Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kehanetin Oyuncağı / Belgariad 1
Kehanetin Oyuncağı / Belgariad 1

Kehanetin Oyuncağı / Belgariad 1

Bülent Somay, David Eddings

Tanrılar Savaşı’nın ve Buyucu Belgarath ‘in işlerinin Hikâyesidir. -Alorn Kitabı’ndan alınmıştır DÜNYA YENİYKEN, yedi Tanrı uyum içinde yaşıyorlardı ve tüm insan kavimleri tek bir…

Tanrılar Savaşı’nın ve Buyucu Belgarath ‘in işlerinin Hikâyesidir.
-Alorn Kitabı’ndan alınmıştır

DÜNYA YENİYKEN, yedi Tanrı uyum içinde yaşıyorlardı ve tüm insan kavimleri tek bir halktılar. Tanrıların en genci olan Belar, Alornlar tarafından pek seviliyordu. Onlann arasında yaşıyor, onları el üstünde tutuyordu; Alornlar da onun gözetimi altında serpilip çoğalıyorlardı. Diğer Tanrıların da et­raflarına halklar toplanmıştı, her Tanrı kendi halkını gözetiyordu.

Ama Belar’ın en büyük kardeşi Aldur, hiçbir halkın tanrısı değildi, insanlardan ve Tanrılardan ayrı yaşıyordu; ama bir gün başıboş bir çocuk gelip buldu onu. Aldur bu çocuğu müridi olarak kabul etti ve adını Belgarath koydu. Belgarath İrade ve Söz’ün gücünü öğrendi ve büyücü oldu. Sonraki yıllarda başkaları da yalnız tanrıyı arayıp buldu­lar. Onun dizleri dibinde toplaşıp bir kardeşlik oluşturdular ve zaman onlara dokunmadı.

Bir gün, Aldur bir çocuk kalbi büyüklüğünde, küre şeklinde bir taş aldı ve yaşayan bir ruh haline getirene kadar elinde evirip çevirdi. İn­sanların Aldur Taşı dedikleri bu canlı mücevherin gücü çok büyüktü ve Aldur onunla mucizeler yarattı.

Tanrılar arasında en güzeli Torak’tı; onun halkına Angaraklar de­niyordu. Ona Efendilerin Efendisi diyerek kurbanlar adıyorlardı ve Torak sunaklarda yanan kurbanların kokusunu ve övgü sözlerini hoş karşılıyordu. Ancak Aldur Taşı’nın varlığını öğrendiği günden sonra Torak huzur nedir bilmedi.

En sonunda, iki yüzlü bir tavırla Aldur’un yanına gitti, “Birade­rim,” dedi, “refakatimizden ve muhabbetimizden kendini hariç tut­man münasip değil. Aklını başından alıp seni baştan çıkaran bu mü­cevheri terk et, aramıza dön.”

Aldur kardeşinin ruhuna baktı ve onu azarladı: “Niçin efendilik ve hâkimiyet peşinde koşuyorsun Torak? Angarak sana kâfi gelmiyor mu? Sakın kibirle Taşa sahip çıkmak istemeyesin, yoksa ölümün onun elinden olur.”

Torak Aldur’un sözleri karşısında o kadar utandı ki doğrulup kar­deşine vurdu. Sonra mücevheri alarak kaçtı.

Diğer Tanrılar Torak’ın mücevheri geri vermesini istediler, ama o kabul etmedi. O zaman insan kavimleri ayaklanıp Angarak orduları­nın karşısına dikildi ve onlarla savaşa tutuştu. Tanrıların ve insanların savaşları tüm ülkeleri sardı, ta ki Torak Korim Yükseltilerinin yakı­nında Taşı kaldırıp onun iradesini kendisininkine katarak yeryüzünü ikiye ayırmasını isteyene kadar. Dağlar yerle bir oldu ve denizler taş­tı. Ama Belar ve Aldur iradelerini birleştirip taşan denize sınır koydu­lar. Ancak insan kavimleri birbirinden ayrıldı; Tanrılar da öyle.

Torak yaşayan Taşı yeryüzüne karşı kaldırdığında, Taş uyanıp kutsal bir alevle parlamaya başlamıştı. Torak’ın yüzü bu mavi ateşle yandı. Acıyla dağlan devirdi, ıstırapla yeryüzünü ortadan çatlattı, azabıyla denizleri kabarttı. Sol eli alev aldı ve kül oldu, yüzünün sol yanı mum gibi eridi, sol gözü yuvasının içinde kaynayıp yok oldu. Dehşetli bir çığlık atarak ateşini söndürmek için kendini denize attı, ama ıstırabının sonu yoktu.

Torak sudan çıktığında sağ yanı hâlâ güzeldi, ama sol yanı Taşın ateşiyle yanıp korkunç yaralar içinde kalmıştı. Sonsuz bir acıyla hal­kını doğuya götürdü; Mallorya yaylalarında dev bir şehir kurup adına Cthol Mishrak, Gece Şehri dediler; çünkü Torak yanık yüzünü karan­lıkta saklamak istiyordu. Angaraklar tanrıları için demir bir kule inşa edip, Taşı demir bir kutu içinde kulenin en tepesine yerleştirdiler. Ba­zen Torak kutunun başında durur, sonra Taşa duyduğu arzu onu tama­men yok etmesin diye, ağlayarak kaçardı.

Angarak ülkelerinde asırlar geçip gitti ve Angaraklar yaralı tanrı­larına Kal Torak, yani hem Kral hem Tanrı dediler.

Belar Alornlan kuzeye götürmüştü. Tüm insan kavimleri içinde en dayanıklı ve savaşkan olan onlardı; Belar yüreklerine Angaraklara karşı ebedi bir kin yerleştirdi. Korkunç kılıçlan ve baltalarıyla tüm kuzeyi, hatta hiç çözülmeyen buz topraklannı bile araştırdılar, kadim düşmanlanna ulaşacak bir yol aradılar.

Bir gün geldi, Alornların en büyük kralı Ayıcüsseli Çerek, Aldur Vadisine vanp Büyücü Belgarath’ı buldu. “Kuzeye giden yol açıldı,” dedi. “Alametler ve kehanetler uygun. Gece Şehri’ne giden yolu bulup

Taşı Tekgöz’den geri almamızın vakti geldi.”

Belgarath’ın kansı Poledra hamileydi ve Belgarath onu terk etmek istemiyordu. Ama Çerek ısrar etti. Bir gece kaçıp Çerek’in oğullan Boğaense Dras, Hızlıayak Algar ve Demirpençe Riva ile buluştular.

Kuzey topraklanna acımasız kış gelmişti ve kırlar yıldızlann altın­da don ve çelik grisi buzlarla parlıyordu. Yollannı bulmak için Belga­rath bir büyü yaptı ve büyük bir kurt şeklini aldı. Sessiz adımlarla, ağaçların keskin soğuktan çatırdayıp parçalandığı kar kaplı ormanlara daldı. Don, kurdun boynunu ve omuzlannı gümüşe kesti ve o günden sonra Belgarath’ın saçı ve sakalı gümüş rengi kaldı.

Kar ve sislerin arasından Mallorya’ya geçtiler ve nihayet Cthol Mishrak’a. vardılar. Şehre giren gizli bir yol bulan Belgarath, onlan demir kulenin dibine götürdü. Sessizce yirmi asırdır insan ayağı değ­memiş paslı demir merdivenleri tırmandılar. Yaralı yüzü çelik bir maskeyle gizlenmiş Torak’ın acılar içinde uyuduğu odaya korkuyla girdiler. Boğucu karanlıkta, uyuyan tannnın yanından gizlice geçtiler ve sonunda yaşayan Taşın saklandığı demir kutunun bulunduğu oda­ya vardılar.

Çerek Belgarath’a Taşı almasını söyledi, ama Belgarath reddetti. “Ona elimi süremem, yoksa beni mahveder,” dedi. “Bir zamanlar in-sanlann veya Tannlann dokunuşunu kabul ederdi, ama Torak onu anasına zarar vermek üzere kaldıralı beri iradesi katılaştı. Şimdi ona ancak hiçbir kötü niyeti olmayan, gönlünde hiçbir iktidar ya da mülki­yet hırsı bulunmayacak, hayatını tehlikeye atabilecek kadar temiz biri dokunabilir.”

“Hangi insanın ruhunun derinliklerinde hiçbir kötü niyet yoktur ki?” diye sordu Çerek. Ama Demirpençe Riva kutuyu açtı ve Taşı eli­ne aldı. Taşın ateşi elinde parladı ama onu yakmadı.

“işte böyle Çerek,” dedi Belgarath. “En küçük oğlun temizmiş. Bu onun ve onun ardından Taşı taşıyacak olanlann kaderi.” Ve Belga­rath, Riva’nın sırtına yüklediği ağırlığı bilerek içini çekti.

“Öyleyse bu kader onun sırtında olduğu sürece,” dedi Çerek, “kar­deşleri ve ben de ona destek olacağız.”

Riva Taşın ışığını peleriniyle örttü ve tuniğinin içine soktu. Yeni­den yaralı tannnın odasından geçtiler, paslı merdiveni inip gizli geçit­ten geçerek şehrin kapısına vardılar, oradan da çorak bozkırlara çıktı­lar.

Bir süre sonra Torak uyandı ve âdeti olduğu üzre, Taşın odasına gitti. Ama kutu açık duruyordu ve Taş yoktu. Kal Torak’ın gazabı kor­kunç oldu. Koca kılıcını alarak demir kuleden çıktı; kuleye kılıcıyla bir kere vurdu ve kule çöktü. Angaraklara gökgürültüsü gibi bir sesle dedi ki: “Tembel ve aylak oldunuz ve hırsızın birinin, uğruna en müt­hiş bedeli ödediğim şeyi çalmasına izin verdiniz; bu yüzden şehrinizi yıkacağım ve yanan taş, Cthrag Yaska bana geri verilene kadar yeryü­zünde avare gezeceksiniz.” Sonra Gece Şehri’ni harabeye çevirdi ve Angaraklan vahşi topraklara sürdü; Cthol Mishrak artık yoktu.

Üç fersah ötede Belgarath şehirden gelen çığlıkları duydu ve To­rak’ın uyandığını anladı. “Şimdi peşimize takılacak,” dedi; “bizi an­cak Taşın gücü kurtarabilir. Demirpençe, ordular bizi yakaladığında taşı kaldır ki onu görsünler.”

Torak başlannda, Angarak orduları onlara yetişti, ama Riva yaralı Tann ve orduları onu görsün diye Taşı kaldırdı. Taş düşmanını tanıdı. Nefreti yeniden alevlendi ve gazabıyla gökler aydınlandı. Torak çığ­lıklar atarak geri döndü; Angarak ordusunun ön safları ateşte eridi, sağ kalanlarsa kaçtılar.

Böylece Belgarath ve yolarkadaşlan Mallorya’dan kaçtılar ve ku­zey bataklıklanndan geçerek Taşı yeniden Batı Krallıklarına getirdi­ler.

Bütün olup bitenleri bilen Tanrılar toplandılar ve Aldur dedi ki: “Eğer kardeşimiz Torak’la yeniden savaşa tutuşursak, kavgamız dün­yayı yok edecek. O yüzden dünyadan elimizi eteğimizi çekmeliyiz ki kardeşimiz bizi bulamasın. Artık halkımıza yol göstermek ve koru­mak için vücudumuzla değil ruhumuzla burada olmalıyız. Dünyanın selameti için böyle olması gerekiyor. Çünkü savaşı başlattığımız gün dünya yok olur.”

Tanrılar dünyayı terk etmek zorunda kaldıkları için yas tuttular. Ama Arendlerin Boğa Tannsı Chaldan, “Peki, bizim yokluğumuzda Torak dünyaya hâkim olmayacak mı?” diye sordu.

“Hayır,” dedi Aldur. “Taş Demirpençe Riva’nın soyunun elinde kaldıkça, Torak hâkim olamaz.”

Böylece Tanrılar dünyayı terk ettiler ve geride sadece Torak kaldı. Ancak Taşın Riva’nın elinde olmasının kendi hâkimiyetine engel ol­duğunu bilmek ruhunu muazzep ediyordu.

Derken Belgarath, Çerek ve oğullarına dedi ki: “Şimdi Taşı koru­mak ve Torak’a karşı hazırlanmak için ayrılmalıyız. Her birimiz ha­zırlanmak için anlattığım şekilde ayrı bir yola gitmeliyiz.”

“Dediğin olacak Belgarath,” dedi Ayıcüsseli Çerek. “Bugünden itibaren artık Alorya yok, ama tek bir Alorn bile sağ kaldıkça, To­rak’ın hâkimiyetini tanımayacağız.”

Belgarath başını kaldırdı. “Dinle Tekgöz Torak,” diye haykırdı. “Yaşayan Taş emin bir yerde ve o varken sen hâkim olamayacaksın. Ola ki bir gün karşımıza çıkarsan, seninle harbe tutuşacağım. Her gün gözüm üzerinde olacak ve ta kıyamete kadar hâkimiyetine mani ola­cağım.”

Mallorya’nın çorak bozkırlarında Kal Torak Belgarath’ın sesini duydu ve öfkeyle tepindi, çünkü yaşayan Taşın artık erişemeyeceği bir yerde olduğunu anlamıştı.

Sonra Çerek oğullarını kucakladı ve bir daha görüşmemek üzere onlardan ayrıldı. Dras kuzeye gitti ve Mrin nehrinin kıyılarına yerleş­ti. Boktor’da bir şehir kurdu ve ülkesinin adına Drasniya dedi. O ve çocukları kuzey bataklıklarını kolladılar ve düşmanın geçmesine izin vermediler. Algar halkıyla birlikte güneye indi ve Aldur nehrinin su­ladığı ovalarda atlar buldu. Atlan ehlileştirip sürmesini öğrendiler ve insanın tarihinde ilk kez atlı savaşçılar ortaya çıktı. Ülkelerine Algar-ya dediler ve sürülerini güderek göçebe hayatı yaşamaya başladılar. Çerek yalnız başına ve oğullarından ayrılmanın üzüntüsüyle Val Alorn’a döndü. Uzun savaş gemileri yaparak denizlerde kol gezdi ve düşmanları denizlerine sokmadı.

Taşın koruyucusu ise en uzun yolculuğa çıktı. Riva halkını alarak Sendarya’nın batı kıyısına gitti. Orada gemiler inşa etti ve halkıyla birlikte Rüzgârlar Adası’na geçtiler. Buraya varınca gemilerini yaktı­lar, bir kale ve kalenin etrafında duvarlarla çevrili bir şehir yaptılar. Şehre Riva, kaleye de Riva Kralının Şatosu dediler. Sonra Alornlann Tanrısı Belar, gökten iki demir yıldız düşürdü ve Riva bu yıldızlan alıp birinden bir kılıç ağzı, diğerinden ise bir kabza yaptı, Taşı da kab­zanın başına yerleştirdi. Kılıç o kadar büyüktü ki Riva’dan başka kim­se kaldıramıyordu. Mallorya’nın çorak bozkırlarında Kal Torak, kılı­cın dövülüşünü ruhunda hissetti ve ilk kez korkuyu tattı.

Kılıç, Riva’nın tahtının arkasındaki kara taş duvara, Taş üste gele­cek şekilde asıldı; kılıç taş duvarla öylesine kaynaşmıştı ki, Riva’dan başka kimse onu yerinden alamazdı. Riva tahtında oturduğunda Taş soğuk bir ateşle yanıyordu. Kılıcı duvardan alıp kaldırdığında ise so­ğuk ateşten bir dile dönüşüyordu.

En büyük mucize ise Riva’nın varisinin belirlenmesindeydi.

Her kuşakta, Riva soyundan bir çocuk avucunda Taşın izini taşıyordu. Bu izle doğan çocuk taht odasına götürülüyor ve eli, Taş onu tanısın diye üzerine konuluyordu. Her çocuğun dokunuşunda Taşın parlaklığı artı­yor, yaşayan Taşla Riva soyu arasındaki bağ her kaynaşmada biraz daha güçleniyordu.

Belgarath yoldaşlarından ayrılınca Aldur Vadisine döndü. Ancak oraya vardığında kansı Poledra’nın ikiz kız çocukları doğurduktan sonra öldüğünü öğrendi. Acı içinde, daha büyük olan kıza Polgara adını verdi. Polgara’nın saçları kuzgun kanadı kadar karaydı. Belga­rath büyücü usulünce elini kızının başına koydu ve elinin değdiği yer­deki bir bukle saç buz beyazına döndü. O zaman Belgarath’ı bir dü­şüncedir aldı, çünkü beyaz bukle büyücülerin işaretiydi ve Polgara bu işareti taşıyan ilk kız çocuğuydu.

tkinci kızı beyaz tenli ve altın rengi saçlıydı ve büyücü işaretini ta­şımıyordu. Ona Beldaran adını verdi ve kara saçlı kızı Polgara’yla Belgarath Beldaran’ı her şeyden çok sevdiler ve onun sevgisi için bir­birleriyle yarıştılar.

Polgara ve Beldaran on altı yaşlarına geldiklerinde Aldur’un Ruhu Belgarath’a rüyasında göründü ve “Sevgili müridim,” dedi; “senin so­yunla Taşın koruyucusunun soyunu birleştireceğim. O yüzden hangi kızının Riva Kralının kansı ve soyunun anası olacağını seç, çünkü dünyanın Torak’ın kara gücünü hükümsüz kılacak olan umudu o soy­dadır.”

Ruhunun derin sessizliğinde Belgarath Polgara’yı seçmek istedi. Ama Riva Kralının omuzlanndaki büyük yükü düşündü ve onun yeri­ne Beldaran’ı yolladı ve ardından ağladı. Polgara da uzun uzun ve acıyla ağladı kardeşinin ardından, çünkü onun bu yüzden yaşlanıp öleceğini biliyordu. Ama zamanla baba kız birbirlerini teselli ettiler ve yavaş yavaş birbirlerini tanır oldular.

Torak’ı gözlemek için güçlerini birleştirdiler. Bazılan der ki, hâlâ yaşarlarmış ve sayısız asır boyunca nöbetlerini sürdürürlermiş.

BİRİNCİ BÖLÜM

GARION’UN ilk hatırladığı şey, Faldor’un çiftliğinin mutfa­ğıydı. Hayatının geri kalan kısmında mutfaklara hep özel, sıcak bir ilgi duymuştur; mutfaklara ve bir araya geldikle­rinde sevgi, yiyecek, huzur, güvenlik ve hepsinden önemli­si, ev denen şey hakkında curcunah bir ciddiyet hissi yaratan ses ve kokulara. Hayatta ne kadar yükselirse yükselsin, bütün anılarının o mutfakta başladığını hiç unutmadı.

Faldor’un çiftliğindeki mutfak, fırınlar, kazanlar ve kemerli, ma­ğara gibi ocakların üzerinde dönüp duran dev şişlerle dolu, büyük, al­çak kirişli bir odaydı. Uzun, ağır masaların üzerinde ekmekler yoğu-rulur, tavuklar yolunur, havuçlar ve kerevizler uzun, kıvnk bıçakların seri, salınan darbeleriyle doğranırdı. Garion çok küçükken o masala­rın altında oynardı; çok kısa zamanda parmaklarını masaların etrafın­da çalışan mutfak görevlilerinin ayaklan altına sokmaması gerektiği­ni öğrenmişti. Bazı akşamüstleri yorulduğunda bir köşeye uzanır, yüzlerce tencereden ve beyaz badanalı duvarlardaki çivilere asılı bı­çaklardan, uzun saplı kaşıklardan yansıyan parlak ateşlerden birini seyre dalar, huşu içinde, eksiksiz bir huzur ve çevresindeki dünyayla uyum hissiyle uyuyakalırdı.

Mutfağın ve mutfakta olup biten her şeyin merkezi Pol Teyzeydi. Nasıl beceriyorsa, aynı anda her yerde birden olmayı başarırdı. Fırın tepsisindeki kazı yağlayan, kabaran bir somuna şeklini veren ya da fı­rından yeni çıkmış bir jambonu süsleyen son dokunuş hep onun elin­den çıkardı. Mutfakta çalışan bir sürü insan olmasına rağmen, ekmek olsun, haşlama olsun, çorba olsun, fırınlanmış et olsun, sebze olsun, hiçbir şey Pol Teyzenin eli en az bir kere değmeden mutfağı terk et­mezdi. Her yemeğin tam nasıl olması gerektiğini kokusundan, tadın­dan ya da daha yüksek bir içgörüyle anlar ve bir tutam, bir nebze katarak, toprak baharat kaplarını şöyle bir silkeleyerek kıvamını tutturur­du. Sanki bir tür büyü vardı onda; sıradan insanların ötesinde bir bilgi ve güç. Ama en meşgul olduğu zamanlarda bile, Garion’un nerede ol­duğunu tamı tamına bilirdi. Tam bir kek kabartırken, özel bir pastayı süslerken ya da doldurulmuş tavuğu kapatırken, hiç o tarafa bakma­dan ayağını uzatıp Garion’u ayak altından güvenli bir yere çekiverirdi.

Garion biraz büyüdüğünde bunu bir oyun haline getirdi. Pol Tey­zenin kendisini fark edemeyecek kadar meşgul olduğu bir anı kollar, sonra gülerek, küçük, güçlü bacaklarıyla kapıya doğru koşmaya baş­lardı. Ama Pol Teyze onu her seferinde yakalardı. Garion da gülerek boynuna sarılıp onu öper, sonra da bir köşeye çekilip yeniden kaçmak için fırsat kollardı.

O yıllarda Pol Teyzesinin dünyadaki en önemli ve en güzel kadın olduğuna inanmıştı. Bir kere çevresindeki bütün kadınlardan daha uzun boyluydu, neredeyse bir erkek kadar, ayrıca yüzü de hep ciddiy­di, neredeyse asık yüzlü denecek kadar; Garion’la birlikte olduğu za­manlar hariç tabii. Saçları uzun ve çok koyu renkliydi, neredeyse si­yah; alnının sol tarafındaki kar beyazı bir perçem hariç. Gece, onu mutfağın üzerindeki odalarında, kendisininkinin hemen yanındaki ya­tağına yatırıp sıkıca örttüğünde, uzanıp o perçeme dokunurdu, Pol Teyze de gülümseyip yumuşacık eliyle yüzünü okşardı. O zaman Pol Teyzenin orada, ona mukayyet olduğunu bilmenin huzuruyla uykuya dalardı.

Faldor’un çiftliği, batısında Rüzgârlar Denizi, doğusunda ise Çe-rek Körfezi bulunan sisli bir krallık olan Sendarya’nın neredeyse tam ortasındaydı. O mekânın ve zamanın tüm çiftlik evleri gibi, Faldor’un çiftliği de bir-iki evden değil, sağlam bir kapısı olan merkezi bir ala­nın çevresine toplanmış kulübeler, ahırlar, kümesler ve güvercinlik­lerden oluşan sağlam bir binalar kümesiydi. Binaların ikinci katlan boyunca, duvarların ötesindeki topraklan eken ve süren işçilerin ya­şadığı irili ufaklı odalar diziliydi. Faldor’un kendi dairesi, işçilerinin günde üç kez, hasat zamanlan ise bazen dört kez toplanıp Pol Teyze­nin mutfağının ihsanlanyla şölen yaptıklan merkezi yemek salonu­nun üzerindeki kare şeklindeki kuledeydi.

Kısacası, çok mutlu ve uyumlu bir yerdi burası. Çiftçi Faldor iyi bir efendiydi. Uzun burunlu, daha da uzun çeneli, uzun boylu ciddi bir adamdı. Pek az gülmesine, hatta pek az gülümsemesine rağmen, ya­nında çalışanlara iyi davranır, onlan terlerinin son damlasına kadar

çalıştırmaktan ziyade, sağlık ve refah içinde yaşatmakla daha fazla il­gilenir gibi görünürdü, îşletmesindeki altmış küsur insan için bir efen­diden çok bir baba gibiydi. Yemeğini onlarla birlikte yerdi; seyrek gö­rülen bir durumdu bu, çünkü bölgedeki çoğu çiftçi kendilerini işçile­rinden ayn tutmayı tercih ederdi. Yemek salonunun ortasındaki masa­nın başındaki varlığı, bazen gürültücülük yapmaya eğilimli gençler üzerinde sakinleştirici bir etki yapardı. Çiftçi Faldor dindar bir adam­dı ve her yemekten önce mutlaka Tannlara kendilerini kutsamalan için sade bir dua ederdi. Çiftliğinin halkı onun bu huyunu bildiği için yemeklerden önce yemek salonuna kibarca girer, Pol Teyzenin ve yardımcılannın önlerine koyduğu tabaklara saldırmadan önce dindar­ca bir saygıyla duanın bitmesini beklerlerdi.

Faldor’un iyi kalbi ve Pol Teyzenin becerikli parmaklan sayesinde çiftlik, yirmi fersahlık bir bölge içinde çalışması ve yaşaması en iyi yer olarak nam salmıştı. Yakındaki Yukarı Gralt köyünün meyhane­sinde akşamlar, Faldor’un çiftliğinde sunulan neredeyse mucizevi ye­meklerin tasviriyle geçerdi. Başka çiftliklerde çalışan kısmetsizler, birkaç kupa bira içtikten sonra, Pol Teyzenin fınnlanmış kazının tari­fini duyduklannda açık açık ağlarlardı; Faldor’un çiftliğinin ünü tüm bölgeyi sarmıştı kısacası.

Çiftlikte Faldor’dan sonra en önemli kişi, demirci Durnik’ti. Gari­on büyüyüp de Pol Teyzenin göz menzilinden dışan çıkmasına izin verilince, hemen demirci işliğinin yolunu keşfetti. Durnik’in ocağın­dan çıkan kıpkızıl parlayan demir, onu büyülüyordu. Durnik kahve­rengi saçlı, sıradan görünüşlü bir adamdı; fazla bir özelliği olmayan yüzü, ocağının sıcaklığından pespembeydi. Ne uzun ne kısa, ne zayıf ne de şişmandı, îzan sahibi ve sessizdi; birçok meslektaşı gibi de son derece kuvvetliydi. Kaba deriden bir yelek ve deri bir önlük giyerdi. Bunlann ikisi de ocağından uçuşan kıvılcımlar yüzünden yanık izle­riyle doluydu. Sendarya’nın o bölgesinde âdet olduğu üzre dar bir pantolonu ve yumuşak deri çizmeleri vardı. Başlangıçta Durnik’in Garion’a söylediği tek şey, ellerini ocaktan ve kızgın demirden uzak tutması gerektiğiydi. Ancak zamanla arkadaş oldular ve Durnik daha sık konuşmaya başladı.

“Başladığın işi mutlaka bitir,” derdi. “Kızgınken bir yana bırakıp sonra gereğinden fazla yeniden ısıtmak, demire iyi gelmez.”

“Neden?” diye sorardı Garion.

“Öyledir işte,” diye omuzlarını silkerdi Durnik.

Bir araba dingilinin metal kısmını onarmayı bitirip son birkaç eğe darbesiyle düzeltirken, “Daima elinden gelenin en iyisini yap,” de­mişti.

“Ama o parça altta kalıyor,” demişti Garion. “Kimse görmeyecek ki.”

Durnik metali düzeltmeye devam ederek, “Ama ben onun orada olduğunu biliyorum ya,” demişti. “Eğer elimden gelenin en iyisini yapmamışsam, o arabayı her gördüğümde utanırım; bu arabayı da her gün göreceğim.”

Böyle devam etti dostlukları. Durnik hiçbir özel gayret gösterme­den, küçük çocuğu çalışkanlık, tutumluluk, izan, kibarlık ve işbilirlik gibi, Sendar toplumunun belkemiğini oluşturan erdemlerle eğitiyor­du.

Önceleri, Pol Teyze demirci dükkanındaki bariz tehlikeleri düşü­nerek, Garion’un buranın cazibesine kapılmasından kaygılanmıştı; ancak bir süre mutfak kapısından onları seyrettikten sonra, Durnik’in Garion’un güvenliği konusunda kendisi kadar hassas olduğunu gördü ve endişesi azaldı.

“Eğer oğlan seni rahatsız ederse Durnik Efendi,” dedi büyük bir bakır kazanı demirciye tamire getirdiği bir gün, “kovalamakta tered­düt etme. Ya da bana söyle, ben onu mutfak civarında tutarım.”

“Bir zararı yok Pol Hanım,” dedi Durnik gülümseyerek. “Akıllı çocuk Garion, ayak altında dolaşmamayı biliyor.”

“Ne kadar iyi huylusun dostum Durnik,” dedi Pol Teyze. “Oğlanın sorulan bitmek bilmez. Birine cevap ver, bir düzine yeni soru bulur.”

“Oğlanlar öyledir,” dedi Durnik, kazanın dibindeki deliğin çevre­sine yerleştirdiği kil halkanın içine dikkatle kaynar metal dökerken. “Çocukken ben de çok soru sorardım. Babam ve beni eğiten demirci ihtiyar Bari, bana cevap verecek kadar sabırlıydılar. Aynı sabrı ben de Garion’a göstermezsem, onlara borcumu ödememiş olurum.”

Garion yakında oturmuş, nefesini tutarak konuşmayı izliyordu. Taraflardan birinin edeceği tek bir yanlış sözün demirciye bir daha girmesinin anında yasaklanmasına yol açacağını biliyordu. Pol Teyze tamir olmuş kazanıyla bahçenin sıkıştırılmış toprak zemini üzerinden yürüyerek mutfağa dönerken, Garion Durnik’in ona bakışını gördü ve zihninde bir fikir belirdi. Basit bir fikirdi, ama harika yanı, herkes için faydalı bir yanı olmasıydı.

O gece, Pol Teyze kulaklarını sert bir bezle silerken acıyla “Pol

Teyze, “dedi.

“Evet?” Pol Teyzenin dikkati bu kez boynuna çevrilmişti.

“Neden Durnik’le evlenmiyorsun?”

Pol silmeyi bıraktı aniden: “Ne?”

“Bence çok iyi bir fikir.”

“Yaa, öyle mi?” Sesinde öfke belirtileri vardı ve Garion tehlikeli bir zeminde olduğunu anladı.

“O da senden hoşlanıyor,” dedi kendini savunarak.

“Eh, artık herhalde bu konuyu onunla da konuşmuşsundur?”

“Hayır,” dedi Garion, “önce seninle konuşmanın daha iyi olacağı­nı düşünmüştüm.”

“Bak, bu iyi fikirmiş işte.”

“Ama istersen yarın sabah onunla konuşabilirim.”

Bir kulağı sertçe yakalanarak kafası çevrildi. Garion kulaklarının Pol Teyze için fazla elverişli olduğunu düşünmeden edemedi.

“Sakın bu saçmalıktan Durnik’e ya da bir başkasına tek kelime bi­le edeyim deme,” dedi Pol, kara gözlerinde Garion’un daha önce hiç görmediği bir ateşle.

“Öylesine bir düşünceydi işte.”

“Kötü bir düşünce. Bundan sonra düşünmeyi büyüklere bırak.” Kulağını hâlâ tutuyordu.

Aceleyle, “Nasıl istersen,” dedi Garion.

O gece sakin karanlıkta yataklarına uzanmışken soruna başka bir açıdan yaklaşmayı denedi.

“Pol Teyze?”

“Evet?”

“Durnik’le evlenmek istemediğine göre, kiminle evlenmek istiyor­sun?”

“Garion,” dedi Pol.

“Evet?”

“Çeneni kapa ve uyu.”

incinmiş bir sesle “Bilmek hakkımdır diye düşünmüştüm,” dedi Garion.

“Garion!”

“Tamam, uyuyorum, ama haksızlık ediyorsun bence.”

Pol derin bir nefes aldı. “Pekâlâ,” dedi. “Evlenmeyi düşünmüyo­rum. Evlenmeyi hiç düşünmedim, ileride de düşüneceğimi hiç sanmı­yorum; bunlarla uğraşamayacak kadar önemli işlerim var.”

“Üzülme Pol Teyze,” dedi Garion, onu rahatlatmaya çalışarak. “Büyüyünce ben evlenirim seninle.”

Bunun üzerine Pol güldü, derin, dolu dolu bir kahkahayla, sonra karanlıkta uzanarak onun yüzünü okşadı. “Hayır, Garion’cuğum,” de­di. “Senin evleneceğin başka bir kadın var.”

“Kim?” diye sordu çocuk.

“Zamanı gelince görürsün,” dedi kadın esrarengiz bir tavırla. “Şimdi uyu bakalım.”

“Pol Teyze?”

“Evet?”

“Annem nerede?” Ne zamandır sormaya niyetlendiği bir soruydu bu.

Uzun bir sessizlik oldu. Sonra Pol Teyze içini çekti. “Öldü,” dedi sessizce.

Garion ansızın bir üzüntü dalgasının içini kapladığını hissetti, da­yanılmaz bir acıydı bu. Ağlamaya başladı.

Bunun üzerinde Pol Teyze yatağının başucunda beliriverdi. Yere diz çöküp onu kucakladı. Sonunda, çok uzun bir süre sonra, Pol Teyze onu kendi yatağına götürdükten ve üzüntüsü vaktini doldurup geçene kadar kollarında tuttuktan sonra, Garion kırık bir sesle sordu: “Nasıl biriydi? Annem yani?”

“Şansındı,” dedi Pol Teyze. “Çok genç ve çok güzeldi. Sesi çok tatlıydı ve çok mutlu bir kadındı.”

“Beni seviyor muydu?”

“Hayal edebileceğinden de çok.”

Sonra Garion yeniden ağladı, ama bu kez ağlaması daha sakindi, acıdan değil de kederden ağlıyor gibiydi.

Pol Teyze uyuyakalana kadar sıkı sıkı tuttu onu kollarında.

Altmış kişilik bir topluluk olduğu için, haliyle Faldor’un çiftliğinde başka çocuklar da vardı. Çiftlikteki daha büyük çocukların hepsi çalı­şıyordu, ama aşağı yukarı Garion’un yaşlarında üç çocuk daha vardı. Bu üçü onun oyun arkadaşı ve dostu oldular.

En büyük çocuğun adı Rundorig’di. Garion’dan bir-iki yaş daha büyük, biraz daha uzun boyluydu. En büyükleri olduğu için önderleri­nin de o olması beklenirdi, ama Rundorig bir Arend olduğu için anla­yışı azıcık kıttı, bu yüzden de daha küçük çocukların önderliğini ne­şeyle kabul ediyordu. Sendarya krallığı, diğer krallıkların aksine çe-

şitli ırklardan insanların bir arada bulunduğu bir yerdi. Çerekler, Al-garlar, Drasniyalılar, Arendler, hatta önemli miktarda Tolnedralı kay­naşarak Sendar ülkesinin çekirdeğini oluşturmuşlardı. Arendler çok cesurdular tabii ki, ama aynı zamanda da kalın kafalılıkları meşhurdu.

Garion’un ikinci arkadaşının adı Doroon’du; küçük, eline çabuk bir çocuk olan Doroon’un soyu o kadar karışıktı ki ona ancak Sendar denilebilirdi. Doroon’un en önemli özelliği sürekli koşuşturma halin­de olmasıydı; eğer koşabilecek durumdaysa asla yürümezdi. Ayaklan gibi kafası ve dili de aceleden sürekli tökezlenirdi. Durmadan ve çok hızla konuşurdu ve hep heyecanlıydı.

Bu dörtlünün tartışmasız önderi, Zubrette adlı kızdı. Altın rengi saçlan olan bu baştan çıkarma uzmanı, oynayacakları oyunlan icat eder, onlara hikâyeler anlatır ve Faldor’un mey va bahçelerinden ken­disine elma ve erik çalmalan için oğlanlan kışkırtırdı. Küçük bir kra­liçe gibi yönetirdi hepsini, oğlanlan birbirlerine karşı kışkırtır, kavga­lar çıkanrdı. Kalpsiz bir kızdı ve oğlanlann üçü de zaman zaman on­dan nefret etmelerine rağmen, en küçük kaprisine bile kölece boyun eğerlerdi.

Kışlan, çiftliğin yakınındaki karlı tepeden aşağı geniş tahtalann üzerinde kayarlar ve akşamın mor gölgeleri kar üzerinde uzanmaya başlarken, ıslak ve karla kaplı bir halde, çatlak eller ve parlayan ya­naklarla eve dönerlerdi. Ya da, demirci Durnik buz kalınlığının gü­venli olduğunu ilan ettikten sonra, çiftlik binalannın hemen doğusun­da, Yukan Gralt yolu üzerindeki bir vadide buz gibi panldayan don­muş gölcükte dur durak bilmeden kayarlardı. Hava çok soğuk oldu­ğunda ya da bahara doğru, yağmurlar ve ılık rüzgârlar karı cıvıklaştı-np gölcükte kaymayı güvensiz hale getirdiği zaman, samanlıkta top­lanır ve balkondan zemindeki yumuşak samanlann üstüne atlarlar, saçlannı saman çöpleriyle, burunlannı da yazın kokusunu taşıyan toz­larla doldururlardı.

Baharda gölcüğün sazlık kıyılannda kurbağa yavruları yakalar, ağaçlara tırmanıp kuşlann yüksek dallarda çerçöpten kurduğu yuva­lardaki mavi yumurtalan hayranlıkla seyrederlerdi.

Güzel bir bahar sabahı, Zubrette onlan ağacın daha yüksek dalları­na tırmanmalan için kışkırttığında, düşüp kolunu kıran Doroon oldu tabiatiyle. Rundorig ağzı açık, çaresiz bir halde yaralı arkadaşına ba-kakaldığı için ve Zubrette de daha Doroon yere değmeden toz olduğu için, bazı gerekli kararlan verme işi de Garion’a kaldı. Kum rengi saçlarının çerçevelediği genç yüzünde ciddi bir ifadeyle durumu bir-iki saniye boyunca temkinli bir biçimde değerlendirdi. Kolun kırılmış ol­duğu belliydi; rengi uçmuş ve dehşete kapılmış olan Doroon ise, ağla­mamak için dudağını ısmyordu.

O sırada Garion’un gözüne bir kıpırtı ilişti ve hızla başını kaldıra­rak baktı. Kocaman siyah bir ata binmiş kara pelerinli bir adam, pek uzak olmayan bir mesafeden olup biteni dikkatle izliyordu. Göz göze geldiklerinde, Garion bir an için vücudunda bir ürpertinin dolaştığını hissetti ve bu adamı daha önce de görmüş olduğunu fark etti; kendisi­ni bildi bileli bu karanlık adam hep göz ucuyla görebileceği yerlerde olmuştu, hiç konuşmadan, hep izleyerek. O sessiz bakışta soğuk bir düşmanlık vardı, bir de düşmanlıkla kansan ve korkuya çok benzeyen ama tam da korku olmayan bir his. Tam o sırada Doroon inledi ve Ga­rion dönüp ona baktı.

Dikkatle kırık kolu ip kemeriyle Doroon’un göğsüne bağladı, son­ra Rundorig’le birlikte ayağa kalkmasına yardım ettiler.

“Bari bize yardım etseydi,” dedi Garion kızgınlıkla.

“Kim?” diye sordu Rundorig etrafına bakınarak.

Garion kara pelerinli adamı göstermek için döndü, ama atlı yok ol­muştu.

“Ben kimseyi görmedim,” dedi Rundorig.

“Canım acıyor,” dedi Doroon.

“Üzme kendini,” dedi Garion. “Pol Teyze halleder.”

Halletti de. Üç çocuk mutfağının kapısında belirdiklerinde, duru­mu bir bakışta anladı. “Buraya getirin,” dedi Rundorig’le Garion’a, se­sinde en ufak bir heyecan belirtisi bile yoktu. Sararmış ve şiddetle tit­reyen çocuğu fırınlardan birinin yanında bir tabureye oturttu ve kiler­lerden birinin arkasındaki yüksek bir raftan aldığı toprak çanakların içindeki şifalı otlan kaynatmaya başladı.

“Bunu iç,” dedi Doroon’a dumanı tüten bir bardak uzatarak.

“Kolumu iyileştirecek mi?” diye sordu Doroon kötü kokulu sıvıya kuşkuyla bakarak.

“Sen iç hele,” diye emretti Pol Teyze; bir yandan da kırığa destek olacak tahta parçaları ve sargı bezlerini hazırlıyordu.

“Iğğğ!” dedi Doroon yüzünü buruşturarak, “iğrenç.”

“Öyle olması lazım,” dedi Pol. “Hepsini iç.”

“içmesem daha iyi olacak.”

“Pekâlâ.” Tahtalan ve sargı bezlerini bir yana itip, duvardaki bir çengelden uzun ve çok keskin bir bıçak aldı.

Doroon titrek bir sesle, “Onunla ne yapacaksın?” diye sordu.

“ilacı içmediğine göre,” dedi Pol yumuşak bir sesle, “kesmem ge­rekecek.”

“Kesmek mi?” diye bir çığlık attı Doroon gözleri yuvalanndan uğ­rayarak.

“Şuradan olabilir,” dedi Pol, bıçağın sivri ucunu dirseğe düşünceli bir tavırla dokundurarak.

Gözleri yaşaran Doroon sıvının kalanını bir dikişte bitirdi; birkaç dakika sonra başı önüne düşüyor, taburenin üstünde uyukluyordu ne­redeyse. Pol Teyze kmk kemiği yerine oturturken bir çığlık attı, ama tahtalar yerleştirilip kol sanldıktan sonra yeniden uyuklamaya başla­dı. Pol Teyze Doroon’un dehşet içindeki annesiyle kısaca konuştu, sonra Durnik’e çocuğu yatağına götürmesini söyledi.

“Kolunu sahiden kesmeyecektin, değil mi?” diye sordu Garion.

Pol Teyze yüzündeki ifade hiç değişmeden ona baktı ve “Sen öyle san,” dedi; Garion şüpheye kapılmadan edemedi. Bunun üzerine Pol Teyze, “Zubrette Hanım’la iki çift laf etmenin vakti geldi galiba,” de­di.

“Doroon ağaçtan düştüğünde kaçıp gitti,” dedi Garion.

“Git bul onu.”

“Saklanıyordur,” diye itiraz etti Garion. “işler ters gittiğinde hep saklanır zaten. Nerde bulacağımı bilmiyorum.”

“Garion,” dedi Pol Teyze, “Sana nerede bulacağını bilip bilmedi­ğini sormadım. Bulup bana getirmeni söyledim.”

“Ya gelmezse,” diye kendini emniyete almaya çalıştı Garion.

“Garion!” Pol Teyzenin sesinde öyle bir kesinlik vardı ki, Garion hızla uzaklaştı.

“Ben bir şey yapmadım,” diye yalana başladı Zubrette, Garion onu Pol Teyzenin mutfağına getirir getirmez.

“Sen,” dedi Pol Teyze Zubrette’e tabureyi göstererek. “Otur!”

Zubrette ağzı açık, irileşmiş gözlerle tabureye çöktü.

“Sen,” dedi Pol Teyze Garion’a kapıyı göstererek. “Dışan!”

Garion çabucak dışan fırladı.

On dakika sonra, hüngür hüngür ağlayan küçük kız tökezleyerek mutfaktan çıktı. Pol Teyze kapıda durmuş buz gibi sert gözlerle onu izliyordu.

“Dövdün mü onu?” diye sordu Garion umutla. Pol Teyze onu ba­kışlarıyla ezerek “Tabii ki hayır,” dedi. “Kızlar dövülmez.”

“Ben olsam döverdim,” dedi Garion hayal kınklığıyla. “Ne yaptın peki?”

“Senin işin gücün yok mu?” diye sordu Pol Teyze.

“Hayır,” dedi Garion, “pek yok.” Bu bir hataydı tabii ki.

“Güzel,” dedi Pol Teyze kulaklarından birini yakalayarak. “Haya­tını kazanmaya başlama vaktin geldi. Bulaşıkhanede bir sürü kirli kap kaçak var. Onların temizlenmesini istiyorum.”

“Bana niye kızdığını anlamıyorum,” diye itiraz etti Garion kıvra­narak. “Doroon’un ağaca tırmanmasında benim bir kabahatim yok ki.”

“Bulaşıkhaneye Garion,” dedi Pol. “Hemen.”

Baharın geri kalan kısmı ve ilk yaz sakin geçti. Doroon kolu iyile­şene kadar oynayacak halde değildi tabii; Zubrette ise Pol Teyze ona her ne söylediyse bundan o kadar sarsılmıştı ki diğer çocuklardan ka­çıyordu. Garion’un oynayabileceği bir tek Rundorig kalmıştı ama o da pek parlak bir zekâya sahip olmadığı için oyunları o kadar eğlenceli olmuyordu. Yapacak başka işleri olmadığından çocuklar sık sık tarla­ya gidip işçilerin çalışmalarını seyrediyor, konuşmalarını dinliyorlar­dı.

îşe bakın ki, o yaz Faldor’un çiftliğindeki adamlar batı ülkelerinin tarihindeki en müthiş olay olan Vo Mimbre Savaşından bahsediyor­lardı, işçiler, Kal Torak’ın sürülerinin beş yüz yıl kadar önce ansızın batıya saldırmalarının hikâyesini anlatırken, Garion ve Rundorig bü­yülenmiş gibi dinliyorlardı.

Her şey, dünyanın o kısmındaki insanların tarih verme düzenine göre 4865’te başlamıştı; Murgo, Nadrak ve Thull sürüleri doğu sıra­dağlarım geçip Drasniya’ya girmiş, onlan da sonsuz dalgalar halinde sayısız Malloryalı izlemişti.

Drasniya yerle bir edildikten sonra, Angaraklar güneye dönüp Al-garya’nın uçsuz bucaksız çayırlarına girmişler ve Algarya Kalesi de­nilen o muazzam kaleyi kuşatmışlardı. Kuşatma sekiz yıl sürmüş, en nihayet Kal Torak öfkeyle kuşatmadan vazgeçmek zorunda kalmıştı. Diğer krallıklar, Torak’ın ordusu batıya, Ulgo ülkesine yönelene ka­dar, Angarak istilasının yalnızca Alomlara değil tüm batıya yönelmiş olduğunu fark edememişlerdi. 4875 yılının yazında Kal Torak Arend ovasına inmiş ve burada, Vo Mimbre şehrinin önünde tüm batının ordularını birleşmiş halde karşısında bulmuştu.

Savaşa katılan Sendarlar, Riva Vekilharcı Brand’m komutasındaki güçlerin bir parçasıydılar. Rivalılar, Sendarlar ve Asturialı Arend ok­çularından oluşan bu kol, Angaraklara arkadan saldırmıştı, sol cenah­tan Algarlar, Drasniyalılar ve Ulgolar, sağ cenahtan ise Tolnedralılar ve Çerekler saldırıyordu; tam cepheden ise Mimbre Arendlerinin ef­sanevi atlı saldırısı başlamıştı. Savaş saatlerce sürdü, ta ki savaş alanı­nın ortasında Brand Kal Torak’la teke tek karşılaşana kadar. Bütün sa­vaşın sonucu bu karşılaşmaya bağlıydı.

Bu muazzam dövüşten bu yana tam yirmi nesil geçmiş olmasına rağmen, Faldor’un çiftliğindeki Sendarlı çiftçilerin hafızasında sanki dün olmuş gibi tazeydi. Her darbe, her savuşturma, her atak tek tek tasvir ediliyordu. En son anda, tam yenilgisinin kaçınılmaz gibi gö­ründüğü sırada, Brand kalkanının örtüsünü sıyırmış, Kal Torak gör­düğü şeyden bir an için şaşkınlığa düşerek gardım indirmiş ve o anda vurularak devrilmişti.

Savaşın tasviri Rundorig’in Arend kanını kaynatmaya yetmişti. Garion ise bu hikâyelerin bazı sorulan cevapsız bıraktığım düşünü­yordu.

Yaşlı işçilerden Cralto’ya, “Brand’m kalkanı neden örtülüymüş?” diye sordu.

Cralto omuzlarını silkerek, “Öyleymiş işte,” dedi. “Konuştuğum herkes öyle olduğunu söyler.”

“Kalkan büyülü muymuş?” diye ısrar etti Garion.

“Olabilir,” dedi Cralto, “ama kimsenin bundan bahsettiğini duy­madım. Tek bildiğim, Brand kalkanının örtüsünü sıyırınca Kal To­rak’ın kendi kalkanını indirdiği ve Brand’m kılıcını onun kafasına in­dirdiği; bana dediklerine göre gözüne sokmuş kılıcı.”

Garion inatla başını salladı: “Anlamıyorum,” dedi. “Böyle bir şey Kal Torak’ı nasıl korkutmuş olabilir?”

“Bilemem,” dedi Cralto. “Kimsenin de bunu açıkladığını duyma­dım.”

Hikâyenin gidişatından tatmin olmamasına rağmen, Garion Run­dorig’in Brand’la Kal Torak’ın düellosunu canlandırma planına hemen razı oldu. Bir-iki gün boyunca ellerinde kılıç yerine geçen çubuklarla pozlar takınıp birbirlerine vurduktan sonra, Garion oyunu daha eğlen­celi kılmak için bazı gereçlere ihtiyaçları olduğuna karar verdi. Pol Teyzenin mutfağından iki tencere ve iki kazan kapağı esrarengiz bir biçimde kayboldu ve birer miğfer ve birer kalkanla donanmış olan Garion ve Rundorig, savaşmak için sakin bir köşeye çekildiler.

Her şey yolunda gidiyordu, ta ki Garion’dan daha büyük, daha uzun boylu ve daha güçlü olan Rundorig kafasına tahta kılıcıyla otu­raklı bir darbe indirene kadar. Tencerenin kenan Garion’un kaşını yardı ve kaş kanamaya başladı. Garion’un kulakları ansızın çınlamaya başladı ve damarlarında kaynayan bir vecd hissi geldi üzerine ayağa kalkarken.

Daha sonra neler olduğunu hiç anlayamadı. Bölük pörçük anılar halinde, ağzından kendiliğinden dökülen ve anlayamadığı kelimelerle Kal Torak’a meydan okuduğunu hatırlıyordu. Rundorig’in tanıdık ve biraz aptal suratı gitmiş, yerine korkunç bir şekilde parçalanmış ve çirkin bir surat gelmişti. Garion çıldırmış gibi, beyni ateşler içinde ya­narak o surata tekrar tekrar vuruyordu.

Derken her şey sona erdi. Zavallı Rundorig ayaklarının dibinde yatıyordu, korkunç saldırısının şiddetinden bayılmıştı. Garion yaptığı şeyden ötürü dehşete düşmüştü, ama aynı zamanda ağzında zaferin ateşli tadı vardı.

Daha sonra, çiftlikteki tüm yara berelerin tedavi edildiği mutfakta, Pol Teyze fazla soru sormadan yaralarını sardı. Rundorig’in ciddi bir yarası yoktu, sadece yüzünün çeşitli yerleri şişmeye ve morarmaya başlamıştı, bir de en başta gözleri uyum sağlamakta güçlük çekiyor­du. Alnına konulan ıslak bezler ve Pol Teyzenin iksirlerinden biri onu hemen iyileştirdi.

Garion’un kaşındaki yara biraz daha fazla ilgi gerektiriyordu. Pol Teyze Garion’u Durnik’e tutturarak eline bir iğne ve iplik aldı ve has­tasından yükselen ulumalara hiç aldırmadan, bir gömleğin kolunu di-kiyormuş gibi yarayı dikti. Aslında ezilmiş tencerelerle yamn yumru olmuş kazan kapaklan, onu iki çocuğun savaş yaralarından daha fazla ilgilendiriyordu sanki.

Her şey bittiğinde Garion müthiş bir baş ağrısıyla yatağına yatırıl­dı.

“Kal Torak’ı yendim ya!” dedi Pol Teyzeye uykulu uykulu.

Pol Teyze sertçe ona döndü. “Torak’ın adını nereden duydun sen?” diye sordu.

Garion sabırla, “Torak değil, Kal Torak, Pol Teyze,” diyerek onu bilgilendirdi.

“Cevap ver bana.”

“Çiftçiler hikâyeler anlatıyorlardı, ihtiyar Cralto filan. Brand, Vo Mimbre ve Kal Torak hakkında. Rundorig’le ben de o hikâyeleri oy­nuyorduk. Ben Brand olmuştum, o da Kal Torak. Ama kalkanımın ör­tüsünü açma fırsatı bulamadım. Oraya gelmeden Rundorig kafama vurdu.”

“Şimdi beni iyi dinle Garion,” dedi Pol Teyze, “dikkatle dinle. Bir daha Torak’ın adını ağzına almayacaksın.”

“Onun adı Kal Torak, Pol Teyze,” diye açıklamasını sürdürdü Ga­rion, “sırf Torak değil.”

Bunun üzerine Pol Teyze bir tokat attı; daha önce hiç yapmadığı bir şeydi bu. Garion’un suratına yediği tokat canını yakmaktan çok şa­şırtmıştı onu, çünkü sert bir tokat değildi. “Bir daha asla Torak adını ağzına almayacaksın. Asla!” dedi Pol Teyze. “Bu çok önemli Garion, hayat memat meselesi. Söz ver bana.”

“Bu kadar kızacak ne var ki,” dedi Garion kırgın bir sesle.

“Söz ver.”

“Peki söz veriyorum. Ama sadece bir oyundu.”

“Çok aptalca bir oyun,” dedi Pol Teyze. “Rundorig’i öldürebilir­din.”

“Bana ne olduğuna aldıran yok tabii!” diye isyan etti Garion.

“Sen zaten tehlikede değildin,” dedi Pol. “Uyu şimdi.”

Yarasından ve Pol Teyzenin içirdiği tuhaf, acı ilaçtan ötürü başı dönen Garion huzursuz bir şekilde uyuklarken, onun derin, güçlü se­sinin, “Garion, Garion’um, çok küçüksün daha,” dediğini duydu. Da­ha sonra bir balığın suyun gümüşsü yüzeyine yükselmesi gibi derin uykudan sıyrıldığında, teyzesinin “Baba, sana ihtiyacım var,” dediği­ni duydu. Sonra yine huzursuz bir uykuya daldı ve rüyasında kara bir ata binmiş karanlık bir suretin her hareketini soğuk bir düşmanlıkla ve korkunun kıyılarında bir duyguyla izlediğini gördü; her zaman için orada olduğunu bildiği ama kimselere, Pol Teyzeye bile söylemediği o karanlık suretin de arkasında, Rundorig’le kavgasında bir an için gördüğü ya da görür gibi olduğu yaralı ve çirkin yüz duruyordu, ağza alınamayacak kadar kötü bir ağacın dehşet verici mey vasi gibi.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıKehanetin Oyuncağı / Belgariad 1
  • Sayfa Sayısı256
  • YazarDavid Eddings
  • ÇevirmenBülent Somay
  • ISBN9753422598
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviMetis Yayınları / 1999

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Sabır Taşı ~ Atiq RahimiSabır Taşı

    Sabır Taşı

    Atiq Rahimi

    Afganistan’da bir evde, basit bir döşek… Döşeğin üzerinde, gözleri açık ama bilinçsiz yatan bir erkek… Erkeğin başucunda, dua ederek onunla ilgilenen karısı… Dışarıda, sürüp...

  2. Kazkafanın Kitabı ~ Yiyun LiKazkafanın Kitabı

    Kazkafanın Kitabı

    Yiyun Li

    “Bir yarım portakalla bir başka yarım portakal birleşse bir tam portakal etmez. İşte benim hikâyemin başladığı yer burası. Kendini bıçağa layık görmeyen bir portakal...

  3. Üç Örnek Öykü ve Bir Önsöz ~ Miguel de UnamunoÜç Örnek Öykü ve Bir Önsöz

    Üç Örnek Öykü ve Bir Önsöz

    Miguel de Unamuno

    1898 kuşağının en güçlü kalemlerinden Miguel de Unamuno’nun felsefesinin ve yazınının timsali olarak görülebilecek Üç Örnek Öykü ve Bir Önsöz’de dönüm noktasındaki İspanya’ya gökten...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur