Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Ölü Canlar
Ölü Canlar

Ölü Canlar

Nikolay Vasilyeviç Gogol

Gogol, Ölü Canlar’ın birinci bölümünü sekiz yılda bitirebilmiştir. Bir işadamı olan, “orta sınıftan sayılabilecek” Çiçikov, ölmüş ama resmi kayıtlaraa geçmemiş “serfler” satın alıp kağıt…

Gogol, Ölü Canlar’ın birinci bölümünü sekiz yılda bitirebilmiştir. Bir işadamı olan, “orta sınıftan sayılabilecek” Çiçikov, ölmüş ama resmi kayıtlaraa geçmemiş “serfler” satın alıp kağıt üzerinde yaşayan bu “hayaletleri” pazarlar. Ahlaki olmayan bir para kazanma yolu ve yozlaşma tema’sı üzerine kurulu bu roman, dünya edebiyatında eşi örneği az bulunur bir “hiciv” klasiği olmuştur. Günümüz dünyasına bakıldığında şaşırtıcı bir güncellik kazanan Ölü Canlar’da Gogol acılarla dolu bir yolda kapitalizme geçiş sürecindeki Rusya’da, çürümekte olan, köhneleşmiş toprak köleliği sisteminin insan onuruna aykırılığını gözler önüne serer.

Ölü Canlar: Şeytani buluşun ödülü.

***

ÖNSÖZ

N. V. Gogol’ün Ölü Canlar romanının yayımlanmasından günümüze yaklaşık yüz elli yıl geçti. Üç bölüm halinde tasarlandığı halde sadece bir bölümü doğru dürüst yayımlanan Ölü Canlar, bugün Rus edebiyatının kilometre taşlarından biri sayılıyor ve bu ülke edebiyatının doruk yapıtlarından biri olarak zirvedeki yerini koruyor. İlginçtir, çünkü İnternet sitelerindeki Batı çıkışlı yorumlarda romanı eğlendirici, hoş vakit geçirici bulan, ama ana olayın hiç de inandırıcı olmadığını ileri süren eleştiriler ortalama okurun genel kanaatini oluşturuyor. Romanın yayımlandığı dönemlerde edebiyat çevrelerinin tepkisi ne kadar farklı olmuş olursa olsun, roman bir solukta okunmuş; kıran kırana bir tartışma ortalığı sarmıştı. Kimileri hayranlıktan söyleyecek söz bulamazken kimileri hayal kırıklığına bağlı şaşkınlıklarını gizleyememişlerdi. Gogol’ü bir düşman gibi gördüğünü, zincirlenip Sibirya’ya yollanması gerektiğini söyleyenler bile vardı. Aslında romanın birinci cildi daha basılmadan sansürün yasakladığı elyazmaları elden ele dolaşmış, kitabın basılmasıyla kapışılması bir olmuştu.

Edebiyat çevrelerinin birbirine zıt tepkileri karşısında Gogol, çalkantıların dışında kalmayı tercih etmiş, çekip Roma’ya gitmiş, ama yola çıkmadan önce dostlarından, olumlu olumsuz, romanına yönelik bütün tepkilerden kendisini haberdar etmelerini rica etmişti. Bu, Gogol’ün kendini tartışmaların, gerginliklerin dışına ilk atması değildi elbette. Onun ilginç, belli bir yerleşikliği sevmeyen hayatında böylesine ani kopuşlar, bir tür sosyal fobi belirtileri her zaman kendini ele vermişti. Derin dostluk duygularıyla bağlandığı insanlara, Puşkin1 de aralarında bulunmak üzere sevdiklerine sıkça “elveda demesi” olağandı onun.

Arayış
1829 yılında, henüz 20 yaşında olan Ukraynalı Nikolay Vasilyeviç Gogol, Poltava’dan bir devlet memuriyetinde görev almak umuduyla Petersburg’a gelir; ama asıl amacı edebiyat çevreleri ile tanışmak, onlara yakınlaşmaktır. Ne var ki hiçbir şey umduğu gibi gitmez, uygun bir memuriyet bulamadığı gibi, edebiyat alanındaki ilk adımları da boşa gider. Hanz Küchelgarten edebiyat çevrelerinde kötü not alınca, hayal kırıklığı içindeki Gogol elindeki satılmayan nüshaları da yakıp kendini amaçsız bir şekilde önce Lübeck sonra da Hamburg’a atar. Ne var ki, bu yeni ülkeye (Almanya’ya) geleli daha üç gün olmamışken, geriye dönememe korkusuna kapılır; geldiği gemiyle döner. Petersburg’da durumunu biraz toparlayana, dengesini bulana kadar bir yıl geçmesi gerekecektir. Gogol burada ilk Ukrayna hikâyelerini yayımlar, ayrıca içişleri bakanlığında kâtiplik bulur. Burada uzun yıllar dost olarak kalacağı pedagog P. Pletnyov ve ozan V. Şukovski ile tanışır.

Bu iki insan, eğitimci sıfatıyla bir ayakları sarayda olan kimselerdir; Pletnyov, Gogol’e Petersburg’un kibar ailelerinde özel ders bulmakla kalmaz, Çariçe’nin şemsiyesi altında kurulmuş bir kızlar pansiyonu olan Yurtsever Enstitüsü’nde, tarih öğretmeni olarak çalışmasını sağlar. Gogol’ün daha delikanlılık yaşlarında büyük bir hayranlık duyduğu Puşkin ile tanışmasını sağlayan da Pletnyov’dur. Bu tanışma, Gogol’ün hayatındaki en önemli ilişkiyi temsil edecektir; çünkü Gogol, Puşkin’in tavsiyelerini, yazdıkları hakkındaki yorum ve görüşleri, onun hükmünü Tanrı sözü gibi algılayacaktır ömür boyu.

Nihayet Gogol adını edebiyat çevrelerinde tartışılmazlar arasına yerleştirecek olan adımlara sıra gelir. 1831/32’de Puşkin’in Biyelkin’in Hikâyeleri ile birlikte iki cilt halindeki Masallar: Dikanka Yakınlarında Bir Çiftlikte Akşam Toplantıları yayımlanır. Ukrayna’daki çocukluk anıları, kırsal hayatın kişi ve olayları bu sekiz öykünün ana malzemesini oluşturmaktadır. Şeytanlar, cadılar, cinler ve halk kültürünün çeşitli fantastik öğeleri bu öykülerde bir araya gelip romantik bir çizgi ile gerçekçi bir çizgiyi birleştirirler. Ukrayna’ya özgü yerleşik deyişlerin, sözcüklerin, halk kültürü atmosferi ile kurdukları dünya, edebiyat için yepyeni bir soluk, romantik halk kültürü değerlendirmelerinin başarılı bir örneğidir. Kısmen neşeli, eğlenceli, kısmen ciddi öykülerdir bunlar. Saf, batıl inançlı köylülerin arasına dünyadışı güçlerin, şeytanın inmesi ile oluşan tuhaf konular üzerine kurulu öyküleri okuyan Puşkin’in tepkisi, “kimi yerlerde ne şiirsellik, ne müthiş bir duygu” biçiminde olacaktı. “Bütün bunlar şimdiki edebiyatımız için öyle alışılmamış şeyler ki (okuduktan sonra) bir daha kendime gelemedim!” Sonraki yıllarda Puşkin ile Gogol’ün yapıtlarını birlikte yayımlama olayının tarihi, modern Rus düzyazısının doğum tarihi olarak tanımlanacaktır.

1832 yılında Moskova’da epey uzun bir süre kalan Gogol, tarihçi M. Pogodin, filozof İvan Kireyevski ve onun erkek kardeşi etnograf Piotr ve edebiyat tarihçisi Şevyryov ile tanışır, bunlar ve bu çevreden başka birçok kimse, kırklı yıllarda Rusya’nın dünya tarihindeki yerinin ne olduğu sorusunu yoğun bir şekilde tartışmaktadırlar. Gogol de aynı dönemlerde Ukrayna tarihi ile yoğun bir şekilde ilgilenmekte, Ukrayna halk şarkılarını incelemekte, bu alanda kendine büyük bir görev düştüğünü düşünmektedir: Ülkesinin geniş kapsamlı bir tarihini yazacaktır. Ancak Kiev Üniversitesi’nde profesör olarak çalışma başvurusu geri çevrilir. 1834’te Petersburg’da eski dostlarının yardımıyla genel tarih kürsüsüne yardımcı profesör olarak atanır. Gerçi Rusya tarihi diye kafasına koymuştur, ama asıl gönlünde yatan, sekiz, dokuz ciltlik bir ortaçağ tarihidir. Ne birincisi ne de ikincisi gerçekleşecektir sonuçta; kısa sürede hevesi geçmiştir. O dönemlerde Petersburg’da Gogol’ün seminerlerini izleyen genç Turgenyev,2 Gogol’ün üç seminerden ikisine gelmediğini ve öğrenciler arasında onun aslında tarih ile uçuk bir bağlantısı bile bulunmadığı kanaatinin yaygın olduğunu yazacaktır. Gogol 1835 Aralık’ında üniversiteden uzaklaştırılır. Bir yıl önce de, sözünü ettiğimiz Kızlar Okulu’ndaki yerini kaybetmiştir.

Düzyazı edebiyatına gelince durum daha farklıdır: 1834 yılının ilkbaharında İvan İvanoviç ile İvan Nikiforoviç’in Kavgası ile “komik” şeyler yazarı olarak adını tanıtacaktır. Kimi eleştiriler, saçmalık, zevksizlik suçlamaları getirseler de, yazdıklarını daha önce Puşkin’e okuyup onaylatmış olan Gogol yolundan emindir. Edebiyat faaliyetinin vazgeçilmez bir parçası ya da alışkanlığı olarak yazdıklarını yüksek sesle Puşkin’e okuma huyu, gitgide onun edebiyat tarzına yansımaya başlayacak, yazma ile yüksek sesle birine bir şeyler okuma tarzı birbirinin yerini alıp duracaktır. Bir dostu, Gogol’ün, Ölü Canlar’ı yazarken karşısındabiri varmış gibi yüksek sesle konuştuğunu, kimileyin bu konuşmanın doğallığını bile yitirdiğini söylemiştir. Demek ki Gogol metinleri konuşulmayı talep eden metinlerdir; dolayısıyla da Gogol adı ile “skaz” geleneğinin, yani sözlü anlatma geleneğinin ilişkilendirilmiş olması bir tesadüf değildir. Sözlü anlatım geleneğine yakın düşmek demek, sözcük ve dilbilgisi alanında epey bir çam devirmek anlamına gelir Gogol metinleri bakımından; yazılı anlatımın normları ihlal edilmiş, ama öte yandan da müzik gibi bestelenmiş, sessel ilişkileri ritmik bir düzene sokulmuş, yani sadece okur için değil aynı zamanda “dinleyici” için de yazılmış (eufonik) bir metin vardır karşımızda. Rus edebiyat eleştirisinin muhafazakâr kavrayışı içinde Gogol’e yönelik suçlama ve hor görmelerin kaynağı olan bu anlatım özellikleri, onun biricikliğinin, başarı ve etkisinin de temelidirler.

Gogol iki bölümlük Ukrayna öyküleri derlemesi Mirgorod (Mirgorod Hikâyeleri, 1945) ile 1835’te artık “küçük konulu” anlatıları geride bırakacaktır. Bu hikâyelerden sadece birinde duyuüstü dünyanın bir öğesi, şeytan yer alır, ama o da artık görünmez olmuştur ve insanların günlük hayatın o kaba gerçekliğinin, bayağılık ve kötülüklerinin arasında dolanıp “mesleğini icra eder.” Gogol’ün hayata bakışı, yaşama yönelik felsefesi artık biçimlenmeye başlamıştır: İnsanın içinde dağılıp gittiği bayağılığın, kabalığın, kötülüğün mimarı gene insanın kendisidir, “küçük insanın kendisi”. Acınası, sıradan tutkuları yüzünden kendini kaptırır ve geriye insan özelliği namına bir şey bırakmadan, bütün ruhunu paramparça eder o sıradan, ortalama insan. Puşkin, “hayatın kabalığını, yüzeyselliğini Gogol gibi, doymuş renklerle, kusursuz anlatabilen bir başka yazar tanımadım,” diyecektir; “kaba, sıradan insanın içinin boşluğunu ve hiçliğini, çoğu insanın gözünden kaçan bütün o zavallılığıyla anlatan birini.” Gogol Mirgorod’dan önce Arabeski’yi yayınlar. Bu iki ciltlik kitapta tarih, coğrafya, sanat ve edebiyat üzerine çeşitli denemelerin yanı sıra konusu Petersburg’da geçen iki öykü yer alır. Tutkuları yüzünden, şeytani güçlere, kötüye teslim olan insanların öyküleridir bunlar. Petersburg bu öykülerde yanılsamaların, aldatıcı görünüşlerin kenti olarak karşımıza çıkar. Kazak geçmişini anlatan Taras Bulba, sırf biyolojik dürtüleriyle yaşayan yaşlı çiftin öyküsü Eski Zaman Beyleri, sıkıcı ve tekdüze işlerden bunalan bir memurun öyküsü olan Bir Delinin Hatıra Defteri, romantik bir hayalci ile bir serüven düşkününü karşı karşıya getiren Nevski Bulvarı, kötülüğün bir kader olduğunu söyleyen Portre, yergi öyküleri arasında en eğlendiricilerden biri olan Araba ve hoş ve hicveden bir üslupla yazılmış olan Burun, Gogol’ün bizde de en çok sevilen ve akılda kalmış öykülerindendirler. Gogol 1836’ya kadar öyküler yazıp durmuş, Arabeski’de olduğu gibi, yazınsal olmayan denemelere de el atmış, ama Rus romancılarındaki o büyük, geniş kapsamlı metinlere geçebilmek için gerekli malzemeyi sanki bir türlü bulamamıştır.

Romana Geçiş Sancısı
Ölümünden sonra yayımlanan “İtiraflar”ında (“Günah Çıkartma”larında) Puşkin ile birlikte yaptıkları planlardan söz eder. Yaşlı yazar ona, insanları ayak üstü bütün gerçekliği ile kavrama ve birkaç fırça darbesiyle anlatma yeteneğine rağmen o güne kadar önemli bir yapıt ortaya koyamadığını söylemiştir. Puşkin, Gogol’ün anlattığına bakılacak olursa, kendisine Cervantes3 örneğini vermiştir. Cervantes’in de öyle dişe dokunur birçok öyküsü olmasına rağmen, Don Kişot’u yazmamış olması halinde unutulup gitmiş olacağını söylemiştir. Bu bağlamda Puşkin ona, kendisinin manzum bir anlatıyla işlemek istediği Ölü Canlar konusunu açmış olmalı. Her iki yazar arasındaki bu sıkı bağ ve işbirliği, belli bir yönden bakıldığında alabildiğine şaşırtıcı gelmektedir insana; çünkü edebiyat açısından bu ikisi kadar birbirine zıt iki örnek daha bulmak zordur. Puşkin, şiirinde her bir sözcüğü, bütün içinde işlevi olsun olmasın, altın terazisinde tartıp yerine koyarken, Gogol’de kıssadan hisse çıkartılacak “öykü”, ayrıntıların aşırı bolluğu, ana eylem ekseni ile ilintisiz insanların öyküye girip girip çıkmaları yüzünden, bulanıklaşıp, silikleşip geri düzleme çekilir.

Gogol, Ölü Canlar’dan ilk kez 7 Ekim 1835’te Puşkin’e yazdığı bir mektupta söz eder. “Ölü Canlar’ı yazmaya başladım” der mektubunda; “konu iyice yayıldı, genişledi, uzun bir romana dönüştü. Sanırım çok komik olacak; şimdilik üçüncü bölümde bıraktım (…) bu romanda, hiç değilse bir yanıyla bütün Rusya’yı göstermek istiyorum.” Gogol aynı mektupta Puşkin’den başka bir konu önermesini de rica eder. “Sahici bir Rus anekdotu. (Ölü Canlar’ı yazarken) bir yandan da bir komedi yazmak için parmaklarım kaşınıp duruyor,” der. 1836’da kısa sürede biten bu komedi, (Müfettiş) Petersburg’lu dostlarının desteğiyle sansürü aşıp Çar’ın katılımıyla prömiyerini yapar. İmparator gülmekten kırılınca, seyirciler de rahatça içlerinden geldiği gibi makaraları koyvermişlerdir. Anlayacağımız Gogol bu iki başyapıtını birbirine paralel geliştirmiş, daha doğrusu yazmıştır; dolayısıyla da Çlestakov ile Çiçikov (Ölü Canlar) karşılaştırılıp bu kişilerin kimliğinde iki modern Rus figürü tespit etmiştir eleştiri. Bu iki insan, yeryüzüne inmiş şeytandırlar; hiç eksik olmayan kötülüğün ve bayağılığın, “iki şeytani ruhun” (Puşkin) simgesi. Puşkin’in Gogol’e Ölü Canlar konusunda verdiği fikrin ne olduğu, büyük bir roman için ona bu konuda neler önerdiği, bu ana fikrin iki edebiyatçı arasında sonradan nasıl ve hangi yönde geliştirildiği de belli değildir. Ancak ölü insanları canlı gibi göstererek bankadan kredi almaya çalışan bir adamın öyküsüne benzer bir şeylerin çıkış noktasını oluşturmuş olabileceğini söylemek mümkündür. O dönemlerde toprak sahipleri, vergilerin belirlenebilmesi için ellerindeki “revizyon listeleri” denen isim listeleri ile sahip oldukları demirbaş köylüler, o döneme ait bir deyişle “canlar” ya da “serfler” hakkında resmi makamlara bilgi vermek zorundaydılar. Bu revizyon ya da gözden geçirme listeleri vergi makamlarına ulaştırıldıktan sonra, artık ikinci gözden geçirme dönemine kadar geçerli ve bağlayıcı oluyorlardı. Dolayısıyla da bir sonraki liste verilinceye kadar, o arada ölen olursa, onun da vergisi, ilk listeye göre yaşıyor sayıldığı için ödenmek zorundaydı. Bu demirbaş köylüler alınıp satılabildikleri gibi rehin işlemine de tabi tutulabiliyorlardı. O günlere dair, en azından bir gerçek olay yaşanmış, gözden geçirme listelerinde yaşıyor görünen, ama ikinci gözden geçirme listesi sunulmadan arada ölmüş köylüler/ serfler (canlar) adına kredi talebinde bulunulmuş olabilirdi. Mümkün olanın uç sınırında dolaşan bu olayın, tarihsel-gerçek bir örneğinin olması söz konusu olabilirdi yani. (Şimdilik bu “mümkün olma” kriterini bir kenara koyalım; hiciv konusundaki genel yorumda önemli bir yeri olacak!) Puşkin ile Gogol arasında geçen ve Gogol’ün anlattığı konuşmada, Puşkin’in, Cervantes’in Don Kişot’u yazmamış olması halinde, öteki iyi öykülerine rağmen unutulmuş olacağını ileri sürmesi de burada değinilmesi gereken bir tespit olabilir; çünkü Don Kişot romanı örneği her ne kadar Gogol’ü ilk bakışta uzun bir anlatının önemine dikkat etmeye çağırıyor olsa da, asıl anlatının yapısı ile ilgili bir örnek olarak da önem taşımaktadır büyük olasılıkla. Cervantes’in Don Kişot’unda şövalyenin hayali düşmanlar peşinde gezinirken oluşturduğu eksen, tek tek olay-öykülerini birbirine bağlama görevi de görmektedir. Bu bağlamda Gogol sözü geçen “İtiraflar”ında Puşkin’in önerisini şöyle değerlendirir: “Puşkin’in, Ölü Canlar’ın konusunun bana çok uygun olduğunu düşünmesinin nedeni, kahramanlarımla birlikte bütün Rusya’yı dolaşma ve çeşitli karakterler tanıtma konusunda bana tam bir özgürlük tanımasıdır.”

Gogol’ün kafasında ayrıntılı bir plan olmaksızın hemen kaleme sarılmış olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çok geçmeden Puşkin’e, Ölü Canlar’ın ilk bölümünü yüksek sesle okuyacaktır. “Ne var ki ben yüksek sesle bir şey okuduğumda hep gülen Puşkin (zaten gülmeyi çok severdi), kederlendikçe kederlendi; sonunda iyice karamsarlaştı. Okumam bitince sarsılmış bir halde, ‘Tanrım, Rusyamız ne kadar üzüntü verici!’ dedi. Derinden etkilenmiştim. Rusya’yı o kadar iyi tanıyan Puşkin, bana, bütün bunların bir karikatür ve benim buluşum (uydurmam) olduğunu mu söylemek istemişti yoksa? Neden sonra söylediklerinin ne anlama geldiğini kavradım; bir şeyler insanın içinden (ruhundan) gelmişse, hele bu ruh gerçeğiyse, karanlığın ve ışığın yokluğunun o ürkütücü etkisinin insanlara ne kadar korkunç görünebileceğini anladım. O andan başlayarak artık sadece, ölü canların yaydığı keder verici etkiyi nasıl hafifletebileceğimi düşünmeye başladım.” Birinci cildin taslaklarından bildiğimiz kadarıyla, Gogol fazlasıyla sarsıcı, etkileyici bölümleri çizip atmıştır.

Müfettiş, Çar I. Nikolay dönemindeki rüşveti ve geçim kapısı haline gelmiş bürokrasiyi hicveder. Ağzı bol laf yapan, kibar giyimli birini bekledikleri yeni müfettiş sanan memurlar, yozlaşmışlığı fark etmemesi için ona ziyafet çeker, rüşvet verirler; ancak o çekip gittikten sonra sahici müfettiş çıkagelir. Oyuna gösterilen tepki, ilk andaki büyük başarı havasına rağmen Gogol’ü tuhaf davranışlara yöneltecektir. Puşkin ile bile vedalaşmadan Rusya’yı terk eden Gogol, çeşitli aralarla altı yıl boyunca Roma’da yaşamış, orada ressam Aleksandr İvanov ile yakın bir dostluk kurmuş, o yıllarda çok moda bir tatil ve dinlenme yeri olan İtalya’ya gelen Rus aristokratları, prens ve prensesler ile tanışmıştır. Paris, İsviçre, Almanya arasında dolanıp duran, İtalya’yı ise kendine merkez seçen Gogol için Müfettiş’in gösteriminin ardından huzursuzluk, iç çalkantısı yılları başlar. Sonradan, dış ülkelerde uzun süreler kalışını, Rusya’yı dıştan daha iyi tanımak için araya mesafe koymanın gerekli olduğu gerekçesiyle açıklamaya çalışacaktır. Dıştan, uzaktan bakıp, bütün bir ülkeyi anlatmak. Mümkün müdür bu; ayrı bir soru; ama bu kaygıyı ciddiye alacak olursak, Ölü Canlar’ın sözcüklerini, oradaki âdetleri, yiyecek içeceği, adları göz önüne alıp -çoğu zaman bir yanılgı sonucu yorumlayıcıların yaptığı gibi-burada belli bir kuzey Rus bölgesinin anlatıldığı ya da böyle bir gerçek kültürel, sosyal fonun söz konusu olduğu sonucunu çıkartmak hatalı olacaktır. “Son yapıtlarımın, özellikle Ölü Canlar’ın kahramanları gerçek insanların portresi olmaktan çok çok uzaktılar.” Çiçikov’un yolculuklarını belli, gerçek bir Rus kırsalına indirgemek de tutarlı bir yaklaşım olmayacaktır.

Gogol’ün bu gezilere çeşitli nedenlerle ihtiyacı vardı; çalışamama gibi bir engeli sık sık önünü kesiyordu; o da sıkça yer değiştirerek bu engelden kurtulmaya çalışıyordu; yaratamama, yazamama bunalımlarını aşmanın bir yoluydu bu gezmeler. Sıkça vurgulamıştı gezmenin kendisi için taşıdığı önemi. Ölü Canlar’da da, boğulmakta olan bir insan gibi can havliyle yolculuğa, gezginliğe el atmanın kurtarıcılığına, yaratıcı, harika fikirlerin bu yer değiştirmelerle doğuşuna değinecektir.

Savruluş
Puşkin’in düello sonucu trajik bir şekilde ölmesi, Gogol için büyük bir darbe olmuştur. “Rusya’dan bundan daha kötü bir haber gelemezdi” diye yazar Pletnyov’a. Pogodin’e de, “Bende iyi olan ne varsa ona borçluyum. Şimdiki çalışmam da onun eseri. Yazacağıma yemin ettirdi…” diye yazar. Gogol, Puşkin’in ölümünden sonra da önce İtalya’ya, ardından o yaz Almanya’ya (Baden-Baden’e), Roma’ya, Napoli ve Fransa’ya geçer, bu yolculuklarda Ölü Canlar kafasında gitgide daha çok belirginleşmeye başlar; Çiçikov’un yaşadıkları, komik olaylar derin bir anlamın üzerine oturtulmaya çalışılır. Ama bunalımlar, yazmasını engelleyip durmaktadır. O sıralarda “Roma” ile Palto’ya ilişkin ilk düşüncelerle birlikte taslakların da ortaya çıktığını biliyoruz. 1841 yılında Ölü Canlar’ın ilk derli toplu halini bir arkadaşına dikte edecek durumdadır. O yılın sonbaharında bu elyazması örnekleri sansüre sunmak üzere bastırmak amacıyla Moskova’ya gelir ya da “döner”. Ama zorluklar yakasını bırakmayacaktır. Bugün bize pek de olağanüstü gelmeyen “Ölü Canlar” adının o günlerde alabildiğine dokundurucu, hatta öfkelendirici anlamı gözden kaçacak gibi değildi. Gogol metnin adının (Myortvye duşi) çağrışımlarının farkındaydı. Romanın İngilizce çevirisinde “Souls”, Almanca çevirisinde “Seelen” sözcükleri kullanılmış; bağlamını bilmesek ilk akla gelen anlamları, “Ruhlar” bu sözcüklerin. Ruh ile can sözcükleri arasındaki bu yer değiştirme bizim kültürümüzde de geçerli: “Canını teslim etti” ile “ruhunu teslim etti” ifadeleri hiç tereddütsüz birbiri yerine kullanılabiliyor. Rusya gibi inancın büyük bir kurumsal otorite oluşturduğu, toplumun “koyu dindar” olduğu bir ülkede bu ifade her şeyden önce Tanrı’ya karşı işlenmiş bir suç, bir günahtı. Kaldı ki, roman kahramanı da yeryüzüne inmiş şeytan kimliğiyle ikinci bir dinsel figürü çağrıştırıyordu. Aleksandr Herzen4 gibi aydın edebiyatçılar bile, bu başlığı “tuhaf, irkiltici, uygunsuz” bulacaklardı. Gogol’ün iyi niyetli dostu M. Pogodin bile, “Rusya’da ölü canlar diye bir şey yok” diyecekti. Gözden geçirme listelerindeki canlar vardı, kaydedilmiş, listeden çıkmış ya da listeye yeni alınmış canlar. Ölmüş serflere “ölü canlar” demenin âlemi yoktu dolayısıyla; “ölen serfler için ne resmi kayıtlarda ne de sözlüklerde ya da edebiyatta böyle bir tanıma rastlanır.”

Uyarılar yerindeydi; çünkü Gogol daha baştan sansür ile ters düşecektir. O günler herhangi bir romanın öyle yazılıp içine salıverileceği “estetik bir boşluk”, bir tür hava boşluğu söz konusu değildi; belirleyici bir tarihsel-politik durum, her alanı etkilemekteydi; bir an için epey zorlayıp bu romanın siyasal bir bildiri değil de bir sanat yapıtı olduğunu söylesek ve bu tespitimizin geçerli olduğunu biçimsel yönden kabul etsek bile, dönemin politik iklimi, Ölü Canlar’ın iyice göze batmasına yetip de artıyordu.

Politik İklim ve Sansür
1825-1855 yıllarını kapsayan dönem Çar’ın muhafazakâr yönetiminin ülkeyi baskı altında tutmaya çalıştığı dönemdi. Çar ve ülkesi Avrupa’nın jandarmalığına soyunmuşlardı ve Rusya’da bu duraklamanın bütün sonuçları yaşanmaktaydı. Dekabristler 1825’te Batı örneğine göre devleti demokratik yapılandırma, serfliği kaldırma amaçlarıyla giriştikleri ayaklanmalarda başarısız kalmış, isyan kimsenin gözünün yaşına bakmayan bir şiddetle bastırılmıştı. Yeni Çar, özellikle aydın, entelektüel çevreleri denetim altında tutarak, ülkeye “zararlı” düşüncelerin yaygınlaşmasını önlemeye çalışmaktaydı. Rusya’da ticaret kapitalizmi, geniş bir orta sınıfla birlikte acımasız bir sermaye birikimi sürecinin de gelişmesine yol açmıştı. Ne var ki politik-sınıfsal kimliğini öne çıkartamayan burjuvazi, (Fransa’daki gibi) bir burjuva-demokratik devrimi 1900’lü yılların başına kadar başaramayınca, 1917 Ekim Devrimi gerçekleşecektir. Serfliğin resmen kaldırılması tarihi bile 1861’dir. Yeni Çar, gizli polis teşkilatının yanı sıra sansür kurumlarını harekete geçirerek var olan yapıyı (statükoyu) ayakta tutma yoluna gider. Çar hükümetinin ideal devlet anlayışında ortodoksluk, halk ve otokrasi’den, yani yönetimin tek bir monarşın elinde toplandığı hükümet biçiminden oluşan üçlü bir birlik kavrayışı belirleyicidir. Düşünce dünyası resmi düzlemde basınç altına girince, bir anlamda “yer altına” çekilmesi kaçınılmazdır. Rusya’da da, düşünce “cemiyetlerde” yuvalanmaya başlamıştır; ama bu cemiyetler (edebiyat, sanat, özellikle de politika tartışmalarının kapalı alanları) da gizli polisin gözünü üzerlerinden ayırmadığı yerlerdi. Rusya Napoléon’u5 Moskova’dan geri çevirmiş, Avrupa’nın kaderini tayin edici bir zaferin mimarı olmuştu; Napoléon’un etkisi, tarih yazıcı, iradeli “birey” modeli olarak Rus aydınının tartışma odağında yer aldığı gibi, Rusya’nın Avrupa tarihinin kaderinde oynadığı bu rol de, bir “Slav-Batı” tartışmasının önünü açmaya başlamıştı. Bizim yabancı olmadığımız bir “ilerleme” (çağdaşlaşma) modeli tartışmasına benzer bir arayışın sancıları Rus (gerçekçi) edebiyatının içine her fırsatta yayılıp duracaktı. (Turgenyev, Dostoyevski,6 Tolstoy7). Rusya Avrupa ile birlikte mi yol alacaktı, yoksa Avrupa’dan kopup kendi yoluna (Slav kültürü vb) mı gidecekti?

Rusya’nın halen süregiden patriarkal (soyluların, toprak aristokrasisinin tayin edici sınıf olarak Çar’ın iradesinde toplumun politik-kültürel, sosyal alanlarını belirlediği) düzen ile 1789 Fransız Devrimi’nin burjuva-parlamenter (ilkece eşitlikçi, özgürlükçü) hükümet etme ilkeleri (ideali) mi benimsenecekti? Politik düzlemdeki bu karşıtlığın yanı sıra, Rus ortodoksluğu da, “aydınlanma” süreci yaşayan Avrupa Katolik-Protestan inancı ile örtüşmüyor, hâlâ geleneksel değer yargılarına bağlılığını koruyordu. Kısacası yukarıda da değindiğimiz gibi, bir Slavcılar ile Batıcılar çatışması zihinsel iklimi belirleyici olmuştu. Bu ideolojik kamplar birbirinden kesin bir çizgiyle ayrılmıyor, karşılıklı kamp değiştirmeler yaşanabiliyordu. Gogol’ün Moskovalı dostları Slavcıydılar. Tutkulu bir Gogol müttefiki olan Belinski8 ise katı bir Batıcıydı. Gogol bir kamp tercihi yapmamış, daha çok arabulucu durumunu temsil etmiştir. Ölü Canlar’da, bu ideolojik kamplaşmaya ince, zekice yollamalar bulmak zor değildir. Genellikle parodi biçiminde çıkar bu bölümler karşımıza; ama yazarın kendi düşüncelerini doğrudan aktardığı açıklayıcı bölümlerde de Slav-Batı tartışmasının izdüşümlerini bulmak herhalde mümkündür. Böyle olunca, bu her iki kamp da romanında kendinden yana yorumlar bulup çıkarabilmiştir. Ama roman bir kez atmosferi gerginleştirmiş, ortalığı ne adına olursa olsun karıştırmıştır; dolayısıyla sansürün eli boş durması da beklenemez. Gogol tepkisini Pletnyov’a yazdığı satırlarda dile getirir:

“Bedenen ve zihnen sarsılmış bir halde yazıyorum size. (…) hastalığımdan değil sansürden söz edeceğim. Beklemediğim bir darbe yemiş değilim: Bütün elyazmalarını yasakladılar. Metni önce içinde kuşku uyandıracak herhangi bir şey bulması halinde bana hemen söyleyebilsin diye, Snegiryov’a verdim (ötekilerine nazaran biraz daha aklıbaşındadır); sorunlu bulsaydı elyazmalarını Petersburg’a yollayabilecektim. Ne var ki iki gün sonra bana heyecanla, metni, gerek hedefleri gerekse okur üzerindeki muhtemel etkisi bakımından sorunsuz bulduğunu bildirdi.” Gogol’ün dostu romanda bir iki isim değişikliği yaparsa iyi olacağını hatırlatmış, ancak o arada ne olmuşsa olmuş, birileri onun kafasını çelmişler, adamcağız metni sansür komitesine sunmak zorunda kalmıştır. Sansür komitesi sanki önceden uyarılmış gibi davranmış, görüşme, Gogol’ün mektubunda anlattığına göre, tam bir komedi biçiminde geçmiştir. Komitenin başkanı Golohvastov daha “Ölü Canlar” adını duyar duymaz, “buna hiçbir zaman katlanamam; ruh ölümsüzdür, ölü ruhlar (canlar) diye bir şey olamaz,” diye bas bas bağırmıştır. “Yazar ölümsüzlüğe karşı bayrak açmış.” Gogol, bu bilge adamın güç bela ikna edildiğini, söz konusu olanın insan ruhu değil de listelerde belirtilen “canlar” olduğunu kabul ettikten sonra bu kez de öteki sansürcüler ile birlikte birincisinden çok daha şiddetli bir tartışmanın tarafı olduğunu belirtir. “Böyleyse daha da beter” diye karşı çıkmıştır Golohvastov ve sansür heyetinin yarısıda onunla birlikte avaz avaz bağırmıştır. Gogol, bu tepkinin, sözkonusu metnin serfliğe (köylünün köleleşmişliğine) karşı olmasından kaynaklandığını belirtir mektubunda. Bunun üzerine elyazmalarını sansüre ileten Snegiryov, metni bizzat okuduğunu, orada toprak köleliğine (serfliğe) ilişkin eleştiri namına hiçbir şey göremediğini söyler.

Gogol’e göre arkadaşı onu komite karşısında savunurken, “öykülerde sıkça rastlandığı gibi, serflere atılan o zararsız tokatlardan bile eser yoktur bu metinde,” demiştir. Asıl ağırlığın, canları satanlar ile satın alan arasındaki kuşkulu ilişkide ve bu tuhaf alışverişin yol açtığı genel kargaşada yattığına ve romanın Rusya’nın iç dünyasına, bu ülkede yaşayan bazılarının karakterine ve tamamen zararsız görüntülerine yer verdiğine sansürü inandırmaya çalışır. Ama işe yaramaz bu, çünkü Çiçikov’un girişimi, polisiye bir suçtur sansüre göre; bunun üzerine Snegiryov “Ama yazar bu adamı savunmuyor ki!” diye karşı çıkınca, sansürdekiler, “Öyle ama, anlatıyor ve bu işi yapmaya heveslenecek olanlara yol gösteriyor!” diye itiraz ederler; “(romanı okuyan) birilerinin çıkıp ‘ölü canlar’ almak istemesi olasılık dışı değil!” Gogol’e göre sansürde bu tür saçmalıkları ortaya atanlar “Asyacılar”, Avrupa’yı görmeyip ülkede kalmış olan yaşlı sansürcülerdir. Gogol, derin bir üzüntü ya da ironi ile, asıl Avrupa görmüş genç sansürcülerden birinin romanına gösterdiği tepkiyi belirtir. Bunlardan biri olan Krilov, kâğıt üzerinde de olsa, ölü canlara biçilmiş fiyatın bu insanlara bir hakaret olduğunu, bunların sonuçta bir zamanlar yaşamış, var olmuş insanlar olduklarının unutulmaması gerektiğini, Fransa’da ya da İngiltere’de, böyle bir insanlık onurunu kırıcı girişime hoşgörüyle yaklaşılamayacağını ileri sürer! “Böyle bir öykünün ardından artık ülkemize tek bir yabancı olsun gelmek istemeyecektir!” der. Gogol, mektubunda, sansürün bunlar ve benzeri akla ziyan buluşlarla romanını geri çevirdiklerini belirttikten sonra, sansürün gayretkeşliğine çarpıcı bir örnek daha sunar. Bir büyük toprak sahibinin Moskova’da evini modaya göre döşemeye kalkınca batıp gittiğini anlatan bölüm bir ima olabilir sansüre göre, çünkü o sıralarda Çar da Moskova’da bir saray inşa ettirmektedir. Bu hatırlatma ciddiye alınınca, ilginç bir tartışma daha başlamıştır. Bu benzerliği hatırlatan kişi gene genç sansür üyelerinden Kaçenovski’dir. Gogol mektubunu, bu anlattıklarının inanılmazlığına işaret ederek bitirir.

Yazar metni geri çeker elbette ve dostu Belinski’ye Petersburg’daki sansür heyetine sunması için teslim eder. Oradaki sansürcü Nikitenko, Gogol’ün Ukrayna’dan arkadaşıdır. Adamcağız ayak üstü romanın adını değiştiriverir: “Çiçikov’un Serüvenleri” ya da “Ölü Canlar Bir Poem”. Yetmez, 10. bölümden Yüzbaşı Kopeykin’in öyküsünü çıkartır. Gogol tepkilidir, kaleme sarılır, bu bölümün, romanının en iyi bölümlerinden biri olduğunu yazar, bu bölümün çıkmasıyla oluşacak boşluğu kapatmasının imkânsız olduğunu, bu parçaya kesinlikle ihtiyacı bulunduğunu belirtir. Yeniden kaleme sarılır, Kopeykin karakterini daha bir belirginleştirir. Gogol’ün bu bölüm konusundaki direnmesi çok ilginç sayılmalı, çünkü dikkatle bakıldığında bütünün içinden kopartılmaz bir halkayı temsil etmez bu bölüm, daha çok öykü içinde bir öyküdür. Belki de Gogol öyküsünü tasarlarken, en başta romantik haydut Kopeykin’in öyküsü, modern sahtekâr tüccar Çiçikov’un karşısındaki figür olarak önemli bir işlev yüklenmişti, bilemeyiz.

Önce Cehennemde Yolculuk
Sonuçta bu yeni adıyla birlikte roman 1842’de okur ile buluşur. Bu kitap, “devasa bir serinin” ilk kitabı olacaktı. Metindeki imalardan, Gogol’ün en azından iki büyük bölüm daha tasarladığı belli olmaktadır. Romanın son bölümünde, yazarın kahramanı ile kol kola daha epey bir yol gitmeye niyetli olduğunu okuruz. Gogol bir serüven romanı yazmak istemiyordu kuşkusuz, bu yönde birçok belirti ve ima vardır. Sonraki bölümlerde sahtekâr Çiçikov, ahlaki bir dönüşüm geçirerek ideal-ütopik bir Rusya’daki yerini alacaktı büyük olasılıkla. Dostu Şikovskiy’e yazdığı mektupta romanın yayımlanan bu birinci bölümü ile tasarlanan bölümlerini karşılaştıran Gogol, şöyle bir imge kurar: Bir kırsal kesim mimarının, alelacele inşa edilmiş ön basamaktan (1. bölümü kastediyor) devasa boyutlarda planlanmış bir saraya geçişi. Bu satırları ve onun planını bilenler, oldum olası Gogol’ün bu romanı ile Dante’nin9 İlahi Komedya’sı arasında bağlantı kurmaktan geri kalmamışlardır. Bu büyük klasiğin, baştan itibaren Gogol’ün gözlerinin önünde örnek olarak uçuşup durduğuna işaret edilir. Bu yoruma bağlı kalacak olursak, romanın yayımlanabilmiş birinci bölümü, İlahi Komedya’daki cehennemde yolculuk bölümüne karşılık gelmektedir. Ölüler ülkesinden geçiştir bu; sonra cehennem ateşi nihayet cennete sıra gelecektir.

Roman basıldığında tepki, heyecan ve gerilim müthiştir. Herzen tepkilerin farklılığına dikkati çeker. Kimileri bu romanın Rusya’yı aşağıladığından emindir; sadece aptalların, beceriksizlerin anlatıldığı bir romandır bu, içeriği belli değildir, yazarı kibar dünyaya özgü kavram ve sözcüklere hiç itibar etmediği gibi, dilbilgisi kurallarını da yer yer hiçe saymıştır. K. Aksakov ise romana ilişkin geniş bir broşür hazırlamış, yapıtı Rus edebiyatının “İlyada”sı olarak övmüş, bunu ileri sürerken de metnin şiirsel açıklama bölümlerine dikkati çekmiştir. Karşı olanlar ile savunucuların ortak tespiti ise, ünlü İngiliz yazarı Charles Dickens karakterleri ya da figürleri ile Gogol’ünkiler arasında inkâr edilmez benzerlikler bulunduğu biçimindedir. Ancak Dickens, insanın karanlık yanlarının karşısına bundan daha güçlü olan aydınlık yanlarını koyar, oysa Gogol bu eleştirilere göre, karanlık ruhlara gömülüp kalmıştır. “Batıcı eleştirmenler, toplumsal ilişkilere, toprak köleliğine (serfliğe) bir saldırı bulduklarından emindirler. Böyle bir eleştiri, modern Rusya bakımından gerekliydi. Bir ustanın elinden çıkmış bir hastalık öyküsüdür bu.” (Herzen). V. G. Belinski, metni sansürün elinden kurtarabilmek adına, o dönemlerde sıkça başvurulan bir çareden, metinlerin edebiyat olarak politik amaçlarını gerçekleştirebilmeleri için, onları sansürün talep ettiği biçimde gösterme yolundan bir örnek verir: “…katıksız bir ulusal Rus yapıtı” diye tanımlar Ölü Canlar’ı; “halk hayatının derinliklerinden çekilip alınmış, gerçek olduğu kadar yurtseverce gerçekliğin üzerindeki örtüyü hiç insaf etmeden çekip almış, Rus hayatının bereketli çekirdeğine yönelik tutkulu, duyarlı ve hakiki aşkı soluyan (bir yapıt).” Bu taktiksel övgü de romana karşı olanların bir yanılgısını paylaşıyor gibi. Burada da orada da Ölü Canlar Rus toplumsal hayatının gerçekçi bir anlatımı olarak anlaşılmak isteniyor; sosyal hayatın alabildiğine olumsuz koşullarına yönelik bir portre gibi.

Natüralizm mi Gerçekçilik mi?
Nerede yoksulluğun, sosyal hayatın olumsuz şartlarının ağır bastığı bir anlatı görsek ya da toplumun ezilen, yoksul, imtiyazsız katmanlarının ağır bastığı bir öyküyle, romanla karşılaşsak, “gerçekçi” tanımını cömertçe kullanıyoruz. Gerçeklik anlatılacak, canlandırılacak, sanatın herhangi bir dalının araçlarıyla el konulacak bir şey olarak sanıldığı kadar kolay teslim olmuyor oysa “anlatıcılarına” ya da sanatçılarına. Avrupa’da sol düşüncenin etkili olmaya başladığı 19. yüzyılın sonuna doğru, bilimlerin de tarihsel bir doruk yapıp itibar kazandığı dönemlerde, insanın odağında yer aldığı gerçeğin (sosyal ve duygusal dünyanın) aynen bir bilim nesnesi gibi kavranabileceği anlayışı da yaygınlaşmıştı. Bilimsel dünya görüşü, sosyal hayatın da yasaları olduğunu söylüyorsa, insanın da yasaları olmalıydı. Bu “heyecan” fırtınası içinde natüralizm akımı (başta Fransa’da) insanı bilimsel bir nesne, antropolojik bir olgu olarak üç belirleyici kol üzerinden kesin tanımlayabileceğini düşündü: Bugün genetik dediğimiz kalıtım, onu kuşatan sosyal şartlar ve içinde yaşadığı dönem üzerinden. Öyleyse, 1820’lerde, yoksul bir Rus kırsalında tutunmaya çalışan bir insanı anlatmak için, onun ait olduğu sınıfı bilmek, giderek kan bağında tipik hastalıklar, alışkanlıklar (alkolizm gibi) var mı, öğrenmek yeterdi. Hemen akla gelebileceği gibi, insan gerçekliğini böyle basit kollar üzerinden kavramanın en büyük engeli, onu tamamen edilgen bir nesneye dönüştürmekle ortaya çıkıyordu. Trajedilerin “kader” anlayışı, natüralizmde üç düzlemli bir determinizm anlayışına yerini bırakmıştı: kalıtım, sosyal şartlar ve çağ. Birey gitmiş, yerine eli kolu bağlı sosyal varlık gelmişti. Natüralizmin zaafları, özellikle gerçekliğin tıpa

————

1     Aleksandr Puşkin (1799-1837): Rus şair, romancı ve öykü yazarı. Ülkesinin en büyük şairi ve Rus edebiyatının kurucusu kabul edilir.
2     İvan Turgenyev (1818-1883): Rus romancı, şair ve oyun yazarı.
3     Saaverda Miguel de Cervantes (1547-1616): İspanyol romancı, oyun yazarı ve şair. Don Kişot adlı yapıtı roman türünün habercisi sayılmıştır.
4     Aleksandr Herzen (1812-1870): Rus gazeteci ve düşünür.
5     Napoléon Bonaparte (1769-1812): Fransız komutan ve imparator.
6     Fyodor Dostoyevski (1821-1881): Rus romancı ve öykü yazarı.
7     Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828-1910): Dünyanın en büyük romancılarından sayılan Rus yazar.
8     Vissârion Gregoryeviç Belinski (1811-1848): Rus edebiyat eleştirmeni.
9     Dante Alighieri (1265-1321): İtalya’nın en büyük şairi, Batı edebiyatının en büyük ustaları arasında sayılan yazar, edebiyat kuramcısı, ahlak felsefecisi ve siyasal düşünür. İlahi Komedya adlı manzum destanı Hıristiyanlık öğretisinin ve dünya edebiyatının baş yapıtlarından biri olarak kabul edilir.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Ölü Canlar ~ Nikolay Vasilyeviç GogolÖlü Canlar

    Ölü Canlar

    Nikolay Vasilyeviç Gogol

    Gogol bu romanı Puşkin’in ona ön bilgiler vermesi üzerine yazmıştır. Bu destan-roman amacıyla yazmaya başladığı eserini Dante’nin İlahi Komedya’sına benzeten Gogol, sağlığında yayımlayabildiği ilk...

  2. Palto ~ Nikolay Vasilyeviç GogolPalto

    Palto

    Nikolay Vasilyeviç Gogol

    >Gogol, 1842 yılında Rus edebiyatında neredeyse belli bir gelişmenin başlangıç noktasını oluşturan, “Palto” adlı uzun öyküsünü kaleme alır. Rus edebiyatının özellikle de gerçekçi kolunun...

  3. Bir Delinin Hatıra Defteri ~ Nikolay Vasilyeviç GogolBir Delinin Hatıra Defteri

    Bir Delinin Hatıra Defteri

    Nikolay Vasilyeviç Gogol

    Bir Delinin Hatıra Defteri’nde, Ünlü yazar Gogol’ün birbirinden güzel üç hikâyesi yer alıyor. Yazar, içinde yaşadığı Rus toplumunun genel yapısını ve bireylerini büyük bir...

Beriahome Harf Kupa

Aynı Kategoriden

  1. Sırçalan ~ Jill HathawaySırçalan

    Sırçalan

    Jill Hathaway

    Zihninizde saklı olan sırları yok edin, çünkü onları çalabiliyorum! Başka zihinlerde uyanabilmek bir hediye mi yoksa bir lanet mi? Sylvia, ani uyku nöbetleri geçiren...

  2. Şer Saati ~ Gabriel Garcia MarquezŞer Saati

    Şer Saati

    Gabriel Garcia Marquez

    Adı belirsiz bir Güney Amerika ülkesinin adı belirsiz bir kasabasında, yağışlı, bunaltıcı bir sonbahar. Sıcak dayanılır gibi değil, yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor, fareler kilisenin...

  3. Atlantis’in Yükselişi ~ Alyssa DayAtlantis’in Yükselişi

    Atlantis’in Yükselişi

    Alyssa Day

    Yüzyıllar önce dünyanın en gelişmiş toplumu olan Atlantis’e neler oldu? Atlantis’in prensi ve gelecekteki kralı Conlan, Deniz Tanrısı Poseidon’un çalınan en önemli silahı Trident’i...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur