Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Aşk’ın Kandili Yunus Emre
Aşk’ın Kandili Yunus Emre

Aşk’ın Kandili Yunus Emre

Galip Argun

“Göz bir adım ötesini görür, Gönül ise ötelerinde ötesini…” Aşkın Kandili Aşkı nereye ve ne biçimde yazabilirsin? Hangi kalemin mürekkebi dayanır? Hangi nakkaş nakşeder…

askin-kandili-yunus-emre-galip-argun-paradoks-yayinlari“Göz bir adım ötesini görür,

Gönül ise ötelerinde ötesini…”
Aşkın Kandili

Aşkı nereye ve ne biçimde yazabilirsin? Hangi kalemin mürekkebi dayanır? Hangi nakkaş nakşeder bıkmadan usanmadan? Ömür el verir mi ki yazmaya? El verse bile yürek dayanır mı onu okumaya?

“Geldi geçti ömrüm benim” diye seslenir seneler evvelinden Bizim Yunus. Gelen ömründe, geçen ömründe aşka ahdettiği vefadan olduğunu anlatır her bir adımında. Nakkaşlar onu nakşeder en güzel parşömenlerin ortasına. Âşık, onun yolunda maşuk olur. Kalp vurulur aşka.

Velî’nin bağında bağbândır Yunus. Gül derer susuz kalplerin, kurak çöllere kurulmuş vahaların ortasında. Gül bahçesinde öten garip bir bülbüldür Yunus. Anlatır her dem. Susamaz. Çünkü aşka feda edecek bir şeyi kalmamıştır. Başı mı? Çoktan gitmiştir bedeninden. Gövdesi mi? Çizik çiziktir getirdiği odunların külfetinden. Ayakları? Heba olmuştur Taptuk’un asasını aradığı yollarda.

Âşık, aşk yolunda harcadıklarına bakmadığında görür her şeyi. Zamandan sıyrılır. Mekânı hiçe sayar. Yok olur. Hiç olur. Ama atinin her noktasında yaşar durur.
Bir rüya üzerine yazıldı bunca kelime. Yunus’un seslenişine kulak verdi nâsir. Suskunluğunu bozdu sessizlik. Var olmak için ayaklandı cümle âşık.

“Kendini harap etme, Molla Kasım. Eğer ki bu şiirlerin binini yakmasaydın; melekler Yunus’tan nasibini alamayacaktı ve ki bu şiirlerin binini karşı ki nehre atmasaydın; belki nehir kendini temizleyemeyecek ve balıklar Yunus’tan nasibini alamayacaktı.”

Aşkın Kandili’nde farklı bir Molla Kasım karakteri çizen genç yazar; Yunus Emre hakkında pek çok bilgiyi gözler önüne seriyor.

***

“Yüreğimin ışığı annem Leyla Argun’a Ve hayat ile yolculuğumda bana pusula olan Babam Hakan Argun’a minnet ile…

ve

Aşk’a.”

ÖNSÖZ

Uykudamıydım, yoksa uyanık mıydım? Gözüm karşı­dan gelen sarı ışıkla kamaşsa da hemen beri de akan su­yun o güzel sesini duyabiliyordum. Ruhum akan suyun se­siyle meşk ediyor, gözlerimi karşıdan gelen ışık yüzünden hala açamıyordum. Biraz sonra karşıdan gelen ışık daha da güçlenmiş, buna binaleyhn suyun sesi sönükleşmişti. Gözlerim yavaş yavaş etrafı görmeye, kendine gelmeye başladığında bir nehrin kenarında uyur vaziyette buldum kendimi. Ama biraz önce yatağa yatmamış mıydım? Rüya görüyor olmalıyım diye düşündüğüm esnada karşıdan vu­ran ışık huzmesinin ise güneş olduğunu fark etmiştim. Rüya mıydı gördüklerim? 0 an fark ettim ki bir rüya bu kadar gerçekçi olamazdı. Ama kendimi daha fazla yorma­dım çünkü içimden bir ses bu durumun bir müddet sonra biteceğini söylüyordu. Nehrin cemaline dalarak karşım­daki güneşin doğuşunu ve suyun üzerindeki yansımasını izlemeye başladım. Bir denizin üzerine veya nehrin üze­rine yansıyan güneşi hiç görmemiştim. Bu ana kadar bir güneşin nehir üzerindeki yansımasını görmek benim için pek bir şey ifade etmiyordu. Tâ ki yaratılıştaki kusursuz­luğu ve doğa harikası diye tabir edilen bu kızıl ışık toplu­luğunu bu kadar gerçekçi görene değin.

Nehrin suyuna dokunamıyordum. Daha doğrusu dokun­mak istemiyordum. Güneşin nehir üzerine çizdiği tabloya dokunarak bozmak istemezdim. Eğer bu tabloya birkaç da­kika daha sindirerek bakmayıp bozmaya çalışırsam; ünlü bir ressamın tablosunu berbat etmiş gibi hissedeceğimi biliyordum. O yüzden havanın sessizliğine rağmen neh­rin sesiyle raks eden ruhumu kendi haline bıraktım. Ben sadece güneşin nehir üzerine resmettiğine bakıyordum.

Az ileride birbiriyle oynaşan kuşlar, onun biraz be­risinde ise sarıkanadı bir kelebek gördüm. Hepsi de bu güzel tabloya yardımcı unsurlar gibi oldukları yerde du­ruyorlardı. Sanki birisinin onları tuvale geçirdiğini düşünüyormuşçasına kıpırdamadan bekleşiyorlardı. Birbi­riyle gagalaşan kuşlar bile biraz ara vermişlerdi. Sadece nehrin ruhum için verdiği musikiye iştirak ediyorlardı, o güzel sesiyle.

Gözlerimi nehrin hemen kıyısına çevirdiğimde sadece benim oturduğum kısmın dışında diğer bölgelerin kuru­muş otlarla kaplandığını gördüm. Bu kadar büyük ve bil­lur gibi akan bir nehrin etrafı kuru otlarla kaplanabilir miydi? Doğrusu şaşkınlığım belki de ağzımın sonuna ka­dar açılmasına sebep olmuştu. Bir an bu otların nankör olabileceğini düşündüm. Bu kadar güzel bir nehre karşı kuruyarak nankörlük yaptığını düşündüm. Ama o an için önyargıyla verilmiş bir karar olduğunu şimdi bunları ya­zıya geçirirken fark ediyordum. Ya o nehir zehirliyse? Belki de birçok ot o sebeple kurumuştu. Bunca güzelli­ğin altında zehirli bir su yatıyor olabilirdi.

Bir anda evreni düşündüm. Hayat mefhumunun bu ne­hir gibi olacağını yeni yeni fark ediyordum. Fark ettikçe içine gömüldüm bu düşüncenin. Öyle ki insan hayatı bir nehrin sularına atılmış kayıklar gibidir. Ya kayığı nehir akıntısının tersine hareket ettirir asıl kaynağa ulaşırsın; ya da kendini nehrin akıntısına bırakır, nehir nasıl isterse o biçimde hareket edersin. Bazen kıyıya çarpar, bazense kayığın batar. İşte o zaman bu pırıl pırıl görünen nehir se­nin için mezar olur. Seni sinesine gömer ve boğar.

Bunları düşünürken nehrin bir koluna atıldığımı dü­şündüm. Acaba halen bu kolda mıydım yoksa nehrin akı­şına zıt bir istikamette mi ilerliyordum? Hiç aklıma gel­meyen bu duygular sonunda yerini bulmuş; zamanının geldiğini göstermişti. Sahi ya ben nehre karşı nasıl bir tu­tum içindeydim? Kendimi nehrin akışına mı bırakmıştım, yoksa beni nehir istediği yere sürüklüyor muydu? Bunla­rın kendi içimde verilmesi gereken büyük bir hesap olduğunu en başından beri biliyordum; lâkin neden bu kadar geç kaldığımı bir türlü kestirememiştim.

Ruhum hala nehrin sesiyle raks ederken kulağımın bu sese aşina bir tavır göstermesi beni şaşırtmamıştı. Öyle ki bir süre sonra burun aynı kokuya, kulak aynı sese taham­mül edemez ve o kokuyu ikinci bir seferde algılamaz. İşte insanoğlunu yansıtan birçok duygu onun uzuvlarında da mevcut haldeydi. Sadece uzuvlarında mı? Yaşadığı dünya da bile bu durumun birçok örneğini görebilir.

Güneş, bunca düşünce yığınına karşılık hala aynı tab­loyu biraz sonra bozulacak olmasına rağmen nehrin üze­rine nakşediyordu. Nehrin her bir zerresini kendi ışığına doyuran, fakat doyurdukça daha fazla isteyen nehirle baş etmek gerçekten de zor gözüküyordu.

Gözlerim etrafı taramaya başladı. Benden biraz ötede iri yarı bir adam gördüm. Elinde tuttuğu sayfaları hoyratça nehre atıyordu. Hatta yüzündeki küçümseyici ifade güne­şin ışığını bile kapatıyorken attığı kâğıtlarda neler yazdı­ğını merak ettim. Yavaşça uzun süredir oturduğum yer­den doğruldum ve elindeki kâğıtları atmayı bırakıp bir anda ağlamaya başlayan adamın yanına doğru yürüdüm. Adımlarım koşarcasına hızlı kalp atışlarım adımlarımla aynı doğrultudaydı. Merak duygum ise aynı doğrultuda artış göstermekteydi. Kurumuş dediğim otların üzerine nankörlükleri sebebiyle hoyratça basıyor, belki de bir toy atın yere vurduğu toynaklarından daha güçlüydü ayakla­rım. Bunu sıradanmış gibi kabul ediyordum; fakat bir türlü iri-yarı-adamın yanına bir türlü ulaşamıyordum. Ben koş­tukça mesafe azalmıyor nispetine daha da artıyordu. Bu durumda dolayısıyla benim hoşuma gitmiyordu.

Artık yorulmuş koşmayı bir kenara bırakıp uygun adım halinde yürümeye koyulmuşken gözlerim birden güneşin üzerine çeşit çeşit resim çizdiği nehre kaydı. Nehir kur­şunî bir renk almış, yatağı ise kâğıtlarla dolmuştu. Şimdi iri-yarı-adamın elindeki kitap merakımı daha da cezp ediyordu. O sırada uzaklaşan mesafeler bitmiş, mesafe­ler yok oldukça kendimi iri-yarı-adamın yanında bulmuş­tum. Konuşmak istiyordum lâkin dilim lâl kesilmişti. Sus­tum. Fazla zorlamadım. Zaten bu gün için bir şeyler için kendimi fazlaca zorlamıyordum. İçimden geldiği gibi hare­ket ediyordum ki bu da benim yapıma uymayan bir şeydi.

Gözlerimi gözyaşlarının ıslattığı kitaba döndürdü­ğümde eski yazıyla bir şeyler yazıyordu. O an eski yazı öğ­rendiğim için çok mutlu olmuştum. Zira burada yazanları okuyamasaydım ve içimdeki amansız merakı sonlandır- masaydım; belki de kendimi asla affetmeyecektim.

Elinin kapattığı yazıları okuyamıyordum, lâkin son dört bölüm net bir şekilde görülebiliyordu. Sessizce mı­rıldanmaya başladım. Dilim açılmış, kulağım işitmeye başlamıştı:

“Derviş Yunus bu sözü / Eğri büğrü söyleme.
Seni sıygaya çeker / Bir Molla Kasım gelir ”

O an haykırdım, karşımda duran adama doğru:

“Sen…” dedim sinirlerimi kontrol altında tutmayı bir köşeye bırakıp. “Molla Kasım’sın. Şu Yunus’un şiirlerinin binini yakan, binini ise şu nehre atan.”

Molla Kasım feryat etmeye başladı. Gözlerinden akan yaşlar belki de karşımda duran nehrin suyunu tertemiz, pürü pak edebilirdi. Fakat kendi böyle bir şey olacağına inanmıyordu. Bu sırada elinde tuttuğu kitabı çekip aldım.

“Evet!” dedi gözündeki yaşları silerken. Eyvah ki ey­vah! Koskoca umman benim bu halimi yüzyıl öncesinden görmüşte ben onun hakikatini gözümün önündeyken dahi görememişim.

Molla Kasım’ın içler acısı feryadı yüreğimi pare pare etmişti. Zira zavallı ondan seneler sonra söylenecek söz­den habersizdi. Belki bunu söylemek onun yüreğini ferahlatmazdı ancak belki bir çare olur diye söylemeden edemedim:

“Kendini harap etme. Eğer sen bu şiirlerin binini yakmasaydın; melekler Yunus’tan nasibini alamayacaktı. Eğer bu şiirin binini şu karşıki nehre atmasaydın; belki nehir kendini temizleyemeyecekti ve balıklar Yunus’tan nasi­bini alamayacaktı.”

Şimdi ne kulaklarım onu duyuyordu, ne de sözlerim ona gidiyordu. Zaman yavaşlamış, hatta durma noktasına gelmişti. Konuşanın sesi gönlümden geliyor, bir çift zifir karası gözlerse suyun içinden bana bakıyordu.

“Sen…” diyordu. “Bu kitapla Koca Yunus’u anlatacak­sın. Biçare Yunus’u söyleyecek, belki de birkaç insanın on­dan nasibini almasını sağlayacaksın.”

“Ben mi?” diye sordum. “Zira ben birkaç kelimeyi yan yana getirmekte bile zorlanan birisiyim. Nasıl olur da, âşık Yunus’u anlatabilirim?”

Yatağımdan hiddetle kalktığım sırada yastığımın ba­şında bulduğum kitap belki de dün geceden kalmaydı; fa­kat Yunus’un işaret ettiği işte buydu: Kuran. Bana “Oku!” diyordu. Kuran’ı oku… Ben Kuran’dayım. Aslında bütün aşk ehli Kuran’da değil miydi? Hepsi ondan bir parça de­ğiller miydi? Bizim çivilerle betondan duvarlarımıza astı­ğımız aslında aşk ehlinin ve Yunus’un kalbinde çakılı de­ğil miydi? Tabi ya öyleydi. Yunus bu yüzden bana kalbimi okumak istiyorsan, “Kuran’ı oku!” diyordu.

AŞKIN KANDİLİ

1. BÖLÜM

PÎR’İN BAĞI

Eylül 1270
Pîr Dergâhına Giderken

Yunus, annesinden aldığı sözle çıktı evinden. Heybesine onun duasını doldurmuş, yoluna kokusunu saçmıştı. Bunca yolu onun duası ile kat etmişti. Sırtında bir çuval buğday, gönlünde bir avuç anne duasıyla dönüyordu köyüne. İşte her şeyi geride bıraktığı gibi Hacı Bektaşi Veli’nin “Getir­diğin her alıç tanesinin çekirdeğine karşılık on nefes vere­lim.” sözünü bile ardı sıra bırakmış yürüyordu. Susuzluk­tan dili damağına yapışmıştı. Açlıktan biçare olmuş hali ile ilerlerken karnından da açlığın isyan sesleri geliyordu. Yunus buna rağmen indirmedi çuvalı omuzlarından. Hala yürüyordu ve annesinin istediğini yerine getirmekten de oldukça mesuttu. Küçüklüğünden beri büyükleri tarafın­dan anne duasıyla yol almanın önemi vurgulanmıştı. Anne duasının her şeyden daha ehemmiyetli olduğu ağacın üze­rine atılan çentik misali zihnine kazınmıştı.

Dudaklarında küçük bit tebessüm yankılandı. Az ile­ride öncelerden beri suyunu içtiği çeşme duruyordu. Onun arkasında da annesinin merakla beklediği köyü. Pir dergâhından çıktığından beri indirmediği çuvalı yere koy­madan önce çeşmenin az berisine vardı. Çuvalı indirme­den önce yerin kuru olmasına dikkat kesildi. Daha sonra çuvalı hışımla oraya indirdi. Yorgunluktan omuzları ağrı­mış, bir çift siyah zeytine benzeyen gözleri şişmişti. Koşa­rak çeşmeye doğru ilerledi. Çeşmenin az ileride bulunma­sına rağmen attığı büyük adımlar onu bir türlü çeşmeye yaklaştırmıyordu, işte o zaman kavrulmuştu yüreği. Kav­rulan yüreği saman çöplerinin arasına düşen köz misali alev almıştı.

Yaklaştı sonunda kör kuyu misali sessiz sedasız akan çeşmeye. Bu sefer farklıydı, akan su. Tadı eskisi kadar gü­zel değildi. Suyu da eskisi kadar soğuk değildi. Öyle ki akan su Yunus’un yanan yüreğini serinletmiyor aksine ateşe damlayan yağ gibi daha da alevlendiriyordu. Çeşme ber­raktı berrak olmasına, güneşin saçtıklarından nasibince bir nur gibi parıldıyordu. Hayvanlarını otlatırken doya­sıya içtiği suyun tadını beğenmeyip çeşmenin yanı başına çöktü. Ne çare ki artık bu çeşme onun gönlünü hoşnut et­miyor, bilakis içtikçe kavuruyordu. Neydi bunun hikmeti, neydi bunun sırrı? Yunus hiç bir şey bilmiyordu. Sadece kalbinin arayışını hissedebiliyordu. Gönlü cayır cayır ya­narken oturduğu çeşmenin yanı başında, gözleriyle çu­vala bakıyordu.

Gökyüzü çivit rengi bir hal almıştı. Koyu bulutlar ve hemen ardı sıra gizlenen masmavi sema yağmurun haber­cisiydi. Biraz sonra bastıracak yağmur az önce ıslak yere koymamak için çabaladığı buğdayları ıslatacağa benzi­yordu. Güneş bulutların arkasına çekilmişti. Yunus o an sustu. Ne gönlü konuşuyordu, ne dili. Her ikisi de lâl ke­silmişti. Yunus, oturduğu köşeden biraz sonra bastıracak yağmuru izleyecekti. Keza Allah böyle istiyorsa aciz bir kul ne yapabilirdi?

Şimdi çeşmenin başında oturmuş, olanı biteni anlam­landırmaya çalışıyordu. İçtiği suyun tadını ve soğukluğunu hissedemeyişine bir türlü aklını erdiremese de sonunda anlamıştı: Bir çuval buğdayın bir müddet sonra tükene­ceğini ama Pir’den alacağı himmetin ömür boyu kalaca­ğını… Önce kurşunî renge bürünen havaya, arkasından da çeşmenin berisinde kalan köyüne baktı. Belki bir adımlık mesafe kalmıştı köyüne ama himmet için verilecek ömür varken köye geri dönmek akıl kârı bir iş olmazdı.

Gönlü evvelden beri sırtında taşıdığı ve biraz sonra yağmurdan nasibini alacak buğdaylar gibiydi. Onlar gibi tane tane olmuş, ilk yağmur katresiyle ise çillenmeye baş­lamıştı. Maddi de çillenen buğdayların manada gönlünü aşk ile bereketlendirdiği aşikârdı. Yaptığı yanlışlar ve hatlarla Yunus’un kıpkırmızı olan yüzünün yanı sıra siyah zeytin gibi duran gözleri irileşmişti. İrileşmiş göz bebekleri da­ğın derinliklerinden yeni çıkarılmış kömür parçası gibi simsiyah ve parlaktı. Aşkın ciğerine verdiği sıkıntı büyü­müş, gözlerini ardından da tüm bedenini kaplamıştı. Rabbinin verdiği muştuyla Hazreti Musa’ca dua ediyordu. Bir yandan yürüyor, bir yandan da Kuran’ın muştuladığı söz­lerle yalvarıyordu, Rabbine:

“Ey Rabbim!
Göğsümü aç, genişlet. İşimi kolaylaştır.
Dilimde bulunan düğümü çöz ki beni anlasınlar.”

“Dilimde, dinimde ve gönlümde bulunan düğümü çöz” diye tekrarladı Yunus. Sözüyle her şeyin hakkında hayır­lısını veren Rabbi’ne hitap ediyordu. Gönlünün daha fazla yanmasını, aşk alevinin kendisini yutup kendi içinde ha­rap etmesini istiyordu.

Yürüdükçe daha da arttı, gönlünde ki yangın. Her bir adımda sanki ufak yüreği kıpkırmızı közlerle doldurulu­yordu. Dili ve yüreği lâl olmuştu. Ne bu acıyı feryat ede­bilirdi, ne de bu feryadı insanlara duyurabilirdi.

Kurşunî renkteki bulutlar dağılmış, güneş altın sa­rısı ışıklarıyla kendini göstermişti. Topraktaki kurak­lığın eseri bozkırlar, birazda olsa yağmurdan nemalanmıştı. Kuraklığın pençesinde bulunan Sarıköy bile bugün yağmur suyuyla hal olmuştu. Yunus, dünyadan yitip gi­den onca yaprağın toprağa karışmasında etkin bir fak­tör olan gelip geçici yağmurları çocukluğundan beri bi­liyordu. Ve bu yağmurlar öylesine aldatıcıydı ki her ne vakit kendini gösterirse orada kuraklık peydahlanırdı. Eğer Eylül ayında böylesine bir yağmur olmazda sürekli yağarsa, işte o güzel bir sezonun geleceğini gösterir ve o zaman anası aç kalmazdı. Oradan çıkacak mahsul onun karnını hayliyle doyururdu.

Yolculuk bitmişti. Az ileride yeşillerin içinde bulunan dergâh bütün azametiyle Yunus’u çağırıyordu. Etrafında bulunan Akasya ağaçları dergâha girmeden önce bütün serinliğini yolcuya veriyor, etraftaki gül kokuları ise ge­len kişinin ruhunda derin izler bırakıyordu. Beyaz, sarı, kırmızı renklerin çoğunlukta olduğu güller hem göz zev­kine, hem de gönlün en içlerine hitap ediyordu. Gönle hitap eden güllerin yanı sıra közlenen bir odun ateşine benze­yen taneler gönlünün içine düşen göktaşları gibi oturu­yordu içine. Sanki gökten süzülen bir yıldız düşmüştü; Yunus’un gönlüme…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Tan Vakti ~ Galip ArgunTan Vakti

    Tan Vakti

    Galip Argun

    İstanbul bütün devrinde büyük gizemlerle, tarikatlarla ve ölümlerle anılmıştır. Çoğu zaman hayatın başşehri diye anılan şehirde vampirler kol atmaktadır. Bu vampirler, bedeninin soğukluğuyla yoğrulmuş,...

Beriahome Harf Kupa

Aynı Kategoriden

  1. Duman Otel ~ Bülent ÇallıDuman Otel

    Duman Otel

    Bülent Çallı

    Sadece konuşarak ya da yazarak kahraman olmak çok kolaydır. Niyeyse gece olduğunda herkes susuyor. Sadece yer değiştiren şeylerin sesi duyuluyor geceleri ve ellerini duvara...

  2. Sil Baştan ~ Müge İplikçiSil Baştan

    Sil Baştan

    Müge İplikçi

    Koca gar binasının içindeki sabah yoğunluğu bir süre sonar Nebiye’yi yutarken Simitçi Hacer, uzun uzun baktı Nebiye’nin arkasından. Sanki bir şey söyleyecekmiş de söyleyememiş...

  3. Clarke’ın Doru Tayları ~ Orhan BerentClarke’ın Doru Tayları

    Clarke’ın Doru Tayları

    Orhan Berent

    Hepimiz siyah-beyaz bir fotoğrafın içindeydik ve ellerimiz arkadan kenetlenmişti. Orhan Berent’in, ismini Altay’ın efsane futbolcuları Clarke kardeşlerden alan yeni romanı Clarke’ın Doru Tayları, 1970’ler İzmir’inin...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur