Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Avrupa’da Anadolu Fırtınası
Avrupa’da Anadolu Fırtınası

Avrupa’da Anadolu Fırtınası

Sümer Akat

Göçün ellinci yılında, Almanya ve Avrupa’da Türklerin yaşam mücadelesine ışık tutan, yakın tarihin canlı tanıklarından Sümer Akat’ın henüz yeni mezun bir teknisyenken gittiği Köln’de…

Göçün ellinci yılında, Almanya ve Avrupa’da Türklerin yaşam mücadelesine ışık tutan, yakın tarihin canlı tanıklarından Sümer Akat’ın henüz yeni mezun bir teknisyenken gittiği Köln’de elde ettiği başarıları anlatırken; aynı yıllarda ne ile karşılaşacağından habersiz yola çıkan Türklerin yokluktan başarıya uzanan yollarına ve adaptasyon süreçlerine ayna tutacak ustalıkla yazılmış bir biyografi.

1960’ların Türkiye’sinde vahşet vardı. Zulümlerin mimarları masum insanların gözyaşlarına şampanya patlatıyorlardı.

Yer hüsran gök acıların girdabındaydı. 27 Mayıs tüm güzellikleri kurutmanın keyfiyle yatırımları durdurunca yabancı diyarlarda iş aramak zorunluluğu doğmuş, binlerce vatandaşımız Avrupa’yla Avustralya’yı yol eylemişti. Sümer Akat bu yolculuktaki idealist bir vatanseverdir. Türk Kültürünün varlığını korumadaki başarısını, türlü çilelere karşın yabancı diyarlarda bir veli sükunetiyle sürdüren vatandaşlarımızın ciltlere sığmayan yaşam öykülerini birinci elden dinlemenin huzuru içinde sevgili Sümer Akat’ı kutluyorum.

-Ali Naili Erdem

1960’lı yıllarda başlayan emek göçünün nasıl istismar edildiğini; yüksek tahsilli Türkler’in bile Avrupa ülkelerinde nasıl bir zihniyetle değerlendirildiklerini; devlet kurumlarında çalışan üst düzey yöneticilerin, iyi niyetli yatırımcıları nasıl harcadıklarını/istismar ettiklerini; daha alınterleri kurumadan geldikleri gümrük kapılarında uygulanan işkencelere tabi tutulmalarını ibretle okudum…

-Hüseyin Movit

***

SUNUŞ

1960’ların Türkiye’sinde vahşet vardı. Zulümlerin mimarları masum insanların gözyaşlarına şampanya patlatıyorlardı. Yer hüsran, gök acıların girdabındaydı. 27 Mayıs tüm güzellikleri kurutmanın keyfiyle yatırımları durdurunca, yabancı diyarlarda iş aramak zorunluluğu doğmuş, binlerce vatandaşımız Avrupa’yla Avustralya’yı yol eylemişti. Sümer Akat bu yolculuktaki idealist bir vatanseverdir. İzmir’in Eşrefpaşa’sında yetişmiş demokrat bir delikanlıdır. Uygar ve özgür bir müteşebbis olarak Almanya’da barışcıl, sevecen Atatürk Milliyetciliğini liyakatla temsil etmiş kişi olarak örnek davranışlarda bulunmuştur. Yobazlığın her çeşidine karşı olan tutumuyla bayrağımızı, her zeminde dalgalandırmış bir vefalı dost, bir kadirşinas güzel insan olarak sevenlerinin kalbindedir. Anılarını içeren bu kitabı, o günlerin perde arkasını aydınlığa çıkaracaktır. Kendi kültürümüzle yetişmiş vatandaşlarımızın sabrını, şükrünü ve hoşgörüsünü bir dantel gibi işleyerek bizlere sunacağından hiç şüphem yoktur. Adaletin süzgeçlerinden geçerek ömrümüzün bütününü oluşturan Türk Kültürünün varlığını korumadaki başarısını, türlü çilelere karşın yabancı diyarlarda bir veli sükûnetiyle sürdüren vatandaşlarımızın ciltlere sığmayan yaşam öykülerini birinci elden dinlemenin huzuru içinde sevgili Sümer Akat’ı kutluyorum.

1961-1980 yılları arasında beş dönem
Çalışma, Sanayi ve Milli Eğitim Eski Bakanı.
İzmir Milletvekili
Ali Naili Erdem

ÖNSÖZ

Sayın Sümer Akat’ın kitabını tashih/redakte etmek amacıyla ele aldığımda, arayıp da bulamayacağım bir “alternatif yakın tarih” kitabıyla karşılaştığımın farkına vardım. Sonradan düzeltmek üzere tek kelimesini bile değiştirmeden merakla okumaya başladım.

Okudukça, 1960’lı yıllarda başlayan emek göçünün nasıl istismar edildiğini; yüksek tahsilli Türklerin bile Avrupa ülkelerinde nasıl bir zihniyetle değerlendirildiklerini; devlet kurumlarında çalışan üst düzey yöneticilerin, iyi niyetli yatırımcıları nasıl harcadıklarını/istismar ettiklerini; daha alınterleri kurumadan geldikleri gümrük kapılarında uygulanan işkencelere tabi tutulmalarını ibretle okudum…

“Alamanya” sevdasıyla Avrupa kıtasına çil yavrusu gibi dağılan işçilerimizin sorunlarını şaşırarak, hem de çok şaşırarak okudum…

1972 yılının sonunda turizm ve uçak dolmuş uçak (charter) seferleri faaliyetleri için Köln‘de kendi şirketini, Türkiye’nin ilk özel hava yolu şirketi olan “İstanbul Hava Yolları”nı Aralık 1985’de kuran ve bilhassa turizm sahasında faydalı çalışmalar yapan, 35 yıl aralıksız süren mücadelesini saygıyla karşılıyorum. Bu eserde tüm gerçekleri büyük bir iyiniyetle toplumun bilgisine sunmak, gerçekten övgüye değer.

Samimi (!) ortaklarının çalım/kazık atmaya çalışmaları yüzünden, Sayın Sümer Akat’ın ve şirketlerin başına gelenleri üzülerek okudum…

Sayın Sümer Akat hâlen, ortağı da olduğu “İŞBİR-HOLDİNG A.Ş.”de 1981’den beri yönetim kurulu üyeliği görevini sürdüren, İzmir/Eşrefpaşalı vatansever Sümer Akat’a böyle bir eseri kazandırdığı için binlerce teşekkür…

Hüseyin Movit
Düzeltmen/Eleştirmen

I.
Çocukluk ve Gençlik Dönemi
(28.09.1940 – 30.06.1960)

Annem Saniye Pulcu, aslen Safranbolu eşrafından, Türkmen soyundan gelme Pulcu Ömer Ağa ile yine aynı yöre ve soydan Hatice Pulcu’nun en küçük çocukları olarak Nisan, 1923’te doğmuş. Annemin ayrıca Mustafa adında büyük bir ağabeyi ve bir de Halime ablası vardı.

Babam ise, Köstence Tatar Türklerinden Abdülkerim ile yine aynı yöre ve soydan Asılzade Köksüer’in 6 çocuğundan dördüncü olarak 1910 yılında İzmir’de doğmuştur.

Babamın Sıdıka, Naciye, Ayşe, Selahattin ve Semiha isimli beş kardeşi vardı. Bu kardeşlerden yalnız Semiha halam hayatına 80 yaşının ortalarında Kayseri’de devam ediyor.

Dedem ve ailesi Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük hezimeti olan ve tarihte 93 Harbi denilen Rus Harbinden sonra, muhacir olarak İzmir’e gelmişler. Zamanın hükûmeti kendilerine şu anda İzmir’in mütena semtlerinden Güzelyalı’da bir yalı evini mülk olarak tahsis etmiş. Fakat dedem ve babaannem Romanya’da tarım ile uğraştıklarından ve hayatlarında hiç deniz göremediklerinden daha çocuk yaşta olan üç halam için “Bu balaları buraya sağ salim getirdik. Ummanda boğulmasınlar diyerek bu muazzam yalıyı terkedip daha tepede olan Eşrefpaşa-Attila Mahallesi’nde bir arsa üzerine mütevazı, tek katlı bir ev ile bir de bakkal dükkânı yaparak, Osmanlı’nın bilhassa son 50 yılında yerlerinden, yurtlarından sürülerek, bolluk ve zenginlik içinde olan Rumeli Türklerinin içine düştükleri hayat mücadelesine başlamışlar.

Dedem yine askere alınarak yıllarca cepheden, cepheye koşarak devletin bekası için savaşmış, sağ fakat yaralı olarak eve dönmüş, daha sonra bakkallık yapmış, fakat Cumhuriyet’in ilanını görmeden Allah’ın rahmetine kavuşmuştur. Ben kendisini maalesef göremedim.

Daha sonra delikanlılık çağına gelen babam, ailenin sorumluluğunu almak zorunda kalmış, bakkal dükkânını işletmiş, sezonluk olarak da, incir-işletme mağazasında ustalık yapmış.

Atatürk, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra, Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesine çıkartma faaliyetleri içinde devlet yatırımlarını başlatmıştır. Tesadüf eseri, İzmir’de tanıştığı, kendileri gibi muhacir olan Selanik’ten gelmiş Ölçer sülalesinin en büyük ağabeyleri olan Bayram Ölçer kalfa ve kardeşleri Selanik’te çok değerli inşaat ustasıymışlar. Yine 1930’lu yıllarda ünlü bir fievki Kalfa daha varmış, yaptığı eserler hâlen İzmir’de ayakta durmaktadır. Bu fievki Kalfa ile Bayram Kalfa arkadaşlarmış, amma fievki Kalfa daha önceden İzmir’de yer tuttuğu için ve daha fazla da inşaat işi olmadığından Bayram Kalfa bütün sülalesi ile babam ve amcamı da yanlarına alarak, önce Nazilli Basma Fabrikası’nı daha sonra Karabük Demir Çelik – bugünkü Kardemir- fabrikasının inşaatlarını tamamlamışlar. Ailece daha sonraki yıllarda Bayram amca ve sülalesi ile İzmir-Hatay Caddesi – Altıntaş Mahallesi’nde akrabadan da öte bir aile olarak beraberce, yıllarca yaşadık. Bayram, Adil, Ahmet, Recep ve fievket amcalar onların eşleri, teyzeler rahmetli oluncaya kadar birlik içinde hep beraber olduk. Onların çocukları, benim de hâlen en iyi mahalle arkadaşlarım ve kardeşlerimdir.

Demir çelik fabrikasının tamamlanmasından sonra Bayram Ölçer sülalesi tekrar İzmir’e dönmüşler. Babam bu arada genel birikimleri ile müteahhit olmuş ve gelişen Karabük’ün alt yapısından üst yapısına kadar fabrika memur ve işçileri için “Yenişehir” denilen bir büyük sitenin inşaatında çalışmış. Bu arada babam 30 yaşını doldurmuş, aile mensuplarından iki küçük kardeşi hariç, hepsi evlenmişler ve sıra kendisine gelmiş ve hatta geçmek üzereymiş.

Safranbolu’da hayat çok güzelmiş ve devamlı olarak da kalmayı planlamışlar. Büyük halamın eşi Yakup Hepçakar eniştemin askerlik arkadaşı Safranbolulu Semerci Tevfik Demirel Usta vasıtasıyla annemi istemişler. Fakat anneannem Pulcu Hatice’si tam bir Osmanlı kadını ve kök söktüren cinsinden, “Ben yabancıya kız vermem” diye tutturmuş.

O yıllarda Safranbolu’nun kısıtlı imkânlarından çıkıp, daha çok para kazanmak için Ankara ve Zonguldak’ta ticari faaliyet gösteren Pulcu Ömer Ağa’ya haber salıp, gelmesini bildirmiş Hatice ana.

Bir akşam sofrasından sonra yer, yurt ve insan görüp tanıyan Ömer Ağa, babamı çok beğenip takdir etmiş, Hatice anaya rağmen bu huzurlu ve mutlu evlilik 28.12.1939’da tahakkuk etmiş. Bu evlilik pek tabii diğer Türkiye evlilikleri gibi görücü usulü ve tavsiyeye göre, olmuş. Anne ve babalar gelin ve damadı görüp tartmışlar ve çoğunluk oyları ile tensip etmişler. “Bir yastıkta kocamak” temennisi annem ve babam ölünceye kadar devamlı olmuştur.

28.09.1940’da Karabük-Sümerbank hastanesinde çok zor bir doğum savaşı sonrası 425 kg ağırlığında ve 57 cm boyunda dünyaya gelmişim. Babam adımın Ali olmasını düşünmüş. Fakat benim doğum uzmanı doktorum, “Bu çocuk çok zor doğdu ve güzel bir çocuk, adı, Sümerliler gibi medeniyetler kurmuş ve Sümerbank hastanesinde doğmuş olduğundan “SÜMER” olsun” deyince anne ve babam teşekkür ederek kabul etmişler. İkinci adımın da Ali olarak nüfus kütüğüne işletmişler. 1939’da patlak veren 2. Dünya Savaşı’na Türkiye bizzat girmemişse de, 1945’e kadar devam eden zorluklar, yokluklar, hayatın her kademesinde milleti çok zor durumlarla karşılaştırmıştır.

Bu zorluktan pek tabii babam da nasibini almış. Demir çelik fabrikası ve yeni şehir çalışmalarında babama ödenmesi gereken hak edişler ödenmediğinden, çalışanlar haklı olarak babama hücum etmişler, hatta bir seferinde, Kızılderili kovboy filmlerinde görüldüğü gibi şantiye binalarını ateşe vermişler. Babam ve diğer yöneticiler ölümden son anda kurtarılmışlar.

Daha sonra, babam devletten zamanında para alamadığından, kendi imkânları ile borçları ödemiş ve şirketi tasfiye ederek “müteahhitlik hayatı sona ermiş. Aile Safranbolu’daki “Asmazlar Konağı”ndan, (bu konak son yıllarda Turing Otomobil Kulübü tarafından satın alınarak, restore edilmiş ve otel olarak işletilmektedir,) ayrılıp. maalesef Karabük’te daha mütevazı bir eve taşınmak zorunda kalmıştır. Babam bu arada Karabük çarşısında ilk mesleği olan bakkallığa dönmüş ve ailesini bu şekilde geçindirmenin yolunu bulmuştur.

04.01.1945’te kız kardeşim Sevim doğmuştur. Bu dönemde, babaannem, amcam, Ayşe halam ve eşi, İzmir’e dönmüşler. Sıdıka halam ve Yakup eniştem, kızları Sakine, Sabahat, oğulları Zeki ve İsmet ile Zonguldak şehrine yerleşip orada hayatlarının önemli yıllarını yaşadılar. 1946 yılının sonlarına doğru babam yine bir devlet yatırımı olan Çatalağzı-Termik Elektrik Üretim Tesisi’nin memur ve işçi evlerinin yapımında taşeronluk işlerini üstlendi.   Artık, olanları tamamen anlamaya ve daha sonraki yıllarda da hatırlamaya yönelik zekâmın gelişmesinin başladığı zaman dilimine girmiştim.

Çatalağzı-Zonguldak’ın bir beldesi. Biz de Kilimli kazasına bağlı Doğancılar köyünde yaşamaya başladık. Çatalağzı-Doğancılar köyündeki sert kış, içeride kağnı ile gelen bedava kömürün kıpkırmızı ısıttığı kuzine ve üzerinde kaynayan yemeklerin nefis kokuları ve babamın, “Dışardaki kar ve güzel manzarayı ancak, mutfak penceresinden seyretmek, yemek kokuları ve sıcak odadan şahane olur” sözü 7 yaşında aldığım  terbiye ve mesuliyet hissi beni ömür boyu takip etti. Ne zaman sert ve kötü havada kalsam daima emniyet içinde olmak isterim.

Babamın direktiflerinden, işi takip et, bitmeden rahat etme. En iyi iş, bitmiş ve başarılı olmuş iştir. Hep bunlar küçükken öğrenilen işlerdir ve hayat boyunca daima karşıma çıkacaktır.

Okul tatillerinde devamlı çalışmalarım, kasap, manav, ev sahibimiz Fethi Metinman’in döşemecilik atölyesinde, babamın yanındaki çalışmalarım, buralardan aldığım dersler hayatım boyunca bana rehber olmuşlardır. Çatalağzı’nda yatağından toz kömür akan bir derenin yakınında iki katlı taş bir evde oturuyoruz.

Doğancılar köyünden hatırladıklarım; 1946-47 kışının çok sert ve bol karlı oluşu, Mustafa dayımın Safranbolu’dan bizi ziyarete gelmesi ve fevkalade marangozluk el işiyle bana şahane bir araba yapması, saçları daha gür çıksın diye Sevim’in saçlarını usturaya vurarak, onun keloğlan gibi mutfak camından dışarıya bakması unutmadığım anılardır. İlk babamın bana cesaret vermesi, Kilimli tren istasyonundan tuz ve kibrit  almaya yollaması ve bir de geceleri köyün mezarlığından geçip şantiyedeki babama akşam yemeğini götürmem ve geri dönmemdi. Yine 6 yaş öncesi Safranbolu’da hatırladığım en mühim olay, masallarda yaşanmış gibi bir hatıradır. Pulcu Ömerağa, dedem, bahsettiğim gibi, Safranbolu’da özüne, sözüne güvenilen ve oranın zengini sayılan bir şahsiyetti. Sahip olduğu safkan Arap atlarının ünü büyüktü. Binin üzerinde mevcuduyla koyun sürüsü, Çerkeş keçileri ki, bu hayvanlardan tiftik yünü elde edilmekteydi ve uzun zamanlar Çankırı ve Ankara’da Türkiye’nin ihraç ürünü olarak ülkemize döviz kazandırmıştı. Ömer babam, Ankara’nın Kızılcahamam kazasında ilk kaplıcaları işletmeye açmış ve bugünün termal turizminin öncülüğünü yapmıştır. Kendisi çok iyi ata binermiş. Ankara ile Safranbolu arasında zamanın otobüsleri ile kim evvel varacak şeklinde iddiaya girişilir ve her seferinde, kendine mahsus dağ yollarında at sürerek bu yarışmaları kazanmış. Safranbolu bağlar ve şehir olarak iki bölümden oluşan, Osmanlı Devleti’nin zengin Sancakbeylerinin idaresinde, yüzyıllarca sancak şehri olarak önemli tarım, ticaret ve siyasal merkez olarak yerini korumuştur. Bağlar şehrinin daha yüksek tepelerinde kurulu olduğundan, Safranbolu halkı yazın burada iki veya en fazla dört katlı Osmanlı mimarisinin çok özel tarzda inşa edilmiş evlerinde geçirmekte, kışın da şehrin ticari, idari ve kültür merkezinin bulunduğu şehirde yine aynı tip evlerde daha muhafazalı arazide yaşamlarını devam ettirmişlerdir. Ömer babamın, Bağlarda köyiçi mevkiinde çok büyük bir bahçe içinde iki katlı bir evi vardı ve yaz aylarında ailesi ile orada yaşamaktaydılar.

Annem ile beraber Hatice annemin bu bağlar evinde bulunurken, gece yarısı evin büyük kapısı ani bir gürültü ile çalındı. Nedenini bilmemekle beraber çok sert bir kış olmasına rağmen bu bağlar evinde oturuyordu Hatice annem. Hep beraber uyandık, arka sağ ayak bileği ile alnı beyaz olan siyah safkan Arap atının üstünde, başında beyaz yün kapüşon ve atkısıyla sakal ve bıyıkları buz tutmuş bir masal kahramanı gibi, Pulcu Ömer Ağa, dimdik oturuyordu. Atı ise sırılsıklam ter içindeydi, burun deliklerden, lokomotif bacasından çıkan buhar gibi, nefes alıp vermekteydi.

Bugün hâlâ gözümün önünde canlı olarak hatırladığım bu anı hiç unutmadım ve tesiri altında kaldım. Maalesef, bu kuvvetli, atılgan, hayat dolu ve yenilikler peşinde koşan dedem ile fazla   hatıram olamadı. Doğancılar köyünde yaşarken, 1948 yılında ağır hastalandığı haberini alınca Safranbolu’ya gittik, yatağının kenarında diğer torunları ile diz çökerek dizildik ve vedalaştık. Kısa bir müddet sonra ebediyete göçtüğü haberini aldık. Allah rahmet eylesin, saygı ve şükranla anıyorum.

1947 Eylülünde ilkokula 7 yaşında Doğancılar köyünde başladım. Okulumun, güzel bir derenin kenarında yeşillikler içinde çok romantik bir ortamda olduğunu hatırlıyorum.

Okulda köyün yerlisi olmayan bir tek ben olduğumdan devamlı itilip, kakılı- yordum. Bir akşam babama bu durumu anlattığımda bana davul tokmağı gibi bir sopa verdi. “Bunu okul önlüğünün kemerine sok ve teneffüse böyle çık, seni itip kakanlar olduğunda, müdafaa için bu tokmakla hücum et” dedi.  Aynen yaptım bu usul çok başarılı oldu. Bana düşmanca davrananların daha sonra çok iyi arkadaşım olduğunu gördüm.

Hayatımın daha sonraki yıllarında, buna benzer durumlarda her yönü ile kuvvetli olmayı öğrendim. Olimpiyat güreş şampiyonumuz Yaşar Doğu’nun dediği gibi “Kuvvet oyunu bozar” deyimi daima geçerli oldu. Keza, Osmanlı’nın atasözlerinden “Hazır ol cenge, ister isen sulh-u salâh ” gerçeği devamlılığını sürdürmektedir.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Şili’de Gizlice Miguel Littín’ín Serüveni ~ Gabriel Garcia MarquezŞili’de Gizlice Miguel Littín’ín Serüveni

    Şili’de Gizlice Miguel Littín’ín Serüveni

    Gabriel Garcia Marquez

    1973 yılında, iriyarı, siyah saçlı, sakallı bir sinema yönetmeni, askerî darbenin hemen ardından Şili’den kaçtı. On iki yıl sonra, zayıf lamış, saçlarının rengi açılmış,...

  2. Sabah Uykum ~ Ahmet BatmanSabah Uykum

    Sabah Uykum

    Ahmet Batman

    Belki bir kitabın aynı sayfasında ağlamışızdır. İşte bu haberimiz olmadığı halde dünyanın en güzel karşılaşması olabilir. Ben anlam veremiyorum yani neden bittiğine değil madem...

  3. Borges’in Evinde ~ Alberto ManguelBorges’in Evinde

    Borges’in Evinde

    Alberto Manguel

    “Ölümünden birkaç ay önce, Arjantinli zengin bir toprak sahibi Borges’i estancia’sına davet etti ve bir sürpriz sözü verdi. Yaşlı adamı bahçedeki bir banka oturttu...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur