Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kur’ani Dünya Görüşü
Kur’ani Dünya Görüşü

Kur’ani Dünya Görüşü

Prof. Dr. Abdülhamid A. Ebu Süleyman

İslami dünya görüşü, hayatı olumlu değerlerle yücelten, kapsamlı, disiplinli ve gerçekleştirilebilir bir bütündür. Bu kapsamlı anlayış ne yazık ki, Müslümanlar arasında yaygın olan ve…

İslami dünya görüşü, hayatı olumlu değerlerle yücelten, kapsamlı, disiplinli ve gerçekleştirilebilir bir bütündür. Bu kapsamlı anlayış ne yazık ki, Müslümanlar arasında yaygın olan ve “İslam” olarak görülen teorik, parçacı, edilgen ve seçici bir sapmaya uğramıştır. Bilginin ve olguların mistik bir yaklaşımla çarpıtılması, nesnel, bilimsel bir araştırma ve analizin gerçekleştirilme becerisinin gösterilememesi bu sapmayı adeta meşrulaştırmaktadır.
Hayat; fiziksel varoluş ve geçici zevkler arayışı, sonunda da gömülecek ve unutulacak cansız bir bedenden ibaret değildir. Çağdaş materyalist görüşlerin bu zalim, sıradan ve değersizleştiricir dünya görüşü sunuyor.
Kur’ani dünya görüşü, insan hayatını, temelde iyiliğin ciddi ve anlamlı bir girişimi olarak görür. Daha da ötesi bizim bu hayatta ıslahat, üreticilik ve hizmet yoluyla elde ettiklerimizin meyvesinin, ebediyetin manevi alanına uzandığını söyler. Böylelikle insan hayatı, ölümden sonra insanların yaptıklarının meyvelerini topladıkları ebedi bir varoluşla devam eder.
Ebu Süleyman bu eserde tevhid, hilafet, adalet, özgürlük, sorumluluk, amaçlılık ve istişare gibi insan hayatında önemli yer tutan kavramları bir dünya görüşü ekseninde ele almakta, fıtri değerleri geçmişten günümüze taşıyarak geleceğe de ışık tutmaktadır…

***

İstikbalin liderlerine
Samimiyet ve gayretle
Öncülük edenlere,
Bir umut ve bir dua…
Kurtuluşu için insanlığın
Kardeşlik ve adaletle
Güvenlik ve barış sahiline
Ulaştıracak bizi geleceğin nesillerine,
Bir umut ve bir dua…

Haysiyet ve şerefle
Hakikatin emrinde güç ve adaleti
Bilgi, evrensellik
Gayret ve üretkenlikle
Fedakarlık, dayanışma ve kardeşliği
Şefkat, güvenlik ve barış vizyonunu
İslami dünya görüşünü
Alemlerin Rabbine
Hesap duygusuyla
Yeniden elde etmesi için
Müslümanlara, insanoğluna
Bir umut ve bir dua…

İslam’ın çocukları
Ve her bir insan için
Bir umut ve bir dua…
İslam ümmeti
Ve insanlık ailesi için
Bir umut ve bir dua…

Dualarımızı işiten
Rahman ve rahim olan Rabbimize
Bir umut ve bir dua…

*

İçindekiler

Türkçe Baskıya Önsöz / 7

Birinci Bölüm
Kur’ani Dünya Görüşü ve Beşeri Kültür / 9
Islahat temeli olarak Kur’ani dünya görüşü / 9
Kur’ani dünya görüşü nasıl çarpıtıldı? / 13
Vahiy ve akıl arasındaki çelişki: Gerçek mi yoksa kuruntu mu? / 23
Hz. Peygamber’in ashabıyla bedeviler arasında İslami dünya görüşü / 33
Kur’ani dünya görüşü nedir? / 41
Kur’ani dünya görüşünde ben ve öteki / 53
Kur’ani dünya görüşü: Bir dünya barışı / 69
Zaman ve mekan boyutlarında sabitler ve değişkenler / 79
Gerçekçi bir idealizm / 82

İkinci Bölüm
Kur’ani Dünya Görüşünün Kapsadığı İlkeler/ 89
Tevhid / 90
Hilafet / 92
Adalet ve denge / 94
Özgürlük / 97
Sorumluluk / 101
Amaçlılık / 102
Ahlaklılık / 103
İstişare / 105
Medeniyetin bekası için: Özgürlük ve istişare / 108
Hukukun belirlediği bilimsel kapsayıcılık / 114
Küresellik / 122
Barış / 127
Islahat ve inşa / 128
Estetik: Gerçeklik mi yanılsama mı? / 130

Üçüncü Bölüm
Kur’ani Dünya Görüşü: Başlangıç Noktası / 137
Islahat ve inşa için ilham / 137

Dördüncü Bölüm
İslami Dünya Görüşü: Etik Kavramlar / 143
Vizyonun ötesinde: Göle maya çalmak / 145
İslami sosyal bilimleri geliştirmek ve İslam vizyonunu yaşamak/ 151
Son bir söz / 158

Ek 1
Kurumsallaştırma / 159
IIIT’nin üniversite müfredatını geliştirme planı / 159
Esnek bir program / 163
Eğitim müfredatı ve programlar / 164

Ek 2
Islahat Denklemleri / 167
İslam medeniyetinin esasları / 168

Ek 3
İnanç: Akıl Konusu mu Yoksa Mucize mi? / 169
Giriş / 169
Vahiyle ilgili iddialara rasyonel kanıt / 170

Ek 4
Kitabın Öyküsü / 183

TÜRKÇE BASKIYA ÖNSÖZ

İnsan, varlığın anlam ve amacıyla ilgili doğru bilgi ve yaklaşıma, dünya hakkında sağlıklı bir görüşe sahip olmadıkça huzurlu bir yaşama da sahip olamaz. Ancak doğruluk, ahlaklılık ve tevhid gibi evrensel değerlerin kılavuzluğunda şekillenecek bir dünya görüşü ile sapkınlık, adaletsizlik ve düzensizlikten uzak, yaratılışına uygun sorumlu ve özgür bir yaşam tarzı oluşturabilir.

İslam, insanın ihtiyaçlarını güven, adalet ve huzur ortamı içinde karşılayacak temel ilkeleri ortaya koyarak hayatı anlamlandırır, yüceltir ve zenginleştirir. Öte yandan içine düşebileceği yanlışlar nedeniyle insanı terketmez. Çünkü, doğruluk ve hata olasılığı fıtrata dayanması nedeniyle umutsuzluk olarak görülmemelidir. Aksine en iyi mücadele şekli, içimizdeki iyilik güçlerini desteklemek ve hataları düzeltme yeteneğinden umudu kesmemektir.

De ki: Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhametlidir.*

Allah, kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse derin bir sapıklığa sapmış olur.**

İnsan için içinde bulunulan durum ne olursa olsun, hep daha iyiye ve daha ileriye gitme imkanı vardır. Bu yaklaşım insanı durağanlığa değil, yüce hedeflere doğru harekete sevk eder.

Bu nedenle, Tüm insanlar için özgürlük, adalet, kalkınma, dayanışma, onur ve barışı simgeleyen Medeniyetimizin ihyasında ve Türkiye’nin bölgede öncü rolünü üstlendiği bir dönemde Kur’ani Dünya Görüşü kitabının Türkçe tercümesinin yayınlanmasının, özgürlükçü medeni devlet modelinin kurulması ve geliştirilmesi konusunda katkı sağlaması umudu ile…

İnanca çağrı özgürlüğünün sağlanması, adalet duygusunun hayata geçirilmesi ve insanlığın medeniyet yürüyüşünde Türkiye tecrübesinin hak ettiği yeri alması, İslam’a ve insanlık alemine hizmet etmek için entelektüel dayanışmanın devam etmesi temennisi ile…

Abdülhamid A. Ebu Süleyman
23.3.2012

Birinci Bölüm
KUR’ANİ DÜNYA GÖRÜŞÜ VE
BEŞERİ KÜLTÜR

Islahat temeli olarak Kur’ani dünya görüşü

Her kültürel sistem, kendine özgü bir düşünce biçimiyle harekete dönüştürülen bir dünya görüşüyle bağlantılıdır. Aynı şekilde her düşünce şekli de, sonuçları tanımlayan kılavuz ilkelerle ilişkilidir. Böyle bir düşünce şekli, bütünleşmiş olduğu kültürel sistemin mahiyetini/ruhunu ne kadar incelikli olarak yansıtırsa ve ne kadar net, olumlu, kapsamlı ve esnek olursa, o kadar etkili ve dinamik olacaktır. Bu nedenle zihniyetler veya düşünce yolları üzerindeki akademik çalışmaların önemi giderek daha fazla vurgulanmaktadır. Bir kültürel sistemin meyveleri; yönettiği toplumların üzerindeki olumlu veya olumsuz tesirleri, insanlığın bütün olarak ilerlemesine katkıları veya gerilemesine olan etkileri, bu kültürel sistemin temelinde yer alan düşünce yoluyla belirlenmektedir.

Kültürel sistemler ve ilişkili dünya görüşleri üzerinde çalışan araştırmacıların karşılaştığı zorluklardan biri, bazen bu sistem ve görüşlerin belirsizlik ve tutarsızlık içermesidir. Söz konusu tutarsızlıklar nedeniyle bu sistemlerin ve dünya görüşlerinin kaynağındaki teorik alanlarla, onların gölgesinde oluşan toplumlardaki gerçek uygulamalar arasında çelişkiler ortaya çıkabilir. Bir dünya görüşü ile bağlantılı olduğu düşünce şekli arasında tam bir uyum ve tutarlılık olması son derece önemlidir. Dolayısıyla konuyla ilgili çalışmalarda bulunanlar, belirli bir dünya görüşündeki veya onun düşünce sistemindeki tüm dengesizlik ya da çelişkilerin farkında olmalıdırlar. Çünkü dünya görüşünde veya düşünce sistemindeki bir hata, kılavuzluk yaptığı toplumun etkinlik ve canlılığının azalmasına, sonunda da kaçınılmaz olarak geri kalmasına ve kültürel parçalanma yaşamasına neden olacaktır.

Belirli bir düşünce şeklinin ilke, değer ve kavramları, bu düşünce şekliyle bağlantılı dünya görüşünü hem etkiler hem de ondan etkilenir. Bir milletin dünya görüşü, kendisini bu düşünce yoluyla toplumun kültüründe somutlaştırır. Dolayısıyla hiçbir düşünce; ilke, değer ve kavramlarıyla bir bütün halinde sağlam, olumlu ve tutarlı bir dünya görüşünü, toplum üyelerinin bilinçlerinde yerleşmiş bir kültürü esas almadıkça etkili olamaz. Birey ve toplum seviyelerinin her ikisinde de dinamizmin ve esenliğin kaynağı olabilecek dünya görüşü ve düşünce şekli budur.

Bu eser boyunca İslam ve Kur’ani dünya görüşü aynı anlama gelecek şekilde kullanılmıştır. İslami dünya görüşü ve onun çıkarımları, ilişkili düşünce şeklinin içerdiği ilkelerden önce tartışılmalıdır. İslami düşünce şekli, İslami dünya görüşünden doğduğu için, ilk önce bu görüşün kültürle olan ilişkisini tanımlayacağım. Bu düşünce şeklini ilke, kavram, değer ve gerçekleştirmeye çalıştığı hedefleri ve yüksek amaçları doğrultusunda belirleyen ve yöneten İslami dünya görüşüdür. Bu dünya görüşü, bir İslam toplumunun düşünce şeklinin yapısında ve bu düşüncenin uygulanma tarzıyla, güçlü, tutarlı ve ilmi bir şekilde yansıtılmalıdır.

İslami dünya görüşünün -ilkeleri, değerleri ve kavramları dahil- yapısı ve içeriği konusunda bilinç eksikliği, bu düşünce şeklini canlılık ve esneklikten yoksun bırakmıştır. Neticede bu durum düşüncenin merkeziyetini, dünya görüşüyle bağını ve entelektüel verimliliğini yitirmesine sebep olmuştur. Diğer bir deyişle, elimizin altında İslam mirasıyla ilgili bol miktarda metin olmasına ve bu mirası anlamak için sahip olduğumuz yöntembilimsel araçlara rağmen, İslam’ın ilke, kavram ve değerleri, insanların güncel fikriyatı üzerindeki etkisini yitirmiştir.

Müslüman toplumun mensuplarının fert, millet veya ırk olarak varoluşlarının anlamını, amacını ve sonucunu; kendileri ile ötekiler ve dünya ile evren arasındaki ilişkilerini tüm boyutlarıyla anlamaları, yalnızca İslami dünya görüşüyle mümkündür. Bu sebeple Müslümanların düşünce şekli, kavramları ve değerleri, hiç kuşkusuz Kur’ani dünya görüşünden kaynaklanmaktadır. Özetle bu dünya görüşü, toplumu harekete geçiren vicdani ve ruhi enerjinin doğasını tanımlayan dürtüyü simgeler. Böylece fertlerin tavırlarını, hareketlerini, hayat çizgilerini ve aynı zamanda hayatlarındaki kültürel gelişmeyi belirler.

Dolayısıyla bu dünya görüşü; net, tutarlı, olumlu, kolaylıkla anlaşılır, gerçekçi ve ayakları yere basan bir dünya görüşü olduğu sürece, insanların hem birey hem de toplum olarak olumlu ve ilkeli hareket içinde olmalarını sağlayacak şekilde onların ruhi, manevi ve entelektüel hayatlarını şekillendiren doktrinal bir güç olabilecektir. Aksi takdirde bulanık, soyut ve gerçekçilikten uzak bir dünya görüşüne sahip olunduğu durumlarda ise; milletin zengin ilkeler, kavramlar ve değerler hazinesi, toplantılarda ve ibadet yerlerinde vicdanları rahatlatmak için tekrarlanan anlamsız söz ve ritüellere veya kutsal sayıldığı için el sürmekten bile çekinilerek kütüphane raflarında tozlanmaya terk edilen kalın ciltli kitaplara indirgenir. Ve sonunda, düşünce veya sosyal etkileşim seviyesinde bireysel ve toplumsal hayat alanlarındaki etkisi giderek kaybolur.

İslami dünya görüşünü esaslı bir şekilde inceleme ve değerlendirme konusundaki ilgi yetersizliği ve entelektüel farkındalıktan yoksunluk, Müslüman toplumun son birkaç yüzyıldır giderek daha fazla yaşadığı zihni bulanıklık ve karışıklık, edilgenlik, geri kalmışlık, düşüş ve bölünmüşlüğünün ana sebeplerindendir.

Müslüman aydınların ilmi ve maddi başarıları sebebiyle Batı modeline olan hayranlıkları, onları bilinçli veya bilinçsiz olarak Batı zihniyetini, temelindeki dünya görüşüyle birlikte benimsemeye itmiştir. Ayrıca Batı’da eğitim görmüş Müslüman düşünürlerin, kendi miraslarına olan güvensizliklerinin yanı sıra, taklitçilik psikolojisine girmeleri de bunda etkili olmuştur. Sonuç olarak Batılılaşmış entelektüeller kendi geleneklerini, geçmişte medeniyetlerinin temellerini yenileyerek insanlık tarihinde kalıcı bir iz bırakan İslami dünya görüşünü eleştirel çalışma ve değerlendirme sürecinden geçirmeyerek Müslüman düşünce yapısında yenilik yapmayı düşünmediler. Eğer böyle bir çalışma yapılsaydı, İslami dünya görüşüne bağlılık ve uygulamadaki düşüşün sebepleriyle İslam düşüncesi ve sosyal yapısındaki gerileme ve kültürel çöküşün sebepleri de ciddiyetle belirlenebilecekti.

Dolayısıyla Müslüman aydınlar, Batı’ya olan hayranlıklarının üstesinden gelemezse ve Müslüman eğitimciler ve ıslahatçılar da kendi tarih ve kültürlerinin dosyalarını ciddi, tarafsız bir tarzda ve yapıcı tenkitlerle açmayı düşünmezse, toplumlarına musallat olan zayıflığa ve geri kalmışlığa asla çare bulamayacaklardır. Bu düşünürlerin, yoğunlaşmaları gereken ilk sorunun İslami dünya görüşüne bağlılığın ihmali olduğunu fark etmeleri önemlidir. Çünkü Müslüman toplumun yitirdiği şeyi yeniden kazanması için gereken doktrinal temel, entelektüel, psikolojik ve duygusal itici güç burada yatmaktadır.

Bu durumda ele almamız gereken konulardan ilki, Müslüman toplum ve onun kültürel sistemine uygun dünya görüşü tarzıdır. İkincisi de bu dünya görüşünün Müslümanlar tarafından çarpıtılma ve dışlanma sebepleri ve bu çarpıtılma ile dışlanmanın hangi yollarla ortaya çıktığıdır.

Kur’ani dünya görüşü nasıl çarpıtıldı?

Öncelikle belirtmek gerekir ki biz, risaletin başlangıcından, İslam’ın ilk yüzyıllarına kadar geçen süre içindeki başarılarla dolu muhteşem geçmişimizi biliyoruz. Aynı şekilde bu parlak yılları izleyen dönemlerden bu günlere kadar gelen ve halen sürmekte olan üzücü durumumuzun da farkındayız. Sonuç olarak peygamber ve raşit halifeler döneminde şahit olunan birlik olmuş saflar ve medeniyetin damarlarında taze kan dolaşımını sağlayan olağanüstü başarılar, ancak şüpheye yer vermeyecek kadar dürüst ve kararlı liderlerin sahip olduğu; canlı, etkili bir dünya görüşü ve kültürüyle açıklanabilir. Bu dünya görüşü onlara, çağdaşlarının gözlerini kamaştıran başarılara imza attıran girişimci bir ruh, dinamizm, entelektüel ve duygusal bir güç aşılamıştır. Öyle ki, bu insanların tarihi başarılarının mirası bugün bile Müslümanların vicdan ve bilincinde yaşamaktadır. İslam hakimiyeti altına giren toplumlardaki değişiklikler sadece öğreti, kültür, usûl ve donanım düzeyinde kalmadı; bütün bunların ötesine geçerek daha önce görülmemiş bir boyutu, yani dili de kapsadı. Çeşitli halklar Arapçaya özel önem gösterdiler ve İslam’ın kültür dili haline gelen bu lisanla konuşmaya başladılar. Mekke’nin yönetici kabilesi, peygamberin de mensubu olduğu Kureyş’ti ve bu özel nesil, nereye gittiyse o bölgenin dili Kureyş Arapçası oldu.

Şimdi cevaplanması gereken iki soru: Birincisi, bu nesli bilgilendiren ve ona kılavuzluk eden dünya görüşünün özellikleri nelerdir ve bu dünya görüşü nasıl oluşmuştur? Aynı derecede önem taşıyan ikinci soru da, bu dünya görüşünün yüzyılların geçmesiyle etkinliğini, dinamizmini neden ve nasıl kaybettiği, böylece bugünün zayıf, edilgen ve hatta mazlum toplumunun nasıl ortaya çıktığıdır?

Bu sorulara cevap vermeden önce değinmemiz gereken bir nokta daha var: Mevcut durumumuza yansıyan esaslı değişiklikleri göz önünde bulundurarak ilk Müslüman nesillere rehberlik etmiş olan anlayış ile, sonraki nesillerin bıraktığı külfet/yük arasındaki farkın belirlenmesi. Görünür etkilerine bakarsak, günümüzdeki haliyle İslami dünya görüşü, baskıyla, sindirmeyle Müslümanların omuzlarına keyfi bir şekilde yük bindiren, bahanelerle ve geçmişin hatıralarıyla avunan, boş hayallerden başka bir şey içermeyen ifadelerle dolu tepkisel bir nazariyedir. Üstelik bu tehditkar, ürkütücü, üstünlük taslayan dünya görüşünün dayatmacı söylemi Müslümanları, kendi benliklerini inkara yöneltmektedir.

Böyle bir dünya görüşü insanda, baskı ve yenilgi, edilgenlik ve ötekileştirme duygularına yol açar. Bu sebeple de evrensel yasalar yoluyla bilgi edinmek, ilham peşinde koşmak, dünya kaynaklarını yöneterek kültür ve medeniyeti iyileştirmek için insanda gerekli olan isteği yok eder. Böyle bir zihniyetin ortaya çıkardığı toplum ise; edilgen, bağımlı, ötekileşmiş, baskı altında, amaçsız, motivasyon ve tutkudan yoksun bir haldedir. Tabii olarak böyle bir toplumun üyeleri de, birliktelik, işbirliği ve dayanışma ruhundan uzak ve bencil olma eğilimindedir. Dolayısıyla “benliğini inkar” ifadesinin, olumsuz tepkilerle ve ben merkezciliğe, hazcılığa, bireyciliğe ve pasif içe dönüklüğe yönelik eğilimle -Kur’an’da Yusuf suresinde sözü edilen şu manevi ve psikolojik durum: nefs, … kötülüğü emreder...1 karşılaşması hiç de şaşırtıcı değildir. Böyle bir durumda ara sıra görülen başkalarına iyilik yapma ve üstün performans gösterme arzusu, Allah’ın bahşettiği insan vicdanının derinliklerinde saklı kalan manevi duyguların yalnızca sembolik bir ifadesinden veya Kıyamet suresinde açıklandığı gibi …pişmanlık duyan nefs2’ten başka bir şey değildir.

Kur’ani dünya görüşü, benliği, çeşitli bireysel ve toplumsal yönleriyle kavrayan, olumlu, dinamik bir bakış açısı olduğu için geçmişteki başarıları elde edebildi. Sevgi, olumlu arzu ve gerçek bir inancın oluşturduğu motivasyon korkunun, yılgınlığın ve ataletin etkilerini ortadan kaldırır: Müminlerin Allah’a olan sevgisi ise hepsinden güçlüdür...3 İnsanoğlu bu şekilde ait olduğu kültür bağlamında yapıcı faaliyetlerde bulunarak kendisini gerçekleştirebilir ve hayatının anlamını kavrayabilir. Bu şekilde, birey ve toplum olarak hem maddi hem manevi seviyede hayat performansının oluşması için istek duyulabilir. İnsanlar, İslam’ın ilk günlerinde hüküm süren Kur’ani dünya görüşünün olumlu etkisi altında yaşamaya başladıklarında, işte o zaman Allah’ın kendilerine bahşettiği manevi arzu ve ihtiyaçlarına da tıpkı fiziksel istek ve ihtiyaçlarında olduğu gibi karşılık verirler. İşte o zaman, fiziksel ihtiyaç ve arzularını, başkalarının hayatı pahasına var olma veya “güçlü olan kazanır- hayat hakkı güçlü olanındır” felsefesini temel alan geçici, bencil, hayvani içgüdülere cevap olarak değil; adalet, hayırseverlik, kardeşlik gibi barış değerlerini esas alan, Allah’ın bahşettiği fıtratlarıyla uyum içinde karşılarlar. Bu durumda, ilhamını Allah’tan alan bir vicdanın eğilimlerine göre hakka hizmet edenler, yani “gerçek güçlü”ler kazanacaktır.

Yüce Allah buyurur ki:

Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.4
Kur’an, ancak aranızda doğru yola girmeyi dileyenler ve alemler için bir öğüttür.5
Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. ‘Ey Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlamızsın. Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et.6
Kıyamet gününe yemin ederim. (Kusurlarından dolayı) pişmanlık duyan nefse de yemin ederim.7
Kim de, Rabbinin huzurunda duracağından korkar ve nefsini arzularından alıkoyarsa, şüphesiz, Cennet onun sığınağıdır.8
Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez…9

Peygamber efendimiz şöyle demiştir:

Bu dünyaya gelen herkes, Allah’ın bahşettiği fıtratla doğar. Sonra anne babası onu Musevi, Hıristiyan veya Mecusi yapar.10

Vabise b. Ma’bed’in aktardığı bir hadiste şöyle deniyor: Allah resulü Vabise’ye: “Vabise, bana neyi sormak için geldiğini söyleyeyim mi?” diye sordu. Vabise “Ey, Allah resulü, söyle!” dedim. O da “Bana iyilik ve kötülüğü sormak için geldin” dedi. Vabise, “Evet” karşılığını verdi. Allah resulü üç parmağını birleştirerek göğsünü kaşımaya başlar ve şunu der: “Vabise, kendine sor! İyilik, kalbini ve ruhunu ferahlatan şey; kötülük ise, başkaları tersini de söylese kalbinde ve ruhunda rahatsızlık yaratan şeydir.”11

Peygamber ve raşit halifeler döneminden hemen sonra İslami dünya görüşünün ufkunu belirsizlik bulutları kapladı. Bunun sebebi, İslam mesajının asli sahibi ve ideal savunucusunun eğitimi altında mukaddes Kur’an ayetleriyle beslenen ashabın giderek azalmasıydı. Ashab, peygamber örneğine ve onun günlük hayatında karşılaştığı müşahhas durumlara Kur’an’ın ilke ve değerlerini uygulama hikmetine şahit olan ve bunu hayatlarına dahil eden insanlardı. Ama yıllar geçtikçe bu kutlu insanların sayısı azaldı. Kimisi tabii sebeplerle ebedi aleme göç ederken, birçoğu da peygamberin vefatından sonra İslam hakimiyetine başkaldıran bedevilerle yapılan savaşlarda şehadetle buluştu. Bunu, çağın yozlaşmış saldırgan imparatorluklarıyla –kuzey doğuda Pers İmparatorluğu, kuzey batıda Bizans İmparatorluğu- karşılaşmalar izledi.

Bizans’la karşılaşma, henüz İslam mesajı ve zihniyeti konusunda tam olarak eğitilmemiş Arap kabilelerinin Müslüman fetih ordusuna alınmasını gerekli kılıyordu. Sonuç olarak isyancı bedeviler, İslam Devleti’nin askeri gücünü yenilgiye uğrattı ve siyasi hayatını zayıflattı. İslam’la yeni tanışan bedeviler, hâlâ ötekini dışlayan ilkel ırkçı kabile değerlerinin etkisi altındaydı. Yeni filizlenmekte olan İslam Devleti, Bizans ve Pers İmparatorluklarıyla devasa boyutlarda çatışmalara giriyordu. Buna ek olarak çöl hayatının sert ve doğal kaynakların az oluşu sebebiyle süregiden kabile çatışmaları, bu tarz kabile zihniyetinin etkisini tam anlamıyla silmeyi imkansız hale getiriyordu. Tüm bu etkenler; aile, sütkardeşlik, koruma ve güvence anlaşmaları, (Medine Bildirgesinde ilkeleri saptanan) vatandaşlık, devlet ve millet kavramları gibi, İslami sosyal kurumların temelinde yatan dayanışma ve kabilecilik ötesi fıtri düşüncenin benimsenmesini engelliyordu. Bedeviler yeni filizlenmekte olan Müslüman toplumun siyasi hayatını zayıflatıyor; siyasi alan da önce sekülerleşerek sonra da dini alanı, bütünsellikten uzaklaştırmak suretiyle, daraltıp kontrol ederek kendi çıkarı için kullanıyor, bu da despotluğa ve yozlaşmaya yol açıyordu. Allah resulünün gelecekle ilgili öngörülerinin birçoğu, gelecekte ortaya çıkabilecek bozulmalar, ayaklanmalar ve bunların Müslüman toplumun iktisadi, sosyal ve siyasi hayatı üzerinde tehlikeli etkileriyle ilgiliydi. Daha da önemlisi bu tarz olaylar, müslümanların ilmi hayatına ve İslami dünya görüşüne ciddi zararlar verebilirdi.

Bedeviler kurak ve çıplak bir coğrafyada yaşıyorlardı. Bu coğrafya onlara, Arabistan Yarımadası’nın geniş dağlık bölgelerinde ve çöllerinde, yalıtılmış bir hayat sunuyordu. Dolayısıyla bu kabileler, İslamiyet gelmeden önce, kültürel yetersizlik ve az gelişmişlik içindeydiler. Bu durumda İslam Devletinin görevi, tüm uygun yolları kullanarak bu kabilelerin refahı için çalışmak ve onları ırki önyargılardan arınmış, medeni, birbirine bağlı, insani bir sistem içinde bütünleştirmekti. Yeni kurulan İslam Devleti de, kültürel ve sosyal eğitim sürecinin ilk safhası olarak, bedevileri İslam toplumuna dahil etmeye çalıştı. Allah resulü ve ondan sonra Ebu Bekir, “ya İslam ya da savaş” siyasetini takip etmiş olmalarına rağmen, bedevileri İslam öğretisini benimsemeye zorlamadılar. Bu siyaset, daha çok, ehlileştirmek için dizginlenecek vahşi atlar veya afacan bir çocuk için gerekli katı önlemler almaya yönelik yaklaşımlara benzetilebilir.

Bedeviler “İman ettik” dediler. De ki: “İman etmediniz. (Öyle ise, “iman ettik” demeyin) Fakat boyun eğdik” deyiniz. İman henüz kalplerinize yerleşmedi.12

Bedevi kabilelerin, İslam’ın kardeşlik, birlik ve dayanışma toplumundan uzaklaşıp kısıtlı kabile bağlılığına, çatışmaya, saldırganlığa, eşkıyalığa, çapulculuk ve yağmacılığa dayanan vahşi “çöl kurtları” hayatına geri dönmelerinin sebebi açıktır. İlkelere bağlılığıyla bilinen halife Ebu Bekir şöyle demiştir: “Allah’a yemin ederim ki namaz ile zekatın arasını kim ayırırsa, onunla sonuna kadar savaşacağım!”

Ebu Bekir’in burada vurguladığı, inanç ve ilke değil; toplumun olgunluk, yeterlilik ve sosyal dayanışma seviyesinin yükselmesi için ibadetin yerine getirilmesi ve zekatın ödenmesidir. Namaz, fertlerin dünyada Allah’ın halifeleri olarak sorumluluk duygusuna erişmeleri için gerekli maddi ve manevi yapı taşlarını oluşturur. Aynı zamanda namaz, fertlere aidiyet duygusu aşılayarak manevi yönden sağlam ve ilkeli; duygusal ve hikmetli bireylerin oluşumunda yardımcı olur. Zekat ise, böyle bir toplumun düzeni ve yapısal özelliğini tanımlayan; kabile, ırk, renk, dil veya sosyal durum farkı gözetmeksizin bir kardeşlik ve eşitlik ruhu geliştiren toplumsal bir görev ve ibadettir. Aynı şekilde zekat, gerçek bir paylaşma ve toplumun oluşumu için gerekli kardeşlik ve dayanışma ruhunun ifadesi olarak da karşımıza çıkmaktadır.

Hz. Muhammed’e Allah tarafından indirilen tevhid inancı ve bu inançtan doğan barış, adalet, şefkat ve kardeşlik amaçlı salih ameli içeren -rahman ve rahim olan Allah’a kulluğun çeşitli şekillerinin eşlik ettiği, oruç, hac ve tüm diğer davranışlarda iyilik, adalet, mükemmellik ve samimiyet sergilemeye yönelik içe dönük bir inancı temel alan ve samimi bir teslimiyet barındıran- mesaja, iman konusuna gelirsek; bilgi, zaman, akıllarına hitap eden açıklamalar, insanların yürek ve zihinlerine bu imanı yerleştirmeye yeterli olacaktır.

Kur’an’dan alınan aşağıdaki ayetler, bedevi kabilelerin barbarlığını ve ilkel düşünce tarzını ortaya koyar. Bu ifadelerden onların geri kalmışlığı, sosyal, kültürel ve ahlaki öğretiye olan ihtiyaçları hakkında bir fikir edinebiliriz. Yüce Allah bu kabileler hakkında şöyle der:

Onların bir ahdi nasıl olabilir ki! Eğer onlar size üstün gelselerdi, ne akrabalık (bağlarını) ne de antlaşma (yükümlülüğünü) gözetirlerdi. Ağızlarıyla sizi hoşnut etmeye çalışıyorlar, oysa kalpleri buna karşı çıkıyor. Onların pek çoğu fasık kimselerdir. Allah’ın ayetlerini az bir karşılığa değiştiler de insanları onun yolundan alıkoydular. Bunların yapmakta oldukları şeyler gerçekten ne kötüdür! Bir mümin hakkında ne akrabalık (bağlarını) ne de antlaşma (yükümlülüğünü) gözetirler. İşte onlar taşkınlık yapanların ta kendileridir. Fakat tevbe edip, namazı kılar ve zekatı verirlerse, artık onlar sizin din kardeşlerinizdir. Bilen bir kavme ayetleri işte böyle ayrı ayrı açıklarız. Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozup dininize dil uzatırlarsa, küfrün elebaşlarıyla savaşın. Çünkü onlar yeminlerine riayet etmeyen kimselerdir. Umulur ki, vazgeçerler.13
Bedeviler inkar ve nifak bakımından daha ileri ve Allah’ın peygamberine indirdiği hükümlerin sınırlarını tanımamaya daha yatkındırlar. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Bedevilerden öyleleri vardır ki, (Allah yolunda) harcayacakları şeyi bir zarar sayar ve (bundan kurtulmak için) size belalar gelmesini beklerler. Kötü belalar kendi başlarına olsun. Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.14
O, ümmilere, içlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Halbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.15

Bedevi kabilelerinin İslam toplumunun siyasi hayatındaki olumsuz etkisi, Raşid halifeliğin çöküşü ve acımasız Emevi hanedanlığının kurulmasıyla başladı. İlkel düşünce tarzlarının ve insan ilişkilerine ırkçı yaklaşımlarının kalıcı etkileri, Ensar ve Muhacirler de dahil olmak üzere, peygamberin arkadaşlarının hayatlarında muhteşem bir şekilde kendini gösteren Kur’ani dünya görüşünün belirsizleşmesine yol açtı ve onun yerine bedevi dünya görüşü yerleşti. Kur’ani dünya görüşünün bu olumsuz yöndeki dönüşümü, ilahi mesajı; özel konumlarına, ruhsal durumlarına ve kavrayış düzeylerine göre farklı tarzlarda bedevilere tebliğ eden Allah resulünün kullandığı “karşısındakinin anlayışına göre hitap etme” ilkesinin doğru algılanmayışından kaynaklanmıştı.

Nihayetinde bedevi dünya görüşünün etkisindeki bedeviler ve Emevi liderliği, Raşid halifeliği ortadan kaldırdı. Kur’an ruhunun sesi belirgin bir şekilde kısıldı; ilk dört halifenin akıllı ve müşavereci yaklaşımı, gücün verasete dayandırıldığı kötü ve despot bir rejime dönüştü. Medine şehri istila edildi, Kabe yerle bir edildi ve Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Zübeyr öldürüldü. Ashabın önde gelenleri ve Raşid halifelere temel olmuş düşünce ekolü yok edildi. Dini hayat, siyasi hayattan ayrıldı. Ashabın ileri gelenlerinin rolü; dar anlamda bir ibadet alanına, birey ve aileyle ilgili işlere, satış anlaşmaları ve bireysel işlemlerle ilgili yasal yargılamalara indirgendi. Bu gelişme, kamu ve siyasi çevrelere nüfuz eden ve bu arada İslami dünya görüşünün birçok yönünü belirsizleştiren ve çarpıtan bir bağımlılık tutumuna neden oldu. Sonuç olarak din giderek siyaseti yönetenlerin ve onlara bağlı olanların hizmetine girdi; kamu kurumları niteliklerini yitirmeye başladı; despotluk günlük uygulama haline geldi; yozlaşma ve ona eşlik eden adaletsizlik, siyasi, ekonomik ve sosyal çevrelerde ürkütücü boyutlara erişti.

Bu ilkel, öldürücü kabilecilik tutkusu ve yeni halkların, medeniyet tarihinde görevini tamamlamış veya ortadan kalkmış eski medeniyetlerin -özellikle sistematik ve efsane temelli doktrinleriyle Yunan medeniyeti- kültürleriyle birlikte İslam toplumuna gelenekler ve düşünce tarzları yoluyla girişinden dolayı entelektüel ve doktrinel kafa karışıklığı daha da kötüleşti. Bu, beklenildiği gibi Müslümanlarca oluşturulan dünya görüşündeki çarpıklığı daha da artırarak toplumun ruhsal dünyasında başlamış olan çöküşü hızlandırdı. İslam devletinin siyasi sisteminin parçalanması ve Kur’an’da insan medeniyetinin yenilenmesi için gerekli olduğu belirtilen unsurların gerisinde kalınması, yukarıda sözü edilen gelişmeleri açıkça gözler önüne serdi. Bu gerekli unsurların arasında; ilahi tanımla gelen önderlik görevi, amaçlı üretkenlik, insan fıtratının kurala dayalı özelliği, insan davranışlarının ahlaki temelleri ve adalet ilkelerine, kardeşliğe, Allah’ın birliğine, istişareye, özgürlüğe, sorumluluğa ve yapıcı eyleme olan bağlılık vardı.

Daha önce sözü edilen, Allah’ın yeryüzünde insanoğluna yüklediği görevle ilgili İslam‘ın ilkelerinden sapmanın; fetih ve büyümeye eşlik eden uzman sanatkarların ve diğer profesyonellerin akını sayesinde kazanılan maddi refahla düzeltilemeyeceğini bilmemiz önemlidir. Yozlaşma, kurumsal katılık ve parçalanma şeklinde İslam kültürüne hakim olan ruhsal hastalık, maddi başarıyla giderilemezdi. Kültürel, entelektüel ve doktrinel çarpıklık süreci zaman içinde kriz boyutuna erişti. Kaderciliğin, batıl inancın, şarlatanlığın, çarpık, eksik ve sahte metinlerle ve İsrailiyyat ve Hıristiyan Mistisizmi veya asetist inançların artan etkisiyle var olan duruma geçerlilik kazandırma çabalarının bir arada olduğu bir ortamda, İslami dünya görüşü tamamen yok oldu. Bir zamanlar ülkeyi harekete geçiren amaçlılık ve ruhsal coşkunluk ile ilerleme, üretkenlik ve yapıcı eylem yitirilmişti. Bunların yerini alan boşluk, insanların aldırmazlık ve acziyetlerini daha da güçlendiren baskı ve sindirme söylemleriyle dolduruldu. Çatışma, dağılma, geri kalmışlık ve kurumsal işlevsizlik günlük uygulama haline gelmişti; o kadar ki İslami eğilimli imparatorluklar süresince hükmeden bitkin, kemikleşmiş, yoz, despot rejimler -birkaçı dışındatebaasını sömürülmekten, boyun eğdirilmekten ve ezici yenilgiden koruyamaz hale gelmişti.

İslam düşüncesinin tarihsel olarak izlediği yola dikkatimizi verirsek daha önce sözü edilen tüm unsurların -özellikle Yunan düşünce ve mantığının biçimciliğinin ve Yunan doktriniyle felsefesinin efsanelere dayanan eğilimlerinin (bu nitelikler, olumlu yönleri kadar tehlikeleri açısından da not edilmeliydi)- İslam düşüncesinin doktrinel, entelektüel ve kültürel boyutlarına zarar verdiğini görürüz. Doktrinel, metafiziksel ve teolojik safsatayla uğraşılar, Müslüman bilginlerinin ve filozoflarının -bunlar Mutezililer, Eşariler, Şiiler, Sünniler, Sufiler veya başkaları olabilirler- enerjilerini tüketti ve bu arada İslam toplumu üretkenlik ve insan zihni ile maddi kaynakları bilgece kullanarak medeniyeti geliştirme misyonundan uzaklaştı. Bu sofist/bilgiç tartışmalar arasında, insanın yükümlülükleriyle hiçbir ilgisi olmayan, Kur’an’ın mahluk olup olmayışı, kader ve özgür irade gibi Skolastik felsefenin vurguladığı konular vardı.

Vahiy ve akıl arasındaki çelişki:
Gerçek mi yoksa kuruntu mu?

Vahiy ve akıl arasında çelişki olup olmadığı sorusu Müslüman toplumu, insan fıtratında veya nesnel gerçeklikte hiçbir temeli olmayan felsefi bir tartışmaya sürüklemiştir. Bu ikisi arasında herhangi bir tutarsızlık veya çelişkinin düşünülmesi, sadece bir kuruntudan ibarettir. Çünkü aklın buradaki fonksiyonu; yazılı vahiy metinleri (Arapça, nakledilen anlamında en-nakl) ile insan fıtratının gerçeği ve evrenin kanunları, yani fıtrat (el-fıtrat ve’s-sünen) arasındaki dengeyi değerlendirmek üzere iki dizi veriyi karşılaştırma görevini üstlenen bir tartı gibidir.

Aklın görevi, insanlara nakledilen vahiyle insan veya insan dışındaki varlıklara Allah’ın bahşettiği fıtrat arasındaki uyuşma ve uyum derecesini belirlemektir. Diğer bir deyişle aklın işi, vahyin (yazılı olanın, el-mestur), fıtratın gerçeğini -hem insan fıtratını hem de daha geniş anlamda evreni- (gözlemleneni, el-manzur) açıkladığını kanıtlamaktır.

O zaman ortaya çıkabilecek bir çelişkinin, tartının kefeleri konumundaki vahiyle insan aklı arasında olmadığı açıktır. Ama hiç olmazsa teorik düzeyde, vahiy ve fıtrat arasında böyle bir çelişkinin var olduğu düşünülse bile;

————

*     Zümer 39/53
**     Nisa 4/116

1     Yusuf, 12/53
2     Kıyamet, 75/2
3     Bakara, 2/165
4     Rum, 30/30
5     Tekvir, 81/27-28
6     Bakara, 2/286
7     Kıyamet, 75/1-2
8     Naziat, 79/40-41
9     Rad, 13/11
10     Müslim, 6926; Müslim, Kader 22-25; Buhari, Cenaiz79, 80, 93; İman 264; Müsned-i Ahmed, II/ 233, 435.
11     Müsned-i Ahmed, Hadis no. 18030
12     Hucurat, 49/14
13     Tevbe, 9/8-12
14     Tevbe, 9/97-98
15     Cuma, 62/2

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Müslüman Aklın Krizi ~ Prof. Dr. Abdülhamid A. Ebu SüleymanMüslüman Aklın Krizi

    Müslüman Aklın Krizi

    Prof. Dr. Abdülhamid A. Ebu Süleyman

    Değerler, ilkeler ve inançlar ile düşünce, anlama ve uygulama arasındaki farklılık çok temel bir konudur. Şayet geleceğimizi yoluna koymak için, anlamlı bir ıslah girişiminde...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur