Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Lamiel
Lamiel

Lamiel

Henri Beyle Stendhal

19. yüzyıl başında Normandiya’nın Carville kasabasına evlatlık gelen bir kızın mutluluk arayışları, sosyal katmanlar arasında zikzaklar çizen bir yolculuğa dönüşür. Lamiel, kafasına göre takılma…

19. yüzyıl başında Normandiya’nın Carville kasabasına evlatlık gelen bir kızın mutluluk arayışları, sosyal katmanlar arasında zikzaklar çizen bir yolculuğa dönüşür. Lamiel, kafasına göre takılma sloganını ilkeleştirmiş günümüz genç kızlarının geçen yüzyıldaki prototipi sayılır. Genç kız, kadın hakları anlayışının öncülerinden biri olarak da önemli bir temsili kişiliktir. Ruhu, içinden çıkılmaz düşüncelerin karmaşasında bunalmış, duygusallıktan nasibini almamış Lamiel, asıl modern dünyanın büyük yabancılaşmalarından birini, ruhun, duygunun ve bedenin birbirinden ayrı düşmesi durumunu, yaklaşık yüz elli yıl öncesinden haber verir gibidir.

Lamiel: Çağını aşmanın imkânsızlığı.

***

ÖNSÖZ

Lamiel, Stendhal’in ölümünden yaklaşık kırk yıl sonra (1889) yayımlanmıştır. Kimdir Lamiel, ya da nedir? İtalya’ya ilk gidişinde frengi kapan, gene orada âşık olduğu kadını ancak yıllar sonra ziyaret eden, kızkardeşinin ölümüyle büyük yalnızlıklara boğulan ve mutluluğu mantıklı bir arayışın ucundaki ışık gibi kovalayan Beyle’in (Stendhal’in) durmadan üreten beyninin en son icadı, yalnızlığının, cenazesinde yalnızca üç kişinin bulunmasının bir açıklaması mı? Ne aradığını bilen ya da bilmeyen, arayışı hayatın yerine koymuş, tuttuğunu koparan, çılgın, kabuğuna sığmayan “küçük kız”, gelecekten geriye bir projeksiyon mu; motosikletlerde arkaya oturmuş, kollarıyla sarıldığı gence kendini biraz da tedirgin emanet etmiş, ama yüzünde, hep, bir ayakları yerden kesilmişliğin, hep yolda olma ihtiyacının ifadesi hiç eksik olmayan genç kızlardan biri mi? Erkeğin temel haklarını ele geçirip kendine mal eden, çağından, döneminden erken doğmuş bir feminist mi? Eğer öyleyse, Stendhal ebedi bekârlığının (yalnızlığının) da açıklamasını yapmış olmuyor mu? Bize aradığını bulamamış biri olduğunu söylemiyor mu?

Peki de, kimilerinin soyluluk peşinde olduğu, kimilerinin hayat kaygısına düştüğü, doktorundan papazına, bir kırsal kesim hayatı modelinde, (19. yüzyılın ilk yarısındaki Fransa’da), evlatlık bir kızın (Lamiel) arayışları, temsili, genel-anlamsal bir boyut da taşımıyor mu? Tam bir yüzyıl sonra aynı ülkeden bir düşünürün (Sartre) varolmanın temel ilkesi olarak tespit ettiği bir ilkeyi gerçekleştirmek istercesine “hayatını özgürce seçmek” istemesine benzer bir arayış yok mu burada? Büyük altüst oluşların yüzyılında, toplumsal-politik fırtınaların en sert estiği bir coğrafyada, dönüşüme başlamış sosyal bir yapıda, toplumu, hayatın bütün alanlarına, özellikle de bir kadının özel hayatına yön verecek bir dış aygıt olarak kabul etmek istemeyişin tepkisini bulabilir miyiz bu yaşama tarzında?

“Balzac ve Stendhal, burjuva toplumunun ‘bitmiş’ (tamamlanmış), şiirsellikten uzak hayatını, toplumsal hayatı, bireylerin tutkulu ilişkilerinin oluşturduğu mücadele dolu bir etkileşim ilişkisinde ayrıştırarak, toplumun, insanların karşısına bitmiş, tamamlanmış bir güç, bütünü kapsayan bir aygıt, kaderi enikonu belirleyen, değiştirilemez bir şey olarak çıkmasına meydan vermezler.” (Lukacs, Rus Gerçekçiliği, Rus Devrimi, s. 74)

Larousse, Stendhal’in romanlarının, temelde hep aynı kişinin (prototipin!) değişik ortamlardaki düşlerini yansıttığını belirtiyor (cilt 20, s. 39). Genç (bir) adama, çevresi imrenip durur, kişisel cazibesi kıskanılır, ama o hep yalnızdır ve bir mutluluk arayışı peşindedir. Kendisinin Beysime (Beyle’cilik) adını verdiği bu mutluluk arama yöntemi, Larousse’daki açıklamalara göre, sınırlı bir mutlu azınlık için ortaya atılmış bir formül gibidir. Üstelik mutluluğu bulmak, bu yöntemde neredeyse bir hesap kitap işidir. Armance romanındaki iktidarsız koca, kadınların, genç kızların hayalgücünü, fantezilerini tahrik edip dururken, o steril duyguların temsilcisi olarak mı anlaşılacak? Lamiel, bu arayışın imkânsızlığını mı gösteriyor bize?

Madam Bovary Manastır Okulunda geçirdiği yıllarda, okuduğu kitapların hayal rüzgârlarına kendini kaptırıp “gerçek” hayatta o rüzgârların kanadından bir türlü inemeyen, kocası Charles’tan başlayıp önüne çıkan her erkekte kendisini rüyalarına taşıyacak prensi arayan, ülkedeki büyük dönüşümlerin yol açtığı imkânları belki de gerçekçi bir gözle yorumlayamayışın, “yeni özgürlükler” ortamında kadının yeri konusunda erken hayallere kapılışın romanı olarak okunabilir. 1789 Devrimi’nde halkı, köylüyü arkasına alan burjuvazi, 1830’larda, dipten gelen dalga kendini dayattıkça, iktidarından ettiği aristokrasi ile ittifakın kaçınılmazlığını çoktan görmüştü. Demek ki, toplum hâlâ, bütün demokratik arayışlara ve yeni sınıfın (burjuvazinin) söz sahibi olma iddiasına rağmen, geleneksel biçimlerden, eski yapıların baskısından, hele hele patriark (eril/babaerkil) bir toplum olma özelliğinden kurtulmuş değildi. Erken uyanmış hayaller, özellikle kadınların kendi haklarına ve özgürlüklerine ilişkin tasarımları, geleneksel yapıların duvarlarına çarpıp parçalanıyordu. Bovary hayalciydi; ama duygusal dünyası ve mantığı, hep onun hayalin kanatları üzerindeki arayışlarının belirleyiciliğinde önemsizleşmiş gibiydiler. Bovary ölümü seçti. İlginçtir, Stendhal’in başkişisi Lamiel de ararken ya da sürüklenirken, duygusallığın ayağına dolaşmasını adeta önlemiş gibidir. Lamiel, sınıflar/zümreler arasında dolaşan bir sınıfsız mı? Üstelik bu özelliğinin yanı sıra, kadın olarak o zamanki kadınlardan farklı oluşu, zekâsı, aklı ve bunların belirtisi olan o parıl parıl parlayan gözleriyle, ele avuca sığmaz haliyle, kısıtlamalara, cenderelere girmez yapısıyla, içten içe taşıyıp hissettiği halde, tam bir anlam veremeyip suyüzüne çıkartamadığı o kadına özgü şeytanilik ile, ama bütün bunların ötesinde, taşra insanına özgü o saflığı ve pürüzsüzlüğüyle, açık sözlülüğüyle günümüzde bile meydan okuyan, ürkülen, istenmeyen kadındır o.

Lamiel, günümüz modern toplumunda insanın özüne tam bir yabancılaşma belirtisi olan bir parçalanmayı da az çok temsil eder: Ruhun, düşüncenin ve bedenin birbirinden kopuşunu. O bedeni, o dönemde, o düşüncelerle bağdaştırmak ve ruhu bu ikisinin dengesinde dinginleştirmek imkânsızdır.

Yazarın, romanı yazarken Lamiel’in bir yangında ölmesini öngörmüş olması düşündürücüdür. Flaubert’in Madam Bovary’ye yaptığı gibi, onu imkânsız bir hayattan kurtarmanın tek çıkar yolu öldürmek midir? (Fransızca baskısının önsözünde böyle bir bilgi var) Sanki yaşayacağı toplumun yapısıyla, kurumuyla, dekoruyla, aksesuarıyla, tüketimiyle, sürat arabalarıyla, disco-barlarıyla, onu gelecekte bir yerde beklediğinin; en azından az önce sözünü ettiğimiz parçalanmanın “toplumsallaştığı” bir gelecekte Lamiel’in daha çok yeri olacağının farkındaymış gibi.

Veysel Atayman
Eylül 2004, İstanbul

LAMIEL

I

Bana kalırsa, topu topu bir günlük mesafedeki şu güzelim Normandiya’nın manzaralarına haksızlık ediyoruz. İsviçre’yi yere göğe sığdıramayız, ancak dağları bize üç günlük sıkıntıya, gümrük eziyetine ve vizelerle dolu pasaportlara mal olur. Oysa daha Normandiya’ya gelir gelmez, Paris’in simetrisinden ve beyaz duvarlarından yorgun düşmüş gözlerimizi uçsuz bucaksız yeşil bir deniz karşılar.

İnsana hüzün veren gri düzlükler Paris tarafında kalmıştır ve yol bir dizi şirin vadiye, yüksek tepelere doğru sokulur, ağaçlarla kaplı zirveler gökyüzüne doğru pervasızca yükselip ufuk çizgisine ulaşırken, bir yandan da insanın hayal gücünü harekete geçirir.

Biraz daha ilerleyince, sağ tarafta, kırları örten ağaçlar arasından deniz görülür ve deniz olmadan hiçbir manzara güzelliğim kusursuz diyemez.

Uzaklardaki manzaranın çekiciliğinden ve güzelliğinden etkilenip ayrıntıları daha bir dikkatle incelediğimizde bu arazinin aslında toprak duvarlardan, çitlerle çevrili tarlalardan oluştuğunu ve tarlaları düzgün bir biçimde sınırlayan bu çitlerin küme küme karaağaç fidanlarıyla taçlandığını görürüz. Bu genç ağaçların uzunluğunun otuz ayağı geçmemesine, arazilerde yalnızca mütevazı elma ağaçları dikili olmasına rağmen bütüne hâkim olan yeşil renk, insana, tüm bunların usta ellerin göze hoş görünen bir ürünü olduğunu düşündürtmektedir.

Sözünü ettiğim bu manzaraya Paris’ten gelip, denize yaklaşırken, Carville’e tam iki mil uzaklıkta rastlayabilirsiniz. Carville, denize komşu olan büyükçe bir köydür. Düşes de Miossens ve Doktor Sansfin’in öyküsü de kısa bir zaman önce buköyde yaşanmıştır.

Paris yönünden bakıldığında, köyün elma ağaçları içinde kaybolan ilk evleri vadinin dip kısmında yer alır. Kuzeybatıdan denize ve Saint-Michel dağına doğru uzayıp giden manzaraya bakan son evlerden iki yüz adım ötede, daha yeni yapılmış köprüyle suları pırıl pırıl şirin bir dereden geçilir ve bu dere, sanki bir nedeni varmış gibi son derece hızlı akar. Zaten Normandiya’da her şeyin kendine göre bir mantığı vardır ve burada, niçin sorusu sorulmadan ve bu sorunun yanıtıinceden inceye hesaplanmadan hiçbir iş yapılmaz, ama Carville’de asıl hoşuma giden şey bu değildir, çünkü bir zamanlar keklik mevsimini geçirmek üzere buraya geldiğimde Fransızca bildiğime nasıl da pişman olduğumu hatırlıyorum. Pek varlıklı olmayan bir noterin oğlu olmama rağmen, Madam d’Albret de Miossens’ın şatosunu mesken tutardım. Madam, Fransa’ya ancak 1814 senesinde dönen eski bir senyörün karısıydı. 1826 yılında önemli bir unvandı bu.

Carville köyü; neredeyse denize paralel bir vadide, çayırlar arasında uzanır ve biraz yüksekçe bir yere çıkıldığında deniz görülür. Şato pek hoşa giden bu vadiye hâkim bir mevkidedir. Bu manzaranın keyfini ancak gündüzleri çıkarabiliyorum, çünkü saat beşte akşam yemeğini haber veren çanla birlikte Madam Düşes de Miossens’ın çevresinde pervane olmak gerekiyordu. Haklarından feragat edecek kadınlardan değildi. Birisi saygıda azıcık bir kusurda bulunsa, kısacık, ama çok sert bir uyarıyla ona hemen görevlerini hatırlatırdı. Daha henüz 30’lu yaşlarındaydı, ama dikkate değer içtimai mevkiini asla gözardı etmezdi. Bütün bunların dışında son derece dindar biriydi ve Paris’te en çok bu özelliğiyle tanınırdı. Saint-Germain mahallesi onu seve seve hayır işlerinin başına getirmişti. Bu gösterişli mahallenin ona sunmaya razı olduğu tek mevki de zaten bundan ibaretti. On altı yaşındayken, yaşlı bir adamla kendisine düşeslik getireceğini umduğu bir evlilik yapmış ve bütün gençliği X. Charles döneminde bir düşesin sahip olduğu saygınlığı görme özlemiyle geçmişti, çünkü yaşlı Marki de Albret’in epeyce yaşlı olan babası, düşes ancak yirmi sekizine geldiğinde vefat etmişti. Madamın bütün isteği çevresinde saygın biri olmaktı, ama pek zeki biri olmadığı için işin temeline inemiyor, sadece yüzeysel yanına ilgi duyuyordu, ancak bu tutumu yine de Düşes de Miossens’a soyluluğundan hiçbir şey kaybettirmemişti.

Eylül ayını evinde geçirdiğim soylu hanımefendi işte böylebir insandı. Akşam saat beşten gece yarılarına kadar Carville’den dedikodular ve önemsiz hikâyelerle ilgilenme durumundaydım. Şimdi izninizle, size haritada yerini bile bulamayacağımız bu yerin iğrençliklerinden, yani gerçeğin bir başka yanından söz etmek istiyorum.

Normandiyalıların kurnazlıkları ve yaptıkları sinsice hesaplar, Paris’in karmaşık hayatının getirdiği yorgunluğu hiç aratmıyordu.

Madam de Miossens’ın evine iyi yürekli Lagier’lerin oğlu ve torunu sıfatıyla kabul edilirdim. Lagier’ler, d’Albret de Miossens ailesine ya da daha doğrusu Albret’lerden olduğunu ileri süren Miossens ailesine öteden beri noterlik etmişlerdi.

Yöredeki av alanları çok iyi korunduğu için burada avlanmak harika bir şeydi. Ev sahibesinin bir senato üyesi, usta bir aşçı ve dinine aşırı bağlı bir adam olan eşi, X. Charles’ın sarayından hiç ayrılmazdı. Tek oğulları Fédor de Miossens ise küçük bir öğrenciydi. Bana gelince; avda bir el bile ateş etmem her şeyi unutmam için yeterliydi sadece. Akşamları, yöredeki papazları denetlemekle görevli, Rahipler Konseyi’nin önde gelen üyelerinden Papaz Du Saillard’a katlanmak gerekiyordu. Tacitus’a* benzeyen kişiliği bana sıkıcı gelirdi. Zaten o dönemlerde kafamı meşgul edecek bir tip de değildi. Du Saillard, Quotidienne gazetesini okur ve bölgedeki yedi sekiz soyluyu ülkede ne olup bittiği hakkında bilgilendirirdi.

Madam de Miossens’ın salonuna zaman zaman da matrak bir kambur uğrardı. İşte bu adam beni epeyce eğlendirirdi. Kadınların peşinde koşar ve söylendiğine göre bazen başarılı da olurdu.

Bu benzersiz adamın adı Doktor Sansfin’di ve 1830 senesinde yirmi beş yirmi altı yaşlarındaydı. Markiz, onun adeta içinde yüzdüğü bir dolu gülünç olayı uydurma isimler altında anlatmasından hoşlanırdı, çünkü nedense en gülünç talihsizlikler söz birliği etmişçesine hep bu kambur Don Juan’ın başına gelirdi.

Bunun haricinde doktor, Don Juan olmak için can atmasa, belki de sıradan, zararsız biri olabilirdi. Bölgedeki zengin bir toprak sahibinin tek oğlu olan Sansfin, kendi kendini tedavi etmek amacıyla doktor olmuştu. Avcılığı ise kendisiyle alay etmeye kalkışacak köylüleri caydırmak için silahlı biri olarak görünmek istemesinden kaynaklanıyordu.

Çevrede nüfuzlu biri gibi görünmek için de Papaz Du Saillard’la ittifak yapması gerekiyordu. Sansfin, aynı zamanda çabuk öfkelenen bir adamdı. Denilenlere bakılırsa, dış görünümü nedeniyle kendisiyle açıktan açığa dalga geçip, çirkin şakalar yapmaya kalkışanlara –sanki kazara ateş almış gibi– küçük saçmalı tüfeğiyle karşılık verdiği de olurmuş.

Doktorun kamburu olmasa, budalaca davranmayabilir, hatta kendisine akıllı bir adam bile denebilirdi fakat bu talihsiz sakatlık onu gülünç bir insan yapıyordu çünkü, kamburunu inceden inceye çevirdiği dolaplarla unutturmak istiyordu.

Doktor herkes gibi giyinip kuşanarak daha az gülünç olabilirdi, oysa elbiselerini Paris’ten getirttiği herkesin malumuydu. Ayrıca bir Normandiya köyü için cidden dayanılmaz bir kasıntılıkla başkentli bir berberi de hizmetine almıştı gene de kimsenin onunla alay etmesini istemiyordu!

Doktorun diğer bir tuhaf yanı da, kapkara ve kocaman sakalının, başından daha büyük olmasıydı. Başkentli berber sakala adeta bir sanat eseriymiş gibi şekil vermişti, ama bütün bunlar durumu kurtarmaya yetmiyordu, çünkü genel görünümü nedeniyle pek de çirkin sayılmayacak bu başın Béranger’in bir şarkısında dediği gibi, önemli bir eksiği vardı: Gövdesi yoktu. Tiyatro sevdası bundan kaynaklanıyordu. Locanın ilk sırasına oturduğunda herhangi biri gibi görünürdü, ancak ayağa kalktığında yada son moda giyimli çelimsiz gövdesini meydana çıkardığında gülmemek mümkün değildi.

“Şu kurbağaya bakın hele!” diye sesler yükselirdi ön sıralardan.

Yaman bir çapkın için ne laf ama!

Bir akşam, aylaklığımızdaki ölçüsüzlüğe bakın; şöminedeki küllerin üzerine, bize gururumuz hilafına en utanç verici budalalıkları yaptıran kadınların isimlerinin baş harflerini çiziyorduk. Hatırlıyorum da bu aşkını ispat oyununu uyduran bendim. Vikont de Sainte-Foi, M ve B harflerini çizdi, ardından Düşes o müşkülpesent ve kibirli konuşma tarzını terk etmeksizin Vikont’a M ve B için yaptığı çılgınlıkları mümkün olduğu ölçüde anlatmasını buyurdu. Saint-Louis şövalyelerinden yaşlı Mösyö de Malivert de A ve E yazdı, ardından anlatabileceği her şeyi anlatıp, maşayı Doktor Sansfin’e teslim etti. Bütün dudaklarda bir gülümseme belirdi, fakat doktor gururla D, C, T, F harflerini yazdı.

“Nasıl! Benden çok daha gençolduğunuz halde kalbinize dört harf kazılı öyle mi?” diye bağırdı Şövalye Malivert. Yaşı nedeniyle gülümsemesi doktorun hazmedebileceği türdendi.

“Madem ki Madam Düşes samimi olma dileklerine uymamızı bekliyorlar,” dedi kambur büyük bir ciddiyetle, “dört harf yazmak zorundaydım.”

————

* Tacitus: Romalı hatip ve devlet adamı. Latin tarihçilerinin en büyüklerinden kabul edilir. (D. 56 -Ö. 120).

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Kırmızı ve Siyah ~ Henri Beyle StendhalKırmızı ve Siyah

    Kırmızı ve Siyah

    Henri Beyle Stendhal

    Stendhal’in yaşanmış bir ya da iki olayı birleştirerek kaleme aldığı bu romanın baş kahramanı Julien Sorel’in yazar ile birçok yönden örtüştüğü ileri sürülür. Orta...

Beriahome Harf Kupa

Aynı Kategoriden

  1. Kapalı Kapılar Ardında ~ Jane CaseyKapalı Kapılar Ardında

    Kapalı Kapılar Ardında

    Jane Casey

    Söylentiler… Herkes şampanyanın su gibi aktığı akıl almaz partiler veren seçkin centilmenler kulübü hakkındaki söylentileri duymuştu… ve kapalı kapılar ardında olup bitenler kimsenin hayal edemeyeceği...

  2. Kemik Büyüsü ~ Yasmine GalenornKemik Büyüsü

    Kemik Büyüsü

    Yasmine Galenorn

    Seattle’da heyecan dinmek bilmiyor… Yakınlarda bir ekinoks olacak, bu nedenle hayat bizler için gittikçe zorlaşacak gibi görünüyor… Geçmiş, arkadaşlarımız İris re Chase’in peşini bırakmamakta...

  3. Frankenstein Ya Da Modern Prometheus ~ Mary ShelleyFrankenstein Ya Da Modern Prometheus

    Frankenstein Ya Da Modern Prometheus

    Mary Shelley

    19. yüzyılın hemenbaşındayazılmış olanbu gotik roman geleneği içinde kendine özgü yerini yaklaşık iki yüzyıldır koruyan Frankenstein Ya da Modern Prometheus romanının doktoru Frankenstein, Zeus’tan...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur