Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Aynı Yıldızın Altında
Aynı Yıldızın Altında

Aynı Yıldızın Altında

John Green

Hayatın Anlamını Bulmanın, Âşık Olmanın ve Alınan Her Nefesin Farkına Varmanın Öyküsü On altı yaşındaki kanser hastası Hazel Grace’in birkaç yıl daha yaşamasını garanti…

Hayatın Anlamını Bulmanın, Âşık Olmanın ve Alınan Her Nefesin Farkına Varmanın Öyküsü

On altı yaşındaki kanser hastası Hazel Grace’in birkaç yıl daha yaşamasını garanti eden tıp mucizesine rağmen hastalığı ölümcüldür ve konulan teşhisle birlikte yıldızlar, öyküsünün son bölümünü çoktan kaleme almıştır.

Fakat Augustus Waters isimli yakışıklı bir sürpriz karakter, Kanserli Çocuklar İçin Destek Grubu’nda boy gösterince Hazel’ın hayatı bambaşka bir yöne sapar ve bu zeki çocuğun çekimine karşı koyamayan kızın öyküsü yeniden yazılır…

Time dergisi, 2012’nin En İyi Romanı
Goodreads, 2012’nin En İyi Genç Yetişkin Kitap Ödülü
New York Times’ın En Çok Satanlar Listesinde 1
Wall Street Journal’ın En Çok Satanlar Listesinde 1
Amazon’un En Çok Satanlar Listesinde 1
Indiebound’un En Çok Satanlar Listesinde 1

“Hayata, ölüme ve araya sıkışanlara dair bir roman olan Aynı Yıldızın Altında, John Green’in en iyi kitabı. Kahkaha atıyor, ağlıyor, hızınızı alamayıp tekrar okuyorsunuz.”
-Markus Zusak, Printz ödüllü bestseller yazarı-

“Aynı Yıldızın Altında evrensel konuları ele alıyor: Sevilecek miyim? Hatırlanacak mıyım? Bu dünyada bir iz bırakabilecek miyim?”
-Jodi Picoult, New York Times bestseller yazarı-

“Dâhiyane… Çok etkileyici… Güçlü ve saf duygularla korkusuzca yüzleşebiliyor.”
-Time-

“Green, okurların aklından uzun süre çıkmayacak, göz kamaştıran iki gencin öyküsünü iyi bir gözlem yeteneği ve empatiyle anlatarak, rafta duracak bir kitaptan ötesini yazmayı başarmış.”
-People-

“Bu romanı çekici kılan şey dakikada bir heyecanlı bir patlama yaşanması değil, ‘sayılı günler içinde sonsuzca’ yaşamaya çalışan karakterlerin gerçekliği.”
-The Washington Post-

“Buruk bir komedi, akılları baştan alacak bir romantizm ve insana hayat ile ölüme dair sorulan büyük soruları keyifle ve uzun uzun düşündüren bir kitap.”
-Horn Book-

“Aynı Yıldızın Altında bir aşk hikâyesi. Son dönem edebiyatın en içten ve dokunaklı romanlarından biri ama aynı zamanda korkunç bir zekâ, cesaret ve hüznün varoluşsal trajedisini de anlatıyor.”
-Lev Grossman, Time-

BİRİNCİ BÖLÜM

On yedinci yılımın kış aylarının sonunda annem depres­yonda olduğuma karar verdi; muhtemelen evden nadiren çıktığım, yatakta oldukça fazla vakit harcadığım, aynı kitabı tekrar tekrar okuduğum, seyrek olarak yemek yediğim ve son derece bol olan boş vaktimin oldukça büyük kısmım ölümü düşünerek geçirdiğim için.

Ne zaman kansere dair bir broşüre veya bir internet sayfasına filan göz atsanız, kanserin yan etkilerinden biri olarak depresyonu da listeliyorlar. Fakat aslına bakarsanız depresyon, kanserin yan etkisi değil. Depresyon ölmenin yan etkisi. (Kanser de ölmenin yan etkisi aslında. Hatta aslında hemen hemen her şey öyie.) Fakat annem tedaviye ihtiyacım olduğuna inandığı için beni Düzenli Doktorum Jim’e götürdü ki o da insanı paralize eden ve kokunç bir klinik depresyon içinde yüzdüğüme, ilaçlarımın ayarlanmasının ve haftalık bir Destek Grubu’na katılmamın gerektiğine karar verdi.

Bu Destek Grubu, tümör kaynaklı sıkıntıların farklı ev­relerindeki, sürekli değişen bir dizi karakteri bünyesinde ba­rındırıyordu, Karakterler neden sürekli değişiyordu? ölmenin yan etkisi.

Destek Grubu tabii ki korkunç derecede kasvetliydi. Her çarşamba haç şeklindeki taş bir kilisenin bodrum katında bu­luşuyorlardı. Haçın tam ortasında, iki kalasın birleştiği, İsa’nın kalbine tekabül eden yerde bir daire oluşturarak oturuyorduk.

Bunu fark etmiştim çünkü Destek Grubu Lideri ve oda­daki on sekiz yaşın üstündeki tek insan olan Patrick, her lanet toplantıda Isa’nın kalbinden konu açıyor, genç kanser felaket­zedeleri olarak nasıl İsa’nın o kutsal kalbinin tam ortasında oturduğumuzdan filan bahsediyordu.

Tanrı’nın kalbinde olaylar şöyle işliyordu: Altımız, yedi­miz ya da onumuz yürüyerek ya da tekerleklerle içeriye giri­yor, bayat kurabiyeler ile limonatalardan otlanıyor, dairedeki yerimizi alıyor ve Patrick’in insanı kasvete sürükleyici, azap dolu hayat hikâyesini bininci kere dinliyorduk: Testislerinde nasıl kanser varmış da, nasıl öleceğini düşünmüşlermiş de, ama ölmemiş de işte şu anda buradaymış da… Amerika’nın yüz otuz yedinci en güzel şehrindeki kiliselerden birinin bodrum katında, boşanmış bir yetişkin; video oyunlarına bağımlı, pek arkadaşı olmayan, kansertastik geçmişini sömürerek vasat bir hayat idame ettiren ve kariyer hedeflerini hiçbir şekilde geliş­tirmeyecek bir yüksek lisans derecesi için çabalayan ve hepimiz gibi, Demokles’in kılıcının, kanserin onca yıl önce testislerinin ikisini de alıp ancak son derece cömert bir ruhun hayat olarak adlandırabileceği kısmını bağışladığı sırada kaçan huzuru ona vermesini bekleyen bir adam.

SİZ DE BÖYLE ŞANSLI OLABİLİRSİNİZ!

Sonra kendimizi tanıtıyorduk; İsim. Yaş. Tam. Ve o gün nasıl olduğumuz. Ben Hazel, diyordum sıra bana geldiğinde. On altı yaşındayım. Aslında tiroit kanseriyim ama ciğerlerimde, oraya uzun süredir yerleşmiş, hayranlık uyandırıcı bir uzak doku metastazı var ve iyiyim.

Dairedeki herkes konuşunca Patrick her zaman binlerinin bir şeyler paylaşmak isteyip istemediğini soruyordu. Sonra da duygu patlaması başlıyordu. Herkes savaşmaktan, dövüşmek­ten, kazanmaktan, küçülmekten ve taranmaktan bahsediyordu. Aslında Patrick’e hakkını vermem gerekir çünkü ölümden bahsetmemize de izin veriyordu ama oradakilerin çoğu zaten ölmüyordu. Çoğu, Patrick gibi yetişkin olabilecekti.

(Bu da bu konuda çok fazla rekabet olduğu anlamına geli­yordu çünkü herkes sadece kanseri değil, aynı zamanda odadaki diğer insanları da yenmek istiyordu. Yani bunun aslında man­tıksız olduğunun farkındayım ama mesela beş yıl yaşamak için yüzde yirmi şansınız olduğunu söylediklerinde matematik işin içine giriyor ve bu sayının beş kişiden birine tekabül ettiğini görüyorsunuz… Bunun üzerine, herhangi bir sağlıklı insanın yapacağı gibi etrafa bakıp, bu piçlerin dördünden daha uzun süre yaşamam gerek, diye düşünüyorsunuz.)

Destek Grubu’nun tek iyi yönü ince uzun suratlı, sarı saçla­rını tek gözünün üzerine tarayan ve cılız bir çocuk olan Isaac’ti.

Ve problem gözlerindeydi. Fantastik derecede imkânsız bir göz kanserine yakalanmıştı. Ufakken tek gözü alındığı için gözlerini (hem gerçeğini hem de cam olanı) doğal olamayacak kadar büyük, kafasını sadece size bakan sahte gözü ile gerçek gözünden oluşuyormuş gibi gösteren, şişe dibine benzer bir gözlük takıyordu. Isaac’in grupla bir şeyler paylaştığı nadir za­manlardan anlayabildiğim kadarıyla kanserin yinelemesi, diğer gözünü ölümcül bir tehlike içine sokmuştu.

Isaac’le neredeyse sadece iç geçirerek iletişim kuruyorduk. Birileri ne zaman kansere karşı diyetlerden, köpek balığı yüz­geçlerini filan burnuna çekmekten bahsetse bana bakıyor ve hafifçe iç geçiriyordu. Ben de karşılık olarak mikroskobik bir hareketle başımı sallayıp nefes veriyordum.

Yani Destek Grubu fenaydı ve birkaç hafta sonunda tüm bu olay beni delirtecek kıvama gelmişti. Hatta Augustus Waters’la tanıştığım çarşamba günü, on iki saatlik eski sezon America’s Next Top Model maratonunun üçüncü ayağında, annemle ka­nepede otururken Destek Grubundan kurtulabilmek için en iyi performansımı gösterdim.

Ben: “Destek Grubu’na katılmayı reddediyorum.” Annem: “Depresyon semptomlarından biri de aktivitelere duyulan ilgisizlik.”

Ben: “Bırakırsan America’s Next Top Model izleyip dura­bilirim. O da bir aktivite.”

Annem: “Televizyon edilgin bir şey.”

Ben: “Of, anne, lütfen.”

Annem: “Hazel, sen bir genç kızsın. Artık ufak çocuk değilsin. Arkadaş edinmen, biraz evden çıkman ve hayatını yaşaman lazım.”

Ben: “Eğer genç kız olmamı istiyorsan beni Destek Grubuna yollamazsın. Bana sahte bir kimlik alırsın ki gece kulüplerine gidip votka içip esrar koklayabileyim.”

Annem: “Esrar koklanmaz bir kere.”

Ben: “Gördün mü bak, bana sahte kimlik alsan böyle şeyleri bilirdim.”

Annem: “O Destek Grubu’na gideceksin.”

Ben: “OOOOOOFFFFFFFF.”

Annem: “Hazel, hayatını yaşamayı hak ediyorsun.” Bunun üstüne çenemi kapadım ancak Destek Grubu’na katılmanın hayat tanımlamasına nasıl sığdığını anlamayı başaramıyordum. Yine de gitmeyi kabul ettim… ANTM’nin ka­çıracağım 1.5 bölümünü kaydetme hakkımı müzakere ettikten sonra.

Destek Grubuna, sadece on sekiz aylık lisansüstü eğitimi olan hemşirelerin, beni egzotik isimli kimyasallarla zehirlemesine izin verme sebebimle aynı sebepten gittim: Annem ile babamı mutlu etmek istiyordum. Bu dünyada on altı yaşındayken kan­serin oltasına gelmekten boktan olan tek şey, kanserin oltasına gelen bir çocuğa sahip olmaktı.

Annem arabayı saat 16:56’da kilisenin arkasındaki yola çekti. Vakit öldürmek için oksijen tüpümü kurcaladım.

“Benim taşımamı ister misin?”

“Hayır, gerek yok,” dedim. Yeşil renkli silindir tüp birkaç kiloydu ve yanımda çekiştirebilmeme yarayan küçük bir çelik çekçek vardı. Çenemin hemen altında ikiye ayrılan, kulakla­rımın arkasından dolanan ve burnumda tekrar bir araya gelen bir kanülle dakikada iki litre oksijen almamı sağlıyordu. Bu mekanizma gerekliydi çünkü ciğerlerim ciğer olma konusunda berbattı.

“Seni seviyorum,” dedi annem ben inerken.

“Ben de anne. Altıda görüşürüz.”

“Arkadaş edin!” dedi yürüdüğüm arada indirdiği pencereden.

Asansöre binmek istemedim çünkü asansöre binmek Des­tek Grubunda Son Günler tandanslı bir aktiviteydi, bu yüzden merdivenleri kullandım. Bir kurabiye alıp kâğıt bardağa limonata koyduktan sonra arkamı döndüm.

Bir oğlan bana bakıyordu.

Onu daha önce görmediğime hayli emindim. Uzun boylu, hafif kaslıydı; oturduğu plastik ilkokul sandalyesi altında mi­nicik kalmıştı. Düz ve kısa, kahverengi saçları vardı. Benimle yaşıt görünüyordu, belki bir yaş büyüktü ve sandalyenin kena­rına ilişmiş, tek elini siyah kot pantolonunun cebine yarısına kadar sokmuş bir halde, felaket derecede kötü bir pozisyonda oturuyordu.

Başımı çevirdim, bir anda sonsuz sayıdaki eksikliğimin bilincine varmıştım âdeta. Çok eski bir kot pantolon giyiyor­dum, kendisi bir zamanlar dar olmasına rağmen artık tuhaf tuhaf yerleri sarkıyordu ve artık sevmediğim bir müzik gru­bunun reklamını yapan sarı bir tişörtüm vardı. Bir de saçım: Tas gibi bir saç kesimim vardı ve saçımı taramaya filan bile üşenmiştim. Ayrıca saçma derecede şişkin yanaklarım vardı… tedavinin yan etkisi. Vücut hatları orantılı ama balon kafalı bir insana benziyordum. Tombul ayak bileklerimden bahsetmeme gerek bile yok. Ama yine de… ona yan yan baktım, gözleri hâlâ üzerimdeydi.

Buna neden göz teması dediklerini o anda anladım.

Daireye girip o çocuğun iki sandalye ötesinde oturan Isaac’in yanına geçtim. Tekrar baktım. Hâlâ beni izliyordu.

Bakın, bir şey söylemem lazım. Çocuk fena yakışıklıydı. Yakışıklı olmayan bir çocuk durmaksızın size bakarsa bu en iyi ihtimalle garip ve en kötü ihtimalle de taciz gibi karşılanır. Ama yakışıklı bir çocuk…

Telefonumu çıkarıp saati göstersin diye bir tuşa bastım; 16:59. Daire on iki ila on sekiz yaş grubundaki talihsizlerle dolunca Patrick sükûnet duasıyla toplantıyı başlattı: Tanrım, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmem için sükûnet, değiştirebi­leceklerimi değiştirebilmem için cesaret ve aradaki farkı bilmem için akıl ver. Çocuk hâlâ bana bakıyordu. Yüzüm kızaracaktı.

Sonunda en uygun stratejinin bakışlarına karşılık vermek olduğuna karar verdim. Ne de olsa Gözünü Dikip Bakma işi erkeklerin tekelinde değildi. Patrick bininci kez testissizliğinden filan bahsederken ben de çocuğa baktım ve kısa süre içinde olay bakışma yarışına döndü. Bir süre sonra gülümsedi ve sonunda mavi gözlerini başka yöne çevirdi. Tekrar bana baktığında kaş­larımı bir iki kez kazandım dercesine kaldırdım.

Omzunu silkti. Patrick devam ediyordu, sonunda kendini tanıtma faslına gelmiştik. “Isaac, bugün sen başlamak ister mi­sin? Zor zamanlar geçirdiğini biliyorum.”

“Tabii,” dedi Isaac. “Ben Isaac. On yedi yaşındayım. Birkaç hafta sonra ameliyat olmam gerekiyor gibi görünüyor, sonra kör olacağım. Hani şikâyet filan ettiğimden değil de, yani kör olmak bayağı kötü. Gerçi kız arkadaşım yardımcı oluyor. Bir de Augustus gibi arkadaşlar.” Artık bir ismi olan oğlana doğru başını eğdi, “öyle işte,” diye devam etti Isaac. Iç içe geçirdiği ellerine bakıyordu. “Yapacak bir şey yok.”

“Senin için buradayız, Isaac,” dedi Patrick. “Hadi, Isaac sesinizi duysun.” Bunun üstüne monoton bir sesle, “Senin için buradayız, Isaac,” dedik.

Sırada Michael vardı. On iki yaşındaydı. Lösemiydi. Hep lösemi hastası olmuştu. O da iyiydi. (Ya da öyle olduğunu söy­lüyordu. Asansöre binmişti.)

Lida on altı yaşındaydı, yakışıklı çocuğun gözüne kestire­bileceği kadar hoştu. Toplantılara düzenli gelenlerdendi, daha önce varlığından haberdar dahi olmadığım apandis kanse­rinde uzun süreli remisyon dönemindeydi. Destek Grubuna katıldığım her seferde olduğu gibi, güçlü hissettiğini söyledi ki oksijen püskürten kanülüm burun deliklerimi gıdıklarken bu bana böbürlenmek gibi geliyordu.

Sıra ona gelmeden önce beş kişi daha konuştu. Ona vardı­ğında hafifçe gülümsedi. Sesi kısık, alçak perdeli ve ölümüne seksiydi. “Adım Augustus Waters,” dedi. “On yedi yaşındayım.

Bir buçuk yıl önce biraz osteosarkoma yakalandım, bugün de buraya Isaac’in isteği üzerine geldim.”

“Peki nasıl hissediyorsun?” diye sordu Patrick.

“Ah, harika.” Dudağının bir ucunu kaldırarak gülümsedi Augustus Waters. “Sadece yukarı çıkan bir hız trenindeyim, dostum.”

Bir saat çabucak geçti: Verilen savaşlar hikâye edildi, kay­bedilmesi kesin görünen cenklerin arasında muharebeler ka­zanıldı; umuda tutunuldu; aileler takdir edildi, aileler kınandı; arkadaşların bir türlü anlamadığında karar kılındı; gözyaşları döküldü; gönüller ferahlatıldı. Ne Augustus Waters ne de ben, Patrick, “Augustus, grupla korkularını paylaşmak ister misin?” diyene kadar konuştuk.

“Korkularımı mı?”

“Evet.”

“Unutulmaktan korkuyorum,” dedi bir an bile duraksama­dan. “Hani şu deyimdeki, karanlıktan korkan kör adam gibi.” “Bu söz için kötü bir zamanlama,” dedi Isaac gülümseyerek. “Düşüncesizlik mi yaptım?” diye sordu Augustus. “Diğer insanların hislerine karşı kör olabiliyorum.”

Isaac gülüyordu ama Patrick terbiye edici parmağını kal­dırıp, “Lütfen Augustus,” dedi. “Sana ve senin mücadelelerine dönelim. Unutulmaktan korkuyorum demiştin.”

“Demiştim,” diye yanıtladı Augustus.

Patrick’in kafası karışmış gibi görünüyordu. Binleri buna dair bir şey söylemek ister mi?”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıAynı Yıldızın Altında
  • Sayfa Sayısı320
  • YazarJohn Green
  • ÇevirmenÇiçek Eriş
  • ISBN9786053430933
  • Boyutlar, Kapak140 x 210 cm, Ciltli
  • YayıneviPegasus / 2013

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Kağıttan Kentler ~ John GreenKağıttan Kentler

    Kağıttan Kentler

    John Green

    Kendini ararken kaybolmanın ve yeni bir başlangıçla hayat ile aşkı keşfetmenin hikâyesi… Quentin Jacobsen tüm hayatını, maceraperestliğin kitabını yazmış Margo Roth Spiegelman’ı uzaktan severek...

  2. Alaska’nın Peşinde ~ John GreenAlaska’nın Peşinde

    Alaska’nın Peşinde

    John Green

    İlk içki, ilk şaka, ilk dost, ilk aşk, son sözler… Miles Halter, ünlülerin son sözlerine bayılan, sıradan bir gençtir. Evindeki güvenli hayata katlanamadığından François...

  3. İlk Aşk (19 Başarısız Denemeden Sonra) ~ John Greenİlk Aşk (19 Başarısız Denemeden Sonra)

    İlk Aşk (19 Başarısız Denemeden Sonra)

    John Green

    Konu ilişkiler oldu mu, Colin Singleton’ın tipi Katherine isimli kızlar… Ve konu Katherine isimli kızlar oldu mu, Colin her seferinde terk ediliyor. Tam sayı...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Orman Kitabı ~ Rudyard KiplingOrman Kitabı

    Orman Kitabı

    Rudyard Kipling

    Rudyard Kipling, bir ormanın derinliklerindeki hayvanlar ile insanların kimi zaman tehlikeli, kimi zaman mutluluk dolu yaşamını anlatıyor Orman Kitabı’nda. Kurtların büyütüp eğittiği ve vahşi...

  2. Dünyanın Merkezine Tünel Kazmak ~ Kevin WilsonDünyanın Merkezine Tünel Kazmak

    Dünyanın Merkezine Tünel Kazmak

    Kevin Wilson

    “Merak ediyorum, acaba insanoğlunun takıntıları da, Japon balıkları gibi, koşullar ne kadarına izin verirse o kadar mı büyüyor?” Kevin Wilson’ın karakterleri gerçekle hayal, sıradanla...

  3. Beyaz Geceler ~ Fyodor Mihayloviç DostoyevskiBeyaz Geceler

    Beyaz Geceler

    Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

    Yirmi yaşlarında hangi yalnız ve mutsuz erkek yıldızlı bir bahar gecesi şehrin sokaklarında yürürken bir köprübaşında gözyaşları döken bir genç kızı hayal etmez! Belki...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur