Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Atatürkçülük Nedir?
Atatürkçülük Nedir?

Atatürkçülük Nedir?

Falih Rıfkı Atay

Atatürkçülük gitgide sağ ve sol fikir akımları arasında kendi gerçek kimliğinden uzaklaşmaktadır. 1923’ten itibaren ölünceye kadar kendisi ile birlikte bulundum. Gazetesininde yıllarca başyazarı idim….

Atatürkçülük gitgide sağ ve sol fikir akımları arasında kendi gerçek kimliğinden uzaklaşmaktadır. 1923’ten itibaren ölünceye kadar kendisi ile birlikte bulundum. Gazetesininde yıllarca başyazarı idim. Gençliğe gerçek Atatürkçülüğü kavrayabildiğim kadar anlatmak için bir denemede bulunmak istedim.
Falih Rıfkı Atay

Bölüm I

Atatürk çok defa söylediklerinin ve yazdıklarının arkasındadır. Onu yaptıkları ile ele almak gerek. Atatürk 19 Mayıs’ta Samsun’a çıktığı zaman, “Makamı Mukaddesi Hilâfeti düşman esaretinden” kurtaracağım nutuklarında söyleyen ya da bildirilerinde yazan adam değildir. Dinde yeri olmayan ve Türklüğü medeniyet yolunda alıkoymaktan başka işe yaramayan halifeliği yıkan adamdır.

Atatürk tam düşündüğü gibi konuşabileceği bir ortamı, ancak, pek yakınları arasında bulmuştur. Bu ortamı yurt boyunca ve toplum ölçüsünde yaratmak istemiştir. Onu yaratmaya zaman bulamadan ölmüştür. Daha da yapacaklarım sır olarak içinde götürmüş de değildir: Biz yakınındakiler, bunların neler olduğunu az çok biliyorduk.

Geçmişte de, eğer bir gün iktidar eline geçerse neler yapacağı üzerine yakın arkadaştan ile tartışmalarda bulunduğunu sonraları öğrendik. Çocukluğundan beri onu tanıyan ve onunla arkadaşlık eden birçok kimse son zamanlara kadar yaşamakta idiler. Ali Fuad Cebesoy gibi hayatta olanlar da vardır.

Hepsinden ayrı ayrı dinlemiş olduklarımıza göre, Atatürk ilk gençliğinden beri Türkiye Türklüğünün kurtuluşu kaygısına saplanmıştır. Nerede kiminle buluşsa, içki sofrası veya eğlence âlemi de olsa; tek konuşma konusu, nasıl kurtuluruz davası idi. Cebesoy’dan dinlemiştim. Bir akşam Fethi Okyar, Mustafa Kemal ve o, Selanik’le bir gazinoya gitmişler. O sırada Yunanistan’da Venizelos, Girit için dağa çıkmıştır. Bir hürriyet kahramanı da Iran dağlarında isyan bayrağını açmıştır. Sofrada biri:

— Neden biz onlar gibi kahraman yetiştiremiyoruz? der.

Mustafa Kemal bu konuyu bırakmaz. Hep onun üzerindedir. Fethi’nin içi sıkıldığından yer değiştirmek ister, başka bir eğlence yerine giderler. Mustafa Kemal’in çevresini gördüğü yok. Konusu yine o. Fethi bu defa Mustafa Kemal’i kadınlı bir yere götürür ve kendisi bir beğendiği ile eğlenceye daldığı sırada, Mustafa Kemal, Cebesoy’la; “Efendim Venizelos, efendim bitmem ne Halt…”, aynı konu üzerinde sabah olmuştur. Fethi evine gitmiştir. Mustafa Kemal de arkadaşını kendi evine götürür. Anası o gelmeden ve kahvaltısını vermeden uyumaz. İki arkadaşın da uyumaya zamanlan yok. Tıraş olup görevleri başına gidecekler. Cebesoy anasına şikâyet eder:

— Oğlun bir bahis tutturdu, bir türlü bırakmaz. Fethi, canım biraz da eğlenelim, diye kalkmak istedi…

— Akıllıdır Fethi.

— Gittik, oğlun gene o bahiste. Fethi bizi oradan da çıkararak…

— Akıllıdır Fethi.

Atatürk’ün bütün akşam toplantıları, son günlerine kadar, hep böyle geçmiştir. Bunlar ara sıra eğlentilerle aralanan ciddi tartışma toplantıları idi.

Geçmişin hikâyelerinden anlıyoruz ki, Atatürk Osmanlı emperyalisti değildi. 1908 Meşrutiyetçilerinin Paris’teki yayınlarında İse, istibdat rejimi yıkılır yıkılmaz kaybettiğimiz eski topraklara kavuşacağımız vadolunmakta idi. Atatürk ilk subaylığından beri çok iyi bir askerdi. Kuvvet hesaplarına dayanan bir realistti. Bir akşam gene Selanik gazinolarından birinde şu konu ortaya atılmıştı:

— Hepimiz Sultan Hamid istibdadının yıkılmasını istiyoruz. Ama hiçbirimiz o yıkılıp da iktidar bize kalırsa ne yapacağımızı söylemiyoruz.

Herkes sıra ile kendi fikirlerini ortaya attı. Mustafa Kemal’e sıra gelince, O:

— Rumeli’de ve Küçük Asya’da bizden olmayan toprakları içine almayan bir sınır çizerim. Bu sınır içindeki memleket ve milletimizi kurtarmaya bakarım.

Cebesoy gibi güçlü kuvvetli arkadaşları olmasa, sofradakilerin saldırısına bile uğrayacaktı. BosnaHersek ve Girit’i bırakmak ha!.. Suriye, Filistin ve Hicaz’ı bırakmak ha!..

1908 Meşrutiyetçilerine göre, Bosna Hersek’i Avusturya Macaristan’dan; Mısır’ı İngiltere’den geri alacaktık. O geceki Mustafa Kemal, 10 yıl sonraki Millî Mîsâk Mustafa Kemal’i idi.

Birinci Dünya Savaşında Enver Paşa, kendisine şu teklifte bulunmuştu:

— Sana bir alay verelim, İran sınırını geç. Bu alayla çığ gibi büyüyerek Hindistan’a gidersin.

Bu, Buhara’dan ihtilâl Rusyasına ve Kızıl Ordu’ya; dağınık çetelere güvenerek, ültimatom veren Enver Paşa ile Mustafa Kemal şaka etti:

— Yooo… İran sınırından kendi kendime geçer, bir kuvvet edinerek çığ olup Hindistan’a giderim. Size de borçlu olmam.

Fıkrayı kendinden dinledimdi. Gerçekte İran sınırını aşarak Hindistan üzerine bir İslâm akını hayâline kapılanlar olmuştur. Büyük de adları vardır.

Medine kuşatılmıştı. Mustafa Kemal’e ordu komutanı yetkisi ile Hicaz Kuvve i Seferiyyesi’nin başına geçmesini teklif ettiler. Şam’da bizim karargâha geldi. Durumu şöyle bir inceledikten sonra:

— Bir defa ben gitmem ya… Size de sorarım: Medîne’de ne işiniz var? Siz bu toprakları bile tutamaz bir haldesiniz.

Medine’yi bırakınız, ne kadar kuvvetiniz varsa Filistin cephesine toplayınız.

Medine’yi bırakmak? Peygamberimizin merkadini son Türk kanı damlasına kadar savunmamak? Biz Osmanlı Türkünün aklına gelecek şey mi idi bu? Gerçekle ise Medine’yi kuşatanlar İngiliz casuslarının emri altındaki Peygamber torunları idi.

Atatürk, 1908 İhtilâli’nden sonra kaybedilmiş olanlar için maceraya kapılmaya. Yemen gibi Türk olmayan topraklar için Türk kanı dökülmesine karşı idi. irredantizme! değildi.

2

Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarmanın yolunun; din ve dünya işlerini ayırmak, Arap medresesi yerine Batı üniversitesi kurmak, akıl hürriyetini sağlamak olduğu üstünde durmuştur. Ne Tanzimat, ne birinci, ne de ikinci Meşrutiyet bunun şartlarını hazırlamamıştır. Batı sistemi okullar açılmıştır; ama bütün İmparatorluk boyunca medreseler yerinde kalmıştır. Padişah aynı zamanda halife olduğu için, hükümetin bir başı sadrazam, bir başı şeyhülislâm olduğu için; medrese yalnız din değil, dünya adamı yetiştirmekte İdi. Sivil mahkemenin karşısında şer’iyye mahkemesi, hukuktan yetişme yargıcın karşısında medreseden yetişme kadı vardı. Müslümanların evlenme, miras ve türlü işleri şeriatçı elindedir. Şeyhülislâm fetva vermedikçe savaş açılamaz. Millet meclisinde bir şer’iyye komisyonu kurulmuştun nasıl kanunlar anayasa komisyonunun kontrolü altında İse, şeriata uygun olup olmadığı bakımından şer’iyye komisyonunun da kontrolü altındadır. Gerçi Tanzimatçı Âli Paşa, Fransız Medenî Kanunu’nu almak fikrini ileri sürmüşse de, medreseciler şeriat temeline dayanan Mecelle’yi meydana getirmişlerdir.

Din ile şeriatı bugün bile birbirine karıştıran üniversite diplomalı kimseler var. Tanrı’ya inanırsınız. O’na karşı güvenlerinizi yerine getirirsiniz. burada biter. ötesi şeriattır. Şeriatçılık demek, Müslüman toplumlarını, yedinci yüzyıl Hicaz aşiretleri şartlarına doğru geri sürüklemek demektir. İslam bilginleri, Kur’an’ın “muamelat” âyetlerinin “mensuh” olduğunu eskiden beri söylemelerdir. “Zaman ile ahkâmın” değişmeni gerektiği çük eskiden beri bilinmektedir. Fakat akit ilimleri kapısından kovan ve yalnız şer’î ilimleri öğreten medrese, toplumun bütün dünya idleri üzerinde egemen olmak davasındadır. Batı ‘ya doğru bütün gelişmeleri önlemeye kalkışmaktan bir türlü vazgeçmez.

Reşid Paşa, Tanzimat Fermanı’nı okuduktan sonra kendisini görmeye gelen İngiliz Büyükelçisi’ne;

—   İşte Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki hukuk eşitsizliğini kaldırdık, demesi üzerine Büyükelçi:

— Demek şimdiye kadar nasıl bir Müslüman erkek Hıristiyan kadını alabiliyorsa, Hıristiyan erkek de Müslüman kadını alabilecek, deyince; Reşid Paşa koltuğundan sıçramış:

— Yoo!.. İşte bu olamaz, cevabını vermişti.

Hürriyet şiirlerini ve marşlarını ezberlediğimiz şair Nâmık Kemâl, Tanzimat adamlarını, “Kur’an dururken Batı’dan kanun almakla” suçlamıştır. Yine bir hürriyet kahramanı, bir Osmanlı vezirini eleştirdiği sırada:

—  Matbaada Kur’an bastırmıştır. Matbaa mürekkebinde ise domuz yağı vardır, diyordu.

1908’de Tanzimat şartlarından hiçbiri değişmiş değildir. Koca Ziya Gökalp, şer’iyye mahkemelerinin şeyhülislâmlık çatısı altından adliye çatısı altına geçmesine şöyle bir devrim önemi verir. Kültür, Osmanlı Darülfünunu’nda medrese kontrolü altındadır. Felsefe müderrisi, Türklerin dillerini bırakıp Arapça’yı dil edinerek bir İslâm milleti birliği kurulması davasındadır. Türkçü Ziya Gökalp, ilim dili terimlerinin Arap köklerini bırakarak Türk köklerinden alınmasını bile ileri sürmeye cesaret edemez. Yalnız Türk eklerini savunur. “Realite” karşılığı “şer’iyyet”, yalnız “realizm” karşılığı “şer’iyyetçilik” diyebilir.

Osmanlı milliyetçiliği, hâlâ bir din milliyetçiliği idi. Tarih, bu milliyetçi için, bir Müslüman gâvur kavgasıdır. Osmanlı milliyetçisi, Türklüğü de Türkçeciliği de bir soysuzlaşma saymıştır.

Birinci Dünya Savaşı, Osmanlıİslâm milliyetçisi Enver Paşa için bir cihâd ı mukaddes idi. Bir haçhilâl savaşı idi. Protestanların Protestanlarla, Katoliklerin Katoliklerle, Ortodoksların Ortodokslarla boğuştukları bir Yeniçağ emperyalizmi savaşı içine girdiğimizi düşünmüyorduk bile.

Durmadan fetva çıkarıyorduk. Afrika’dan getirdiğimiz Senüsî şeyhini el üstünde tuluyorduk. Cephelerde Türkleri öldürürken esir aldığımız Hint Müslümanların! misafir gibi ağırlıyorduk. Medine’de Peygamber’in türbesini, İngilizlerle birleşerek saldıran Peygamber torunlarına karşı savunuyorduk.

Bozgun haberleri geldikçe şeriatçılık baskısını arttırıyorduk. Kadın etekleri topuğa kadar mı, yoksa daha mı aşağı inmelidir; bir heyet bununla uğraşıp duruyordu. Adada araba ile gezen karı kocadan evlilik belgesi soruluyordu. Bir otelde kalmaya giden karıkoca, «Müslüman kadınının otelde ne işi var?» diye, gece yansı polis müdürü tarafından sokağa atılmıştı. Bıyıklarım kenardan kırpan subaylar merkez komutanlığında dövülmüştü.

Battık; Anadolu’da yeniden Türk kurtuluş savaşına atıldık. Kuvây ı Milliye havasını bugünkü kuşak pek “ülküleştirir.” Kuvây ı Milliye meclisi koyu gerici idi. İçki yasağı kanunu bir şeriat kanunu olarak çıkmıştır. Dört yüze yakın yeni medrese açılmıştı. Milletvekillerinin pek çoğu kravatsız ve poturlu ya da gelirli idi. 1923’te milletvekili seçildiğim zaman, İstanbullu kılığı ile nasıl yadırgandığımızı hâlâ hatırlarım. Kuvây ı Milliye Anadolusu, Tanzimat İstanbulundan elli yıl geride idi.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Zeytindağı ~ Falih Rıfkı AtayZeytindağı

    Zeytindağı

    Falih Rıfkı Atay

    “…Zeytindağı’nı seve seve okudum. Zaten başladıktan sonra bırakmak kabil değil. Bence bu yeni kitabında Falih Rıfkı’nın üslûbu, öbür kitaplarından daha göz kamaştırıcıdır ve zannedersem...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur