı ve pek lanet şeylerdi. Brooklyn sokaklarında yürürlerken, halktan insanlar kenara kaçıp onlara saygı gösterirdi.

Doğruyu yanlışı çok iyi bilirler, her türlü kuşkulu durumun tek kutsal kilise olan Roma Katolik Kilisesi’nce çözümlenebileceğine inanırlardı. Angela’nın evli olmadan bu duruma düşmesinin doğru olmadığını da çok iyi bildikleri için, harekete geçmeleri gerekiyordu.

Ve harekete geçtiler. Jimmy ile Tommy’yi de yanlarına alıp, Atlantic Caddesi’ndeki bara gittiler. Malachi bir işe girip çalıştığı zamanlar, cuma günü haftalığını alır almaz bu bara gelirdi. Konuştukları adam, Joey Cacciamani, kız kardeşleri içeri almak istemedi. Ama Philomena, burnunun yerinde durmasını ve kapının menteşelerinden çıkmamasını istiyorsan kapıyı aç, diye adamın üstüne yürüdü. Oraya Tanrı’mn emriyle hayırlı bir iş için gelmişlerdi. Joey de, tamam, tamam, dedi. Siz İrlandalılar yok musunuz! Belasınız, bela!

Malachy barın bir ucunda beti benzi atmış duruyordu; gönülsüzce gülümseyerek, koca memeli iri yarı kadınlara, yarım ağızla içki ikram etti. Şişko kız kardeşler onun gülümsemesine karşılık vermedikleri gibi, içkileri de geri ittiler.

Delia, İrlanda’da kimlerdensin bilmiyoruz bile, dedi.

Philomenia da, kuzinimize yaptığına bakılırsa ailende Presbiteryanlar olmalı, dedi.

Jimmy, bırak şimdi, diye atıldı. Ailesinde Presbiteryanlar olması onun kabahati değil ki!

Sen sus, dedi Delia.

Tommy’nin de lafa karışması gerekiyordu: O zavallı kıza yaptığın İrlanda ırkına hakarettir. Bundan utanç duymalısın.

Şey… utanç duyuyorum. Evet.

Ama Philomenia, sana konuş diyen olmadı, diye Malachy’yi tersledi. Zaten oranla buranla yeterince zarar verdin. Bari, ağzını tut.

Hazır ağzın kapalıyken beni dinle, dedi Delia hemen. Buraya zavallı kuzinimiz Angela Sheehan için doğru olan şeyi yapman gerektiğini söylemeye geldik.

Tabii, doğru olan şey en doğrusudur. Şu küçük konuşmayı yaparken birer içki için, lütfen.

İçkiyi al, bir yerine sok! dedi, Tommy öfkeyle.

Philomena, küçük kuzinimizi mahvettin, dedi. Limerick’te ahlak diye bir şey vardır. Ahlak nedir biliyor musun? Biz Antrim’den, Presbiteryan kaynayan o pislikten gelmiyoruz.

Jimmy, pek Presbiteryana da benzemiyor ya, diye mırıldandı.

Sen sus, dedi Delia.

Bir şey daha dikkatimizi çekti, dedi Philomena. Çok garip bir davranışların var.

Malachy güldü. Öyle mi?

Evet. Delia atıldı. Sende ilk fark ettiğimiz bu oldu ve bizi huzursuz etti.

O sinsi Presbiteryan gülüşü, dedi Philomena.

Yok, yok, dedi Malachy. O dişlerimden kaynaklanıyor.

Dişlerinden ya da değil, dedi Tommy. O kızla evleniyorsun. Doğru kiliseye.

Ama ben evliliği pek düşünmüyordum… Biliyorsunuz, işim yok. Onu geçindire…

Evleneceksin, o kadar.

Jimmy de Delia’nın arkasından, doğru kiliseye, diye tekrarladı.

Delia, sen sus, dedi.

Bardan çıkarlarken Malachy onların arkasından bakarak Joey’e, boku yedik, dedi.

Valla, ben o kadınların üstüme üstüme geldiğini görsem kendimi Hudson Nehri’ne atardım, dedi Joey

Malachy durumunu gözden geçirdi. Son işinden kalan üç beş dolardan başka parası yoktu. Ama San Francisco’da bir amcası vardı… ya da Kaliforniya’daki “San” lı şehirlerden birinde. Malachy’nin bu koca memeli McNamara kardeşlerle suratsız kocalarının yanında değil, Kaliforniya’da amcasının yanında olması çok daha uygundu. Evet! Malachy kararını vermişti. Kaçışımı kutlamak için bir yudum İrlanda viskisi içmeliyim, dedi. Joey içkisini koydu ve Malachy gırtlağının yanmasıyla neye uğradığını şaşırdı. Joey’e, bunun o berbat ‘İçki Yasağı Karışımı’ndan bir farkı olmadığını söyledi. Joey omuz silkerek, ben anlamam, dedi. Bütün yaptığım isteyenin bardağına içkisini koymak. Her neyse, hiçbir şey içememekten iyiydi, yine de. Malachy bir yudum daha içti ve Joey’e, bir tane de kendine koy, dedi. Şu İtalyanlara’a da sor bakalım ne istiyorlar. Ne diyorsun sen? Korkma, ödeyecek param var.

Malachy o sabah Long lsland tren istasyonunda, polisin biri çizmelerini copuyla dürtüklerken uyandı. Cebindeki, Kaliforniya’ya kaçmak için gerekli olan üç beş dolar tükenmiş, Brooklynde saplanıp kalmıştı. McNamara Kardeşler onu çiğ çiğ yiyeceklerdi.

Aziz Joseph Bayramı’nda, berbat bir mart günü, dizlerinin titrediği o geceden dört ay sonra, Malachy Angela’yla evlendi. Ağus-

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıAngela'nın Külleri
  • Sayfa Sayısı463
  • YazarFrank McCourt
  • ÇevirmenNeşe Olcaytu
  • ISBN9753311748
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviEpsilon / 2008

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Umuda Doğru – Angela’nın Külleri II ~ Frank MccourtUmuda Doğru – Angela’nın Külleri II

    Umuda Doğru – Angela’nın Külleri II

    Frank Mccourt

    Frank McCourt’un çocukluğunu anlatan Angela’nın Külleri dünyanın her yerinde büyük bir okuyucu kitlesi tarafından okundu ve çok sevildi. Büyük bir yoksulluğu anlattığı halde, McCourt’un...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Pamuk İpliği ~ Brenda JacksonPamuk İpliği

    Pamuk İpliği

    Brenda Jackson

    Karmaşık aile ilişkilerinin yer aldığı, duygusallık ve drama ile süslenmiş bu inanılmaz hikâye kalbinizi çalacak. Erica Sanders için ruh eşini bulmak pek de zor...

  2. Gelinler ve Nedimeler ~ Jane CostelloGelinler ve Nedimeler

    Gelinler ve Nedimeler

    Jane Costello

    İyi kızlar için zaman su gibi akıp gider. Bi de bakar iyi kız, kısmen eğlenceli hayatının ilk otuz yılı uçup gitmiş. Ve ne sağ...

  3. Siyaha Çalan Bahar ~ Louise PennySiyaha Çalan Bahar

    Siyaha Çalan Bahar

    Louise Penny

    İlkbaharın gelişiyle doğanın canlanmaya başladığı Three Pines’ta hayat normal seyrinde huzurlu bir şekilde devam ederken, bölge halkı tarafından çok sevilen Madeline’in ani ölümü herkesi...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur