Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Önceki Günün Adası
Önceki Günün Adası

Önceki Günün Adası

Umberto Eco

“Önceki Günün Adası”, batan bir gemiden kurtulup bir başka gemide “karaya” çıkan “Roberto de la Grive”in öyküsü. On yedinci yüzyılda geçen bu öykü, Roberto’nun sevdiği kadına yazdığı mektuplar ve gemide tuttuğu notlarla ulaşıyor bize. Roberto’nun ıssız gemide geçirdiği günler boyunca eski yaşantısıyla ilgili anımsamaları, bir dönemin siyaset, sevgi, bilim, toplum yaşantılarını yeniden kurarak, tarih, toplum, insan ilişkilerini değerlendirmemizi sağlıyor.

“Önceki Günün Adası”, batan bir gemiden kurtulup bir başka gemide “karaya” çıkan “Roberto de la Grive”in öyküsü. On yedinci yüzyılda geçen bu öykü, Roberto’nun sevdiği kadına yazdığı mektuplar ve gemide tuttuğu notlarla ulaşıyor bize. Roberto’nun ıssız gemide geçirdiği günler boyunca eski yaşantısıyla ilgili anımsamaları, bir dönemin siyaset, sevgi, bilim, toplum yaşantılarını yeniden kurarak, tarih, toplum, insan ilişkilerini değerlendirmemizi sağlıyor. Üç aşamalı bir anlatı piramidiyle (Yazar / Roberto / Roberto’nun mektuplarını yorumlayan Anlatıcı) bize ulaşan öykü, bir yandan gizemli izler bırakarak sürekli Roberto’dan kaçan bir Davetsiz Konuk’un varlığıyla gerilim kazanırken, bir yandan da hem birinci elden tarihsel anlara ve mekanlara ulaşabiliyor, hem de Anlatıcı kanalıyla on yedinci yüzyılla yirminci yüzyıl arasında karşılıklı bakış açıları oluşturuyor. Daha önce Can Yayınları arasında çıkan “Gülün Adı” ve “Foucault’nun Sarkacı” adlı romanlarından tanıdığımız Umberto Eco’nun imgeler / sözcüklerle ve her zamanki ustalığıyla yarattığı dünyaları değerlendirmek, tadına doyulmaz bir okuma zevki.

***

1.
DAPHNE
“Gene de aşağılanmamdan gurur duyuyorum ve böyle bir ayrıcalığa mahkûm edildiğim için, korkunç bir kurtuluşun tadını çıkarıyorum neredeyse: Sanırım, soyumuzun, insanoğlunun belleğinde, ıssız bir gemide deniz kazasına uğrayan yegâne varlığıyım.”

Böyle yazıyor Roberto della Grive, yola gelmez bir kavram karmaşası içinde, tahminen 1643 yılının Temmuz ile Ağustos ayları arasında.
Bir tahta parçasına bağlı, güneş gözlerini kör etmesin diye gündüz yüzünü güneşten öte tarafa çevirmiş, su yutmamak için boynu doğal olmayan bir biçimde gerilmiş, teni tuzlu suyla kavrulmuş, hiç kuşkusuz ateş içinde, kaç gündür dalgalar üzerinde dolaşıyordu? Mektuplar bunu belirtmiyor ve sanki sonsuz bir sürenin geçtiğini düşündürüyorlar, ancak en çok iki günlük bir süre söz konusu olmalı, aksi takdirde -kendi betimlemesine göre, onun gibi son derece hastalıklı, doğal bir kusuru nedeniyle ancak gecegezer bir hayvan olarak- Phoebus’un kırbacı altında hayatta kalamazdı (zengin hayal gücüyle yakındığı gibi).
Zamanı hesaplayacak durumda değildi, ama sanırım onu Amarilli’nin bordasından fırlatıp atan fırtınadan hemen sonra deniz durulmuş ve denizcinin ona tam yerinde bir uyarıyla işaret ettiği o bir tür sal, akıntılar onu koya yanaştırıncaya kadar, ekvatorun güneyinde son derece ılıman bir kışın hüküm sürdüğü bir mevsimde, sakin bir deniz üzerinde alizelerin itmesiyle, çok fazla mil yol gitmesine gerek kalmaksızın, onu sürüklemişti.
Geceydi, uyuyakalmıştı ve ta ki sal bir sarsıntıyla Daphne’nin pruvasına çarpıncaya dek, gemiye yaklaşmakta olduğunu fark etmemişti.
Ve -dolunay ışığında- bir cıvadranın altında, çapa zincirinden uzak olmayan bir noktasından bir ip merdivenin sallandığı (peder Caspar, Yakub’un merdiveni adını verecekti ona!) bir baş kasarasının karşısında, su üstünde salındığını fark eder etmez, bir anda tüm gücünü yeniden kazanmıştı. Umutsuzluğun verdiği güç olmalı bu: Bağıracak (ama boğazı kupkuruydu) ya da bedeninde mor izler oluşturan iplerden kurtulup, yukarı çıkmayı deneyecek kadar nefesi olup olmadığını yokladı. Kanımca, böyle anlarda, ölmek üzere olan bir insan, beşikteyken yılanları boğan bir Herkül olup çıkar. Roberto’nun olayla ilgili notları pek bir şey anlaşılamayacak kadar karışık, ancak sonunda baş kasarasına çıktığına göre, bir şekilde o merdivene tutunmuş olduğu fikrini kabul etmek gerekir. Belki de yukarı, her adımda bitkin bir halde, bir durup bir ilerleyerek yavaş yavaş çıkmış, kendini korkuluktan öte yana atmış, gemideki iplerin üzerinden sürünerek kasaranın kapısını açık bulmuştur… Karanlıkta o varile içgüdüsel olarak dokunmuş olmalı, kenarına tutunarak güçlükle doğrulmuş ve varile bir zincirle bağlı çanağı bulmuştur. İçebildiği kadar içmiş, sonra tam bir doygunlukla yere çökmüştü; belki de kelimenin gerçek anlamıyla doygunluk içinde, çünkü suda ona hem içecek hem de yiyecek sağlayacak kadar çok boğulmuş böcek olsa gerek.
Yirmi dört saat süreyle uyumuş olmalı, sanki yeniden doğmuşçasına uyandığında gece idiyse doğru bir hesaplama bu. Şu halde, hâlâ geceydi değil, yeniden geceydi dememiz gerekiyor.
O hâlâ gece olduğunu düşündü, aksi takdirde aradan bir gün geçtikten sonra birileri onu bulmuş olurdu. Ay ışığı güverteden içeri sızıyor, ocağın üzerinde asılı duran kulplu bakır tenceresiyle geminin mutfağı izlenimini veren yeri aydınlatıyordu.
Odanın, biri cıvadraya doğru, öteki güvertenin üzerinde iki kapısı vardı. Roberto’nun yüzü ikinci kapıya dönüktü, sanki gündüz ışığı onları aydınlatıyormuşçasına, düzenli bir biçimde yerleştirilmiş çarmıkları, bucurgatı, yelkenleri toplanmış gemi direklerini, lombarlardaki birkaç topu ve kıç kasarasının yan kesitini gördü. Gürültü çıkarmıştı, ama kimsenin yanıt verdiği yoktu. Yüzünü bordaya çevirmişti ve sancak tarafında, yaklaşık bir mil ötede, meltemin kıpırdattığı palmiyeleriyle Adanın profilini gördü.
Toprak, yarı karanlıkta ağaran kumun çevrelediği küçük bir koy biçimindeydi, ancak her kazazedenin başına geldiği gibi, Roberto bunun bir ada mı yoksa bir kıta mı olduğunu kestiremiyordu.
Öteki bordaya doğru sendeleyerek ilerlemiş ve bir başka profilin -ancak bu kez çok uzakta, neredeyse ufuk çizgisinde-doruklarını seçer gibi olmuştu; onun da sınırlarını belirleyen iki yüksek kayalık çıkıntıydı. Kalanı denizdi, sanki gemi iki kara parçasını ayıran geniş bir kanaldan geçerek girdiği sığınakta demir atmış gibi. Roberto, eğer iki ada söz konusu değilse, hiç kuşkusuz bunun, daha geniş bir toprak parçasına bakan bir ada olduğuna karar vermişti. Ortasında bulunan insanlara, ikiz iki kara parçası karşısında bulunduğu izlenimini verecek kadar geniş koylardan haberi olmadığına bakılırsa, başka varsayımlar kurmaya kalkıştığını sanmıyorum. Böylece, çok büyük kıtaların var olduğunu bilmediği için, tam on ikiden vurmuştu.
Bir kazazede için güzel bir şey: Ayaklarınız sağlam zeminde ve kara elinizin altında. Ama Roberto yüzmeyi bilmiyordu, birazdan gemide filika bulunmadığını, bu arada akıntının gemiye ulaştığı salı uzaklaştırdığını keşfedecekti. Bu yüzden, ölümden kurtulmanın getirdiği rahatlamaya şimdi üçlü bir yalnızlığın kaygısı eşlik ediyordu: Denizin, yakındaki Adanın ve geminin verdiği yalnızlık. Hey gemidekiler, diye bağırmayı denemiş olmalı, bildiği bütün dillerde, bitkin düşünceye kadar. Sessizlik. Sanki gemidekilerin hepsi ölmüş gibi. Benzetmeleri öylesine bolca kullanan birisi olarak, görüşünü hiç bu kadar doğrudan dile getirmemişti. Ya da neredeyse -ama işte bu “neredeyse”den söz etmek istiyorum ve söze nereden başlayacağımı bilmiyorum.
Oysa, başladım bile. Bir adam bitkin düşmüş, okyanusta geziniyor ve lütufkâr sular onu terk edilmiş izlenimini veren bir gemiye atıyor. Sanki mürettebat gemiyi az önce bırakıp gitmişçesine terk edilmiş, çünkü Roberto güçlükle mutfağa dönüyor ve orada sanki ahçının yatmaya gitmeden önce koyduğu bir kandil ile bir çakmak buluyor. Ancak ocağın yanında üst üste konmuş, boş iki şilte var. Roberto kandili yakıyor, etrafına bakıyor ve bol miktarda yiyecek buluyor: Kurutulmuş balık, nemden dolayı çok az küflenmiş bisküvi, bıçakla şöyle bir üstünü kazımak yeterli. Balık çok tuzlu, ancak bol bol su var.
Kısa sürede gücüne kavuşmuş ya da bunları yazarken gücü yerinde olmalı, çünkü -tam bir edebiyatçı edasıyla- yaşadığı şölenin zevklerinden uzun uzadıya söz ediyor: Olympos onun şölenlerine eş bir şölen görmemiştir asla, denizin derinliklerinden bana ulaşan nefis nektar, ölümü benim yaşamım demek olan canavar… Ancak Roberto’nun kalbinin Sinyora’sına yazdıkları şöyle:
Gölgemin güneşi, gecemin ışığı,
Niçin gökyüzü, yarattığı o şiddetli fırtınada yok etmedi beni? Neden kurtuldu şu bedenim doymak bilmez denizden, daha sonra ruhum bu kısır ve de talihsiz yalnızlık içinde korkunç bir kazaya maruz kalacak idiyse?
Şayet merhametli gök yardımıma gelmezse, belki de siz şimdi size yazdığım bu mektubu asla okuyamayacaksınız ve bu denizlerin ışığıyla yanan bir meşale gibi ben gözlerinizde silik bir gölge haline geleceğim, tıpkı Selene gibi, o Selene ki Güneş’inin ışığından fazlasıyla ah evet fazlasıyla feyiz alarak, gezegenimizin en uç eğrisinin ötesine yolculuğunu yavaş yavaş tamamlarken, yüce yıldızından gelen ışınların yardımından mahrum kalmış bir halde, önce incelerek, onun yaşamına son veren orak biçimini alır, sonra kuvvetini iyice yitiren bu yağ lambası, dahi tabiatın sırlarıyla ilgili şövalyelik armaları ve esrarengiz amblemler oluşturduğu o uçsuz bucaksız soluk mavi kalkan içinde bütünüyle eriyip çözülür. Bakışınızdan mahrum bırakılmış biri olarak, âmâyım çünkü beni görmüyorsunuz, dilsizim çünkü benimle konuşmuyorsunuz, hafızadan yoksunum çünkü beni hatırlamıyorsunuz.
Ve yalnızca, alevli saydamsızlığım, karanlık alevim benim, bu elverişsiz koşulların açtığı düşmanca savaş içinde, zihnimin hep aynı çehreyle çizdiği canlı, sevimli hayali geçiriyorum sizin yerinize. Bu tahtadan kayada, bu su üstünde salınan kalede, beni denizden koruyan denizin tutsağı olmuş, bağışlayıcı gök tarafından cezalandırılmış, tüm güneşlere açık bu en derinlerdeki lahitte gizlenmiş ben, yeryüzü üzerindeki bu yeraltında, her yerden kaçmama fırsat veren, ama kendisinden kaçamadığım bu hapishanede selamete ulaşıp, bir gün sizi görmeyi umuyorum.
Hanımefendi, mutsuzluğumun solmuş gülünü, size layık olmayan bir armağan olarak, size sunarcasına yazıyorum size. Gene de aşağılanmamdan gurur duyuyorum ve böyle bir ayrıcalığa mahkûm edildiğim için, korkunç bir kurtuluşun tadını çıkarıyorum neredeyse: sanırım, soyumuzun, insanoğlunun belleğinde, ıssız bir gemide deniz kazasına uğrayan yegâne varlığıyım.

İyi ama mümkün mü bu? Bu ilk mektuptaki tarihten bir yargıya varmak gerekirse, Roberto gemiye vardıktan hemen sonra, kaptanın kamarasında kalem kâğıt bulur bulmaz, geminin geri kalanını keşfe çıkmadan yazmaya koyuluyor. Gene de eski gücüne kavuşmak için bir süre geçirmiş olmalı, çünkü yaralı bir hayvan kadar güçsüz düşmüştü. Ya da belki de ufak bir âşık kurnazlığıdır bu, önce nereye geldiğini araştırıyor, daha sonra mektubu yazıyor, ancak önce mektubu yazmış gibi yapıyor. Bu mektupların hiçbir zaman yerine ulaşmayacağını bildiğine, öngördüğüne, bundan korktuğuna ve mektupları yalnızca çektiği cefa adına yazdığına göre (kendisine sorulsa cefakâr avuntu adına derdi, ama dizginleri elden bırakmamaya çalışalım), nasıl oluyor da yapıyor bunu? Gerçek aşkla yanıp tutuştuğu kuşku götürmeyen birisinin hareketlerini ve duygularını yeniden kurmak zaten zordur, ama hissettiklerini mi yoksa aşk söylemi kurallarının ona gösterdiklerini mi dile getirdiğini asla bilemeyiz -öte yandan, hissedilen tutku ile dile getirilen tutku arasındaki fark ve hangisinin daha önce geldiği hakkında ne biliyoruz ki? Öyleyse kendisi için yazıyordu, edebiyat yapmıyordu, gerçekten de tıpkı bir yeniyetme gibi, imkânsız bir düşün izini süren; var olduğu zaman bile, başka, daha saf imgenin yokluğundan değil, yufka yürekliliğinden, aşka âşık olduğu için sayfayı gözyaşlarıyla dolduran bir yeniyetme gibi yazıyordu…
Bundan çıkarılacak bir roman var, ama bir kez daha, nereden başlamalı?
Ben bu ilk mektubu daha sonra yazdığını ve önce etrafı kolaçan ettiğini söylüyorum -neler gördüğünü daha sonraki mektuplarda belirtecektir. Ama burada da aynı sorunla karşı karşıyayım: Hasta gözlerle geceleyin gezerken, belli belirsiz gördüğü şeyleri keskin bir kavrayışın ürünü eğretilemelerle görünür kılmak isteyen bir kişinin güncesini nasıl tercüme etmeli?
Roberto, Casale kuşatmasında şakağını sıyıran o mermiden bu yana gözlerinden rahatsızlık çektiğini söyleyecektir. Olabilir, ama başka bir yerde gözlerinin veba nedeniyle daha da zayıfladığını belirtiyor. Roberto hiç kuşkusuz zayıf bünyeliydi, anladığım kadarıyla aynı zamanda hastalık hastasıydı -ancak ölçüsüz derecede değil; ışık fobisi kısmen karaödem, kısmen de Sinyor d’Igby’nin hazırladığı ilaçların müzmin hale getirdiği bir tür kolay öfkelenirlik durumuna bağlı olmalı.
Işık fobisi kendi doğasından kaynaklanan bir şey olmasa da, en azından Amarilli’de, gemi ambarındaki entrikaları gözetlemek için ışıktan korkan kişi rolünü oynamak zorunda kaldığından, Amarilli’deki yolculuğunu hep alt güvertede durarak tamamlamış olduğu kesin görünüyor. Tümü karanlıkta ya da mum ışığında geçen birkaç ay -ve sonra kurtulmasını sağlayan gemi enkazı üzerinde, kör edici ekvator ya da tropik (işte her neyse) güneşi altında geçirilen süre. O nedenle, hasta ya da sağlıklı, Daphne’ye ulaştığında ışıktan nefret ediyordu; ilk geceyi mutfakta geçirmiş, kendine gelmiş, ikinci gece ilk keşfine girişmiş ve sonra gerisi neredeyse kendiliğinden gelmişti. Yalnızca gözleri ışığa dayanamadığından değil, aynı zamanda sırtında oluşmuş olması gereken güneş yanıkları nedeniyle gün ışığı korkutuyordu onu, o yüzden sığınağına geri dönüyor. O gecelerde betimlediği güzel ay onu kaygılarından kurtarıyor; gündüzleri gökyüzü her yerde olduğu gibi, geceleyin yeni takımyıldızlar keşfediyor (evet, şövalyelik armaları ve esrarengiz amblemler), sanki bir tiyatrodaymış gibi: Uzun bir süre, belki de ölümüne kadar bunun yaşamı olacağı kanısına varıyor, Sinyora’sını yitirmemek için onu kâğıt üzerinde yeniden yaratıyor ve zaten sahip olmadığından çok daha fazlasını yitirmediğini biliyor.
Bu noktada, bir ana rahmine sığınırcasına, uyanık geçirdiği gecelere sığmıyor, işte bu nedenle güneşten kaçmaya karar veriyor. Belki de günbatımı ile tan arasında huzursuz huzursuz dolaşıp, sonra horoz öttüğünde mezarlarına geri dönen Livonya’lı ya da Eflak’lı Macar Hortlaklar’ı okumuştu: Böyle bir şeyin çekiciliğine kapılabilirdi…
Roberto nüfus sayımına ikinci akşam başlamış olmalı. Artık gemide kimsenin bulunmadığından emin olacak kadar bağırmıştı. Ama, bundan korkuyordu da, cesetlere, insanların yokluğunun nedenini ortaya çıkaracak herhangi bir işarete rastlayabilirdi. Sakınarak harekete geçti, mektuplardan hangi yöne doğru gittiğini söylemek güç: Belirsiz bir biçimde geminin adından, kısımlarından ve gemideki nesnelerden söz ediyor. Nesnelerden bazıları denizcilerden duyduğu ve aşina olduğu, diğerleri ise bilmediği şeyler; bilmediklerini, ona nasıl görünüyorlarsa öyle betimliyor. Ama bilinen nesnelerin adlarını bile -ki bu Amarilli’deki forsalar takımının yedi denizin kalıntılarından oluşturulduğunun göstergesidir- bir denizciden Fransızca, bir başkasından Hollandaca, bir diğerinden ise İngilizce olarak duymuş olmalı. Bu nedenle, kimi zaman usturlap karşılığı olarak -Doktor Byrd’in ona öğretmiş olması gerektiği gibi- staffe sözcüğünü kullanıyor; nasıl ölüp da kimi zaman castello di poppa’da [kıç kasarasında] ya da cassero’da [kıç güvertesinde], kimi zaman da gagliardo da dietro’da [kıç kasarasında] olduğunu anlamakta zorlanıyor, oysa bu sonuncusu Fransızca’dan İtalyanca’ya girmiş bir terim ve aynı anlama geliyor; lombarlar sözcüğünü kullanıyor, hay hay kullansın, çünkü bana gençken okuduğumuz denizcilik kitaplarını anımsatıyor; bizde gabya yelkeni anlamına gelen parrocchetto’dan söz ediyor, ancak Fransızlarda permche mizana direği üzerindeki babafingo yelkeni olduğundan, parrucchetta altında olduğunu söylediği zaman neye gönderme yaptığını bilemiyoruz. Ya mizana direği için, Fransızca arttmone sözcüğünü kullanmasına ne demeli, iyi ama o zaman mizzana diye yazdığında ne anlamamız gerekiyor, Fransızlarda bu pruva direği demek (ama, ah, İngilizlerde öyle değil, onlar yerinde olarak mizana direğine mizzenmast diyorlar)? Gronda’dan söz ettiğinde ise, olasılıkla bizim frengi diyeceğimiz şeye göndermede bulunuyor. Bu yüzden bir karar alıyorum: Söylemek istediklerini çözmeye çalışacak, sonra daha aşina olduğumuz terimleri kullanacağım. Eğer yanılırsam, zararı yok: Öykü değişmiş olmuyor.
Bunu belirttikten sonra, o ikinci gece, mutfakta yedek erzak bulmasının ardından Roberto’nun ay ışığı altında bir şekilde güvertedeki gezintisini sürdürdüğünü saptıyoruz.
Önceki gece belli belirsiz gördüğü pruva ile bombeli yanları hatırlayarak, ince güverteden, flandranın biçiminden, dar ve yuvarlak kıç tarafından bir değerlendirmeye giderek ve gemiyi Amarilli ile karşılaştırarak, Roberto Daphne’nin de bir Hollanda fluyt’u, yani flibotu (veya bu tür gemilere verilen değişik adlarla flüte, fluste, flyboat ya da fliebote) olduğu sonucuna vardı; bunlar, yarım ton taşıma kapasiteli, bir korsan saldırısına karşı güvencede olabilmek için genellikle on kadar topla teçhizatlandırılmış ticaret gemileriydi ve bu boyutlarıyla bir düzine denizciyle idare edilebiliyorlar, zaten kısıtlı olan konforlardan vazgeçilip, içeriye insanın tökezlemeden yürüyemeyeceği kadar çok şilte istiflenirse, fazladan birçok yolcu alınabiliyordu -sonra yola çıkılıyordu, gerek geminin gerek insanların temizlenmesi için yeterince kova yoksa, her tür mikroplu havadan ötürü toplu ölümler oluyordu. Şu halde bir flibottu bu, ancak Amarilli’den daha büyüktü, güvertesi neredeyse tek bir parmaklığa indirgenmişti, sanki kaptan sular ne zaman taşkın bir biçimde yükselse geminin su alacağından kaygı duyuyormuş gibi.
Her halükârda, Daphne’nin bir flibot olması bir avantajdı, Roberto yerlerin nasıl sıralandığını az çok bilerek dolaşabiliyordu. Örneğin, bütün mürettebatı alabilen büyük filikanın, güvertenin ortasında olması gerekiyordu: Filikanın orada bulunmaması, mürettebatın başka bir yerde bulunduğunu düşündürüyordu. Ancak bu, Roberto’yu sakinleştirmiyordu: Sakin bir koyda, toplanmış yelkenleriyle demirlemiş olsa bile, bir geminin mürettebatı asla gemiyi gözetimsiz bir halde ve denizin kaderine bırakmaz.
O akşam hemen kıç kısmından öteye yönelmiş, kasara kapısını sakınarak açmıştı, sanki birisinden izin istemesi gerekiyormuş gibi… Dümen yekesinin yanında, pusuladan iki kara parçası arasındaki kanalın güneyden kuzeye uzandığını öğrendi. Sonra kendisini bugün dinlenme odası adını vereceğimiz yerde, L biçimli bir salonda bulmuştu ve bir başka kapı karşısına dümen üzerindeki geniş penceresi ve galerilere açılan yan kapılarıyla kaptan kamarasını çıkarmıştı. Amarilli’de kumanda odası kaptanın yattığı odayla bir bütün oluşturmuyordu, oysa burada göründüğü kadarıyla başka bir şeye yer açmak için alandan tasarruf edilmeye çalışılmıştı. Gerçekten de, dinlenme odasının solu iki subay için iki küçük odaya açılırken, sağda dipte mütevazı bir yatağın bulunduğu, ancak bir çalışma odası gibi düzenlenmiş, neredeyse kaptanınkinden daha geniş bir başka oda için yer kazanılmıştı.
Masanın üzerinde bir sürü harita vardı; bunlar Roberto’ya bir geminin seyir için kullandıklarından fazla göründü. Burası bir bilginin çalışma odasına benziyordu: Haritaların yanı sıra, çeşitli yerlere yerleştirilmiş dürbünler, sanki kendisi bir ışık kaynağıymış gibi bakır rengi pırıltılar saçan bakırdan güzel bir gece usturlabı, masanın yüzeyine sabitlenmiş halkalı bir küre, hesaplamalarla kaplı başka kâğıtlar ve kırmızı ile siyah dairesel çizimlerin bulunduğu bir parşömen; Amarilli’de Regiomontano’nun ay tutulmaları çizelgelerini yeniden üreten kopyalar (ancak çok daha kötü kopyalardı onlar) görmüş olduğundan, bu sonuncusunu tanımıştı.
Kumanda odasına dönmüştü: Galeriye çıkıldığında, Ada görülebiliyordu, keskin gözlerle -diye yazıyordu Roberto-Adanın sessizliği saptanabiliyordu. Kısacası, Ada önceki gibi oradaydı.
Gemiye neredeyse çıplak varmış olmalıydı: ilk olarak, deniz suyunun tuzuyla kirlenmiş olduğundan, gemide başka su olup olmadığını düşünmeden mutfaktaki suyla yıkandığını ve sonra bir sandıkta son karaya çıkış için saklanan güzel bir kaptan giysisi bulduğunu düşünüyorum. Belki kaptan kıyafeti içinde kasılmış bile olabilir ve çizmeleri ayağına geçirdiğinde, yeniden benliğine kavuştuğunu hissetmiş olmalı. Olsa olsa bu aşamada, gerektiği gibi giyinmiş bir honnete homme -bir deri bir kemik kalmış bir kazazede değil- terk edilmiş bir gemiyi resmen ele geçirebilir ve Roberto’nun yaptığı hareketi bir hak ihlali olarak değil, bir hak olarak görebilir: Masanın üzerini araştırdı ve kaz tüyü kalem ile mürekkep hokkasının yanında, açık ve sanki yarıda bırakılmış bir halde seyir defterini buldu. İlk sayfadan hemen geminin adını öğrendi, ancak defterin kalanı anker, passer, sterre-keyker, roer gibi birtakım anlaşılmaz sözcükle sürüp gidiyordu ve kaptanın Flaman olması Roberto’nun pek hoşuna gitmedi. Bununla birlikte, son satır birkaç hafta öncesinin tarihini taşıyordu ve birkaç anlaşılmaz sözcükten sonra, altı çizilmiş Latince bir ifade yer alıyordu: pestis, quae diatur bubonica.
İşte bir iz, açıklayıcı bir beyan. Gemide bir salgın hastalık patlak vermişti. Bu bilgi Roberto’yu tedirgin etmedi: O on üç yıl önce vebayı atlatmıştı; herkesin bildiği gibi, bu hastalığı geçiren kişi bir tür bağışıklık kazanır, sanki bu yılan kendisini bir kez alt eden kişinin bedenine ikinci kez girmeye cesaret edemiyormuş gibi.
Öte yandan, bu değinme çok fazla bir şey açıklamıyordu ve başka tedirginliklere kapı açıyordu. Diyelim ki hepsi ölmüştü. Ama o zaman, güvertenin çeşitli yerlerine dağılmış olarak, onları, son ölenlerin cesetlerini bulması gerekiyordu, bunların ilk ölenleri acınacak bir biçimde denize gömdüklerini kabul edersek.
Sonra filika yoktu gemide: Sonuncular ya da herkes gemiden uzaklaşmıştı. Vebalılarla dolu bir gemiyi üstesinden gelinmesi olanaksız bir tehlike haline getiren şey nedir? Fareler mi acaba? Roberto, kaptanın fanfince yazısında, rottenest şeklindeki bir sözcüğü yorumlayabildiğini düşündü (iri fareler, lağım fareleri anlamına mı geliyordu sözcük?) ve hemen yağ lambasını yukarı kaldırarak, duvarlar boyunca kayıp giden bir şeyler görmek ve Amarilli’de kanını dondurmuş olan fare cıyaklamasını duymak üzere geriye döndü. Ürpererek, bir akşam tam uykuya dalarken yüzünü sıyırıp geçen tüylü bir yaratığı anımsadı, korkudan attığı çığlık Doktor Byrd’in, yardımına koşmasına neden olmuştu. Sonra herkes onunla alay etmişti: Veba olmadan da, bir gemide bir ormandaki kuşlar kadar fare vardır ve denizlerde yolculuk etmek istiyorsanız farelere alışkın olmanız gerekir.
Ancak, en azından kasarada fare sesi işitilmiyordu. Belki de sintinede toplanmışlardı, karanlıkta kırmızı kırmızı parlayan gözleriyle taze et beklemekteydiler. Roberto fare varsa, bunu derhal öğrenmesi gerektiğini düşündü. Bunlar normal farelerse ve normal sayıdaysa, onlarla birlikte yaşanabilirdi. Normal olmayıp da ne olabilirlerdi ki zaten? Kendisine bu soruyu sordu ve soruyu yanıtlamak istemedi.
Roberto bir çakmaklı tüfek, bir tane iki ağzı keskin uzun ve geniş kılıç, bir de satır buldu. Askerlik yapmıştı: Çakmaklı tüfek, çatalsız nişan alınabilen caliver’lardan -İngilizlerin dediği gibi- biriydi; çakmağın yerli yerinde olup olmadığına baktı, bir fare sürüsünü tüfek mermileriyle dağıtma tasarısından çok, kendisini emniyette hissetmek için, gerçekten de farelere karşı pek bir işe yaramayacak olan bıçağı da kuşağına sokmuştu.
Tekneyi pruvadan pupaya keşfetmeye karar vermişti. Mutfağa dönüp, cıvadra marsipetinin arkasından inen bir merdivenden, uzun bir yolculuk için yiyeceklerin istif edildiği ambar sintine döşemesine (ya da sanırım erzak ambarına) girmişti. Yiyecekler tüm yolculuk boyunca korunmuş olamayacağından, mürettebat konuksever bir ülkede ikmal yapmıştı.
Çok uzun olmayan bir süre önce islenmiş balık sepetleri, üst üste dizilmiş hindistan cevizleri, biçimi yabancı, ancak yenilebilir görünüşlü ve belli ki uzun süre saklanabilen yumru köklerin bulunduğu variller vardı. Sonra meyveler vardı, tropikal topraklara ilk uğramalarının ardından Roberto’nun Amarilli’de gördüğü meyvelerden; bunlar arasında, mevsimlerin yıpratmalarından etkilenmeyenleri, dikenler ve kabuklarla kaplı olanları, ancak iyi korunmuş özler, gizlenmiş şekerli tatlar vaat edenleri de vardı. Ve adalardan gelen bir üründen bu tüf kokulu, çuvallar dolusu gri un elde edilmiş olmalıydı; olasılıkla bu unla, Yeni Dünya’nın Yerlilerinin patates adını verdikleri tatsız yumruları anımsatan ekmekler de pişirilmişti.
Dipte, on kadar delikli küçük fıçı da gördü. İlkinin deliğini açıp içindeki sıvıyı akıttı; henüz kokuşmamış, hatta kısa bir süre önce toplanıp, uzun süre dayansın diye kükürtle işlenmiş suydu bu. Su çok yoktu, ancak meyvelerle de susuzluğunu gidereceğini hesaplayarak, gemide uzun süre kalabilirdi. Gene de, gemide açlıktan ölmeyeceğini ona göstermesi gereken bu keşifler onu daha fazla tedirgin ediyordu -ancak bu, her talih göstergesini uğursuz sonuçların işareti olarak gören melankolik ruhların başına gelen bir şeydir.
Terk edilmiş bir gemide kazazede olmak zaten doğal olmayan bir durumdur, ancak gemi en azından insanlar ve Tanrı tarafından kullanılması olanaksız bir gemi enkazı olarak, onu iştah kabartan bir konaklama yerine dönüştüren doğa ve insan yapımı nesneler olmaksızın terk edilmiş olsaydı; bu, eşyanın ve denizci kroniklerinin doğasına uygun olurdu; ama onu böyle, sanki gelişi sevinç yaratan ve beklenen bir konuk için hazır olarak, gönül okşayıcı bir bağış olarak bulmak, kükürtlü sudan daha da pis bir kötülük kokusu saçmaya başlıyordu. Roberto’nun aklına ninesinin anlattığı çeşitli öyküler ve Paris salonlarında okunan öteki güzel düzyazı öyküler geliyordu; bu öykülerde, ormanda kaybolan prensesler bir kayaya girer, yatak ve yatak tenteleriyle görkemli bir biçimde döşenmiş odalar, gösterişli giysilerle dolu dolaplar, hatta hazır sofralar bulurlar… Ve bilindiği gibi, son salonda, bu tuzağı hazırlayan kötücül aklın ölümcül açığa çıkışı saklıdır.
Üst üste istiflenmiş yığının altındaki bir hindistan cevizine dokunmuş, bütünün dengesini bozmuştu ve o sert tüylü şeyler bir çığ gibi yere yuvarlanmıştı, yerde suskun bekleyip, şimdi onun üzerine çıkmaya, onun terden tuzlu yüzünü koklamaya hazır fareler gibi (ya da bir tavanın kirişlerine baş aşağı asılan yarasalar gibi).
Bir büyünün söz konusu olmadığından emin olmak gerekiyordu: Roberto denizaşırı ülkelerin meyvelerine ne yapmak gerektiğini yolculuk sırasında öğrenmişti. Satırı bir balta gibi kullanarak, bir darbede bir hindistan cevizini açtı, taze sıvıyı içti, sonra çekirdeği parçaladı, kabuğun altında saklanan özü kemirdi. Öylesine güzeldi ki, pusu izlenimi arttı. Belki, dedi kendine, şimdiden bir yanılsamanın kurbanıyım; hindistan cevizlerini tadıyordu, oysa kemirgenleri dişlemekte, şimdiden onların varlığını kendi içinde eritmekteydi, birazdan elleri incelecek, pençeli ve kıvrık hale gelecek, bedeni sert tüylerle örtülecek, sırtı bir yay biçiminde eğilecek ve Akheron’un kayığındaki hırçın yolcuların sinsi kutlamasının içine alınacaktı.
Ancak, ilk geceyi sona erdirmek için, kâşifi bir başka dehşet uyarısının şaşırtması gerekiyordu. Sanki hindistan cevizlerinin gümbürtüsü uyuyan yaratıkları uyandırmışçasına, azık ambarını güverte altının kalanından ayıran bölmenin ötesinden bir ciyaklama değilse de, bir cıvıldama, bir ötme, bir eşeleme sesinin geldiğini işitti. Öyleyse, bir pusu söz konusuydu, gece yaratıkları bir barınakta toplantı halindeydiler.
Roberto, elinde çakmaklı tüfeğiyle, bu Armageddon’un karşısına hemen çıkıp çıkmaması gerektiğini sordu kendine. Yüreği tir tir titriyordu, kendisini korkaklıkla suçladı, ya o gece ya da bir başka gece, er geç Onlarla yüz yüze gelmek zorunda kalacağını söyledi kendine. Karşılaşmayı erteledi, yeniden güverteye çıktı ve şansına o âna kadar ay ışınlarının okşadığı topların madeni üzerinde soluk sarı şafağın yayıldığını gördü. Gün doğuyor, dedi kendine rahatlayarak, ve ışıktan kaçmak zorundaydı.
Bir Macaristan Hortlağı gibi, kıç kasarasına geri dönmek için koşarak güverteyi geçti, artık kendisine ait olan kamaraya girdi, kapıyı kapadı, galeriye açılan kapıları kapattı, silahları ulaşabileceği bir yere koydu ve ışından baltasıyla gölgenin boynunu kesen cellat Güneş’i görmemek için uyumaya hazırlandı.
Huzursuzluk içinde, geçirdiği deniz kazasını gördü düşünde, kazayı keskin kavrayışlı bir insan gibi gördü düşünde; onlar için düşlerde, özellikle düşlerde, tümcelerin kavramı süsleyip güzelleştirmesi, gözlemlerin onu canlandırması, gizemli bağlantıların onu yoğun, düşüncelerin derin, vurguların yüce, anıştırmaların gizemli ve dönüştürümlerin incelikli hale getirmesi gerekir.
O zamanlarda ve o denizlerde, limana dönen gemilerden çok, deniz kazasına uğrayan gemiler olduğunu sanıyorum; ancak böyle bir şeyi ilk kez yaşayan kişi için, söz konusu deneyim bir yinelenen kabuslar kaynağı olmalı, olayları gereğince kavrama alışkanlığının bir Son Yargı sahnesi gibi pitoresk görüntülere dönüştürdüğü kabuslar kaynağı.
Önceki akşamdan beri hava sanki nezle olmuş gibiydi ve gökyüzünün gözyaşlarıyla dolu gözü sanki şimdiden dalgaların nereye ulaştığını göremiyor gibiydi. Doğanın fırçası artık ufuk çizgisinin rengini soluklaştırmıştı ve seçilemeyen uzak bölgelerin taslağını çıkarıyordu.
İçinin derinliklerinden, yaklaşmakta olan depremi daha şimdiden sezen Roberto artık tepegözlerin sütannesince sallanan yatağına kendini atıyor, sözünü ettiği düşte düşünü gördüğü tedirgin düşler arasında uykuya dalıyor ve şaşırtıcı olaylardan oluşmuş bir evrenin kucağına bırakıyor kendisini. Gök gürültülerinin gürültüsü ve denizcilerin bağırışlarıyla uyanıyor, sonra su selleri yattığı şilteyi kaplıyor, Doktor Byrd koşarak karşısında beliriyor, ona güverteye gitmesini ve kendisinden biraz daha sağlam olan herhangi bir şeye sıkı sıkıya tutunmasını haykırıyor.
Güvertede, kargaşa, yakınmalar ve sanki tanrısal elin havaya kaldırıp denize savurduğu bedenler. Kısa bir süre Roberto kontra mizana yelkenine tutunuyor (doğru anladığımı sanıyorum) ta ki yıldırımlar bu yelkeni parçalayıp yırtana, direk yıldızların eğri hareket yoluna öykünerek bel verene ve Roberto ana yelken direğinin dibine savrulana dek. Burada direğe kendini bağlamış olan iyi yürekli bir denizci, ona yer açamadığından, menteşelerinden sökülüp kasaradan oraya kadar sürüklenmiş olan bir kapıya kendisini bağlamasını söylüyor Roberto’ya; kapının onunla birlikte korkuluğa kayması Roberto’nun iyiliğine oluyor, çünkü bu arada direk ikiye bölünmüş ve bir sırık kurşun gibi düşerek ona yardım eden kişinin kafasını dağıtmıştır.
Roberto küpeştenin bir gediğinden, dalga tarlalarından başıboş akıp giden şimşek parıltılarında bir araya toplanmış gölge adacıkları görüyor ya da gördüğünü düşlüyor; kanımca Roberto, incelikli metin aktarımları beğenisine kendisini fazlaca kaptırmış. Ama her neyse, Amarilli deniz kazasına hazır kazazededen yana eğiliyor ve Roberto tutunduğu tahta parçasıyla birlikte bir uçurumun içine kayıyor, bu arada, aşağı inerken, uçurumun üzerinde, uçurumlara öykünerek yükselen Okyanusu görüyor, uçurumun kıyıları gözünde yiterken düşen Piramidlerin yükseldiğini görüyor, ıslak göklerin girdabından oluşan yörünge boyunca kaçıp giden sudan kuyrukluyıldızı karşısında buluyor yeniden. Her dalga net bir belirsizlikle ışık saçarken, burada sisten bir kavis oluşuyor, bir girdap çağıldıyor ve bir kaynak açılıyor. Çılgın meteorların büyüleyici güzellikleri, başkaldıran ve gök gürültüleri içinde parçalanan havaya ikincil bir melodi oluşturuyor, kâh çok uzak ışıklar kâh karanlık sağanakları kaplıyor göğü ve Roberto, ekinlere dönüşmüş köpüklerin bulunduğu köpüklü saban izleri içinde köpüren Alpleri, gökyakut yansımalar arasında çiçek açmış Ceres’i ve yer yer kükreyen panzehir taşlarının yuvarlanışını -sanki yeraltı dünyasıyla ilişkili kız Persephone, meyve veren anneyi sürgüne gönderip kumandayı ele almışçasına- gördüğünü söylüyor.
Ve çevresinde gezinerek ona kükreyen vahşi hayvanlar arasında, denizin gümüş rengi tuzlu suları fırtınalı havanın baskısıyla köpürürken, Roberto birden gösteriyi hayranlıkla izlemeye ara veriyor, gösterinin duyularını yitirmiş bir oyuncusu haline geliyor, kendinden geçiyor ve artık başına neler geldiğini bilmiyor. Ancak daha sonra, düş görerek şu kanıya varacak: Bağlı olduğu tahta parçası, kendisine acıyan Tanrı’nın inayeti ya da yüzen nesnelere özgü güdüyle o oynak ve hareketli cig dansına uymuş, aşağı indiği gibi, doğal olarak yeniden yukarı çıkmış, ağır bir sarabant dansı içinde sakinleşip -çünkü temel öğelerin öfkesinde, kibarlara özgü dans sıralamasının kuralları bozulur- giderek daha kapsamlı sözü dolandırmalarla onu savaşımın merkezinden uzaklaştırmıştır; onun uzaklaştığı yerde Aiolos’un çocuklarının ellerinde fırıldak bir topaç gibi talihsiz Amarilli cıvadrası göğe doğru dönmüş batmaktadır. Ve onunla birlikte onun içinde yaşayan herkes: Göksel Kudüs’ünde asla ulaşamayacağı yeryüzü Kudüs’ünü bulmaya yazgılı Yahudi, Escondida adasından sonsuza dek ayrılan Maltalı şövalye, yardımcılarıyla Doktor Byrd ve -nihayet iyiliksever doğanın, tıp sanatının eziyetlerinden kurtardığı- o üzerinde sürekli olarak yara açılan köpek; ancak bu köpekle ilgili pek fazla bir şey söyleyemedim, çünkü Roberto onunla ilgili şeyleri daha sonra yazacak.
Ama uzun sözün kısası, düş ile fırtınanın, Roberto’nun uykusunu, çok hassas bir hale getirdiğini sanıyorum; bu yüzden, çok kısa bir süre uyumuş ve bunu direngen bir uyanıklık hali izlemiştir. Gerçekten de Roberto dışarıda günün devam ettiği fikrini kabul ederek, kasaranın ışık geçirmez pencerelerinden çok az ışık girmesinin verdiği rahatlıkla ve güverte altına bir iç merdivenle inebileceğine güvenerek, cesaret kazandı, silahlarını yeniden aldı ve gözüpek bir korkuyla gece seslerinin kaynağını öğrenmeye gitti.
Daha doğrusu hemen gitmedi. Beni bağışlamanızı diliyorum, ancak olanları Sinyora’ya anlatırken kendisiyle çelişen Roberto’dur -bu da, başına gelenleri sırasıyla ve ayrıntılı olarak anlatmayıp, mektubu bir anlatı gibi, daha doğrusu mektup ile anlatı haline gelebilecek şeyin bir müsveddesi gibi kurmaya çalıştığının bir göstergesi; böylece daha sonra neyi seçeceğine karar vermeksizin yazıyor, deyim yerindeyse hangilerini hareket ettireceğine ve nasıl dizeceğine hemen karar vermeksizin satranç taşlarını tasarlıyor.
Bir mektupta güverte altını araştırma riskini göze alarak dışarı çıktığını yazıyor. Bir başkasında ise, günün ilk aydınlığıyla uyanır uyanmaz, uzaktan gelen bir sesle irkildiğini yazıyor. Bunlar hiç kuşkusuz Adadan gelen seslerdi. Roberto’nun zihninde, gemiye yanaşmak için uzun kanolara doluşan bir sürü yerlinin görüntüsü belirdi ve çakmaklı tüfeği sıkıca tuttu, sonra ses ona o kadar düşmanca görünmedi.
Şafak sokmuştu, güneş ışınları henüz camlara düşmüyordu: Galeriye gitti, denizin kokusunu hissetti, pencerenin pancurunu biraz yana çekti ve gözlerini kısarak kıyıya bakmayı denedi.
Gün boyunca güverteye çıkmadığı Amarilli’de, Roberto yolcuların, sanki güneş oklarını dünyaya saplamak için sabırsızlanıyormuş gibi, kızgın gün ağarmalarından söz ettiğini duymuştu, oysa şimdi gözleri yaşarmadan pastel renkler görüyordu: Kenarları inci rengine bürünmüş esmer bulutlarla pırıltılı bir gök duruyordu karşısında, bu arada pürtüklü bir kâğıt üzerinde koyu mavi renkte çizilmişe benzeyen Adanın arkasından daha açık bir ton, pembe bir iz yükseliyordu.
Gözlerinin erişemediği yerde işitme duyusunun onu aldatmayacağını keşfetti ve pancuru hemen hemen tamamıyla kapayıp, karadan gelen gürültülere kulak kabartarak işitme duyusuna bıraktı kendini.
Kendi tepesinin şafaklarına alışık olsa da, hayatında ilk kez gerçekten kuşların öttüğünü işittiğini anladı, ne olursa olsun, bunca çok ve bunca çeşitli kuşu asla işitmemişti.
Binlerce kuş güneşin yükselişini selamlıyordu: Papağanların bağırışları arasında, bülbülün, karatavuğun, tarlakuşunun, sonsuz sayıda kırlangıcın, hatta ağustos böceği ile cırcır böceğinin keskin gürültüsünü bile ayırt edebiliyormuş gibi geldi ona, gerçekten bu türden hayvanları mı yoksa onların antipodlardaki türdeşlerini mi işittiğini sordu kendine… Ada uzaktı, gene de bu seslerin bir portakal ve fesleğen kokusu taşıdıkları izlenimine kapıldı, sanki tüm koydaki hava koku yüklüymüş gibi -öte yandan, Sinyor d’Igby ona nasıl gezilerinden birinde, karanın yakınlığını rüzgârların taşıdığı koku atomlarının üstünden uçmasıyla anladığını anlatmıştı…
Ancak, bir yandan havayı koklarken, bir yandan da o görünmez kalabalığa kulak veriyordu, sanki bir şatonun mazgallarından ya da bir burcun sur deliğinden, tepenin bayırlarında, önündeki ova ile surları koruyan nehir arasında, bağırıp çağırarak yay biçiminde mevzilenen bir orduya bakıyormuş gibi; işiterek zihninde canlandırdığı şeyi daha önce görmüş olduğu izlenimine kapıldı, çevresini kuşatan enginlik karşısında kendisini kuşatılmış hissetti ve neredeyse çakmaklı tüfeğini doğrultmak güdüsünü duydu. Casale’deydi ve önünde yük arabalarının gürültüsü, silahların şiddetle çarpışı, Kastilyalıların tok sesleri, Napolililerin bağırış çağırışları, paralı Alman askerlerinin kulak tırmalayıcı homurtuları ile İspanyol ordusu uzanıyordu; arka plandaki birkaç borazan sesi epey azalmış olarak ve birkaç çakmaklı tüfek atışı, koruyucu azizler adına yapılan şenliklerdeki fişekler gibi klok, pof, taa-pum diye yumuşamış seslerle ulaşabiliyordu.
Sanki yaşamı, biri ötekinin imgesi olan iki kuşatma arasında geçmiş gibiydi, tek bir farkla: Şimdi, on yıldan fazla bir sürenin çemberi birleşip nehir de çok geniş ve çembersi hale geldiğinde -her tür saldırıyı olanaksız kılacak şekilde- Roberto, Casale günlerini yeniden yaşadı.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Gülün Adı ~ Umberto EcoGülün Adı

    Gülün Adı

    Umberto Eco

    Umberto Eco, bu romanın yarattığı geniş yankılara yanıt olarak, Alfabeta dergisinin Haziran 1983 tarihli 49. sayısında, Sonrası (Postille) başlıklı bir yazı yayınlamıştır. Eco, bu...

  2. Yorum ve Aşırı Yorum ~ Umberto EcoYorum ve Aşırı Yorum

    Yorum ve Aşırı Yorum

    Umberto Eco

    Edebiyatta ve sosyal bilimlerde, metinlerin anlamını yorumlamak en önemli uğraşlardan biridir. Öyleyse, bir metinden çıkarılacak anlamın sınırları var mıdır? Yazarın niyetlerinin bu sınırların belirlenmesinde...

  3. Tez Nasıl Yazılır? ~ Umberto EcoTez Nasıl Yazılır?

    Tez Nasıl Yazılır?

    Umberto Eco

    Mühim olan, yaptığımız işi keyifle yapmaktır. Eğer sizi ilgilendiren bir konu seçtiyseniz, eğer tezinize gerçekten kısa da olsa üzerinde yoğunlaşacağınız bir zaman ayırdıysanız (…)...

Beriahome Harf Kupa

Aynı Kategoriden

  1. Ateşli Bilet ~ Olivia CunningAteşli Bilet

    Ateşli Bilet

    Olivia Cunning

    Sırlarla dolu bir geçmişi olan bir bas gitarist, Jace Seymour. Geçmişinin esiri olmuş yaralı bir müzisyen. Acılarını bastırabilmek için fiziksel acıya muhtaç bir erkek....

  2. Piedra Irmağı’nın Kıyısında Oturdum Ağladım ~ Paulo CoelhoPiedra Irmağı’nın Kıyısında Oturdum Ağladım

    Piedra Irmağı’nın Kıyısında Oturdum Ağladım

    Paulo Coelho

    Adını Simyacı adlı romanıyla duyuran ve dünyanın bütün dillerinde kendine okurlar bulan Paulo Coelho, bu romanında Tanrı’nın kadın yüzünü keşfediyor. Mucizevi bir güce sahip,...

  3. Bana Sevdiğini Söyle ~ Julia QuinnBana Sevdiğini Söyle

    Bana Sevdiğini Söyle

    Julia Quinn

    Elizabeth Hotchkiss çalıştığı köşkün kütüphanesinde Bir Marki ile Nasıl Evlenilir adlı kitabın bir kopyasını bulduğunda, bunun birinin ona oynadığı acımasız bir oyun olduğunu düşünür....

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur