Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Örümceklerin Yuvalandığı Patika
Örümceklerin Yuvalandığı Patika

Örümceklerin Yuvalandığı Patika

Italo Calvino

İtalyan edebiyatının büyük ustası Italo Calvino’nun, bundan 60 yıl önce yayımlanan ilk kitabı Örümceklerin Yuvalandığı Patika, ilk kez Türkçede” İtalyan edebiyatında özgün ve neredeyse tekil bir örnek olan Örümceklerin Yuvalandığı Patika, elinden bırakamadan, bir solukta okunacak kitaplardan”.

Bu, yazdığım ilk roman; birkaç öyküm bir yana bırakılırsa, yazdığım ilk şey olduğunu bile söyleyebilirim. Şimdi elime aldığımda, nasıl bir etki yaratıyor üzerimde? Onu kendi yapıtlarımdan biri gibi değil de, daha çok, İkinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra, bir çağın genel ikliminden, ahlaki bir gerilimden, bizim kuşağımızın benimsediği bir edebiyat beğenisinden anonim olarak doğmuş bir kitap gibi okuyorum.” diyen Calvino’nun bu kitabı, ileride onun nasıl hınzır bir yazar olacağının da habercisi aslında. Pin adında bir çocuğun gözünden savaş, inanç, öfke, kötülük, aşağılanma, düş kırıklığı üstüne yalın ve etkileyici bir metin olan Örümceklerin Yuvalandığı Patika’nın 1964’te yapılan yeni baskısına yazdığı önsözde, Calvino çarpıcı saptamalar yapar: “burada, her şeyden önce, kitabın imgeleri ve sözleri, akışı, tonu, üslubu, umursamazlığı, meydan okuması yoluyla kendini göstermesi amaçlanmıştır. Daha konunun seçiminde, neredeyse tahrik edici bir özgüven sergileniyor. Kime karşı? Şunu söyleyebilirim: Eşzamanlı olarak iki cephede savaşmak; hem Direniş’i eleştirenlere, hem de kutsallaştırılmış, kusurlarından arındırılmış bir Direniş’i savunanlara meydan okumak istiyordum.”

Sosyalist kahraman yaratmak, devrimci romantizm gibi kolay malzemeye tepkili Calvino şunları dile getirir: ‘Öyleyse, ben de size, içinde hiç kimsenin kahraman olmadığı, hiç kimsenin sınıf bilincinden haberli olmadığı bir partizan öyküsü yazacağım. ‘En alttakiler’in, lümpen proletaryanın dünyasını anlatacağım! (Benim için o zamanlar yeni bir kavramdı bu ve büyük bir keşif olduğunu sanıyordum. Anlatı için geçmişte en kolay malzeme olduğunu, öyle olmayı da sürdüreceğini bilmiyordum.) Ve bu, bütün yapıtların en olumlusu, en devrimcisi olacak! Zaten kahraman olan kişiden, zaten sınıf bilinci olan kişiden bize ne! Anlatılması gereken, oraya varış sürecidir! Bilincin berisinde tek bir birey kaldığı sürece, bizim görevimiz onunla, yalnızca onunla ilgilenmek olacaktır!’ Böyle düşünüyordum ve bu öfkeli polemikle yazmaya koyuldum; en candan dostlarım kabul ettiğim, aylarca ama aylarca bir tas kestaneyi ve ölüm tehlikesini paylaştığım, yazgıları için üstlerine titrediğim, gözlerini bile kırpmadan ölümü göze alışlarına, her türlü bencillikten arınmış yaşam tarzlarına hayran olduğum kişilerin yüz çizgilerini ve karakter özelliklerini çarpıtıyor, bunları sürekli tikleri, kaba ve gülünç kusurları olan maskelere dönüştürüyor, öyküleri üzerindeki bulanık alacakaranlıkları “gençlik saflığımla bunları ben bulanık alacakaranlıklar olarak hayal ediyordum” yoğunlaştırıyordum… Sonradan, yıllarca içimde taşıyacağım bir pişmanlık duyacaktım bu yüzden…

1

Yolun sonuna ulaşmak için, güneş ışınları, lacivert gök çizgisi boyunca uzanan kemerlerin birbirinden ayırdığı soğuk duvarları yalayarak dümdüz inmek zorunda.
Dümdüz iniyor güneş ışınları, duvarlara gelişigüzel oyulmuş pencerelerden, pencere eşiklerindeki tencerelere ekili fesleğen ve kekiklerden, iplere asılı çamaşırlardan aşağı; sonra daha aşağı, basamaklı ve çakıl döşeli, ortada katır sidiği için bir suyolunun bulunduğu kaldırım taşına.
Pin’in bir bağırması, dükkânın önünde, burnu bir karış havada, yüksek perdeden bir şarkı tutturması ya da kunduracı Pietromagro’nun vuracağı şaplak ensesine inmeden bir çığlık atması yetiyor, pencerelerde bir sesleniştir, bir küfürdür yankılanıyor:
“Pin! Gene günün bu saatinde kafa ütülemeye başladın! Haydi, şu şarkılarından birini söylesene bize, Pin! Pin, seni haylaz, derdin ne senin? Pin, maymun suratlı! Boğazı kuruyasıca, sesi çıkmayasıca! Sen yok musun sen, bir de şu tavuk hırsızı ustan! Sen yok musun sen, bir de şu döşeklik ablan!”
Ama Pin, sokağı yarılamış bile, elleri üzerine bol gelen ceketinin ceplerinde, gülmeden tek tek yüzlerine bakıyor:
“Hey Celestino, biraz sussana! Üzerindeki yeni giysi de pek güzelmiş. Sahi, Moli Nuovi’den kumaş çalan kimmiş belli olmadı mı hâlâ? Ne ilgisi var, desene. Selam Carolina, ucuz atlattın geçen sefer. Evet, geçen sefer ucuz atlattın, kocan yatağın altına bakmadığı için. Sana gelince, Pasquale: Senin köyünde olup bitenleri de anlattılar bana. Evet, evet, Garibaldi köyünüze sabunu getirmiş, senin köylüler hop mideye indirmişler. Sabun lüpleten Pasquale! Yahu, sabun kaça haberiniz var mı?”
Pin’in boğuk bir sesi var, büyümüş de küçülmüş gibi; her espriyi, gayet ciddi, alçak sesle söylüyor, sonra birden ıslığı andıran i-i-i-i’li bir kahkaha patlatıyor ve kırmızı-siyah çilleri bir yabanarısı sürüsü gibi gözlerinin çevresine üşüşüyor.
Pin’le alay etmeye gelmez; sokakta olup biten her şeyi bilir, ne yumurtlayacağı hiç belli olmaz. Sabah akşam pencerelerin dibinde boğazını yırtarcasına şarkılar söyler, bağırır çağırır, bu arada Pietromagro’nun dükkânında dağ gibi yığılı dibi delik ayakkabıların tezgâhı örtmesine, hatta sokağa taşmasına ramak kalmıştır.
“Pin! Seni maymun! Seni çirkin suratlı!” diye bağırıyor kadının biri. “Bütün gün kafa ütüleyeceğine, şu benim pabuçlara pençe vursana! Bir aydır dükkânınızdaki yığının içinde öylece duruyor. Hele ustan bir hapisten çıksın, ona söyleyecek bir çift sözüm var!”
Pietromagro yılın yarısını hapiste geçirir, talihsiz doğmuştur çünkü ve civarda bir hırsızlık olduğunda, mutlaka onu içeri atarlar. Geri döner ve dağ gibi yığılmış dibi delik ayakkabıları, başıboş bırakılmış açık dükkânı görür. O zaman tezgâhın başına geçer, eline bir ayakkabı alır, evirir çevirir, yeniden yığının içine atar; sonra sakallı yüzünü kemikli ellerinin arasına alıp söver. Pin ıslık çalarak çıkagelir, henüz bir şeyden haberi yoktur; karşısında Pietromagro’yu buluverir, havaya kaldırdığı iki eli, çevresi sapsarı gözbebekleri ve köpek tüyünü andıran kısa sakalın kararttığı yüzüyle. Çığlık atar, ama Pietromagro onu enselemiştir ve bırakmaz; dövmekten yorgun düşünce, onu dükkânda bırakıp meyhaneye sıvışır. O gün yüzünü bir daha gören olmaz.
Alman denizci, iki günde bir akşamları Pin’in ablasına gelir. Her defasında, denizci yokuşu çıkarken, Pin sigara otlanmak için yolda onu beklerdi; başlarda adam cömert davranıyor, her gelişinde üç dört sigara verdiği bile oluyordu. Alman denizciyle alay etmek kolay, çünkü söylenenleri anlamaz ve o donuk, şakaklarına kadar tıraşlı ablak yüzüyle öylece bakar. Sonra, çekip gittiğinde, arkasından alay edebilirsin, nasıl olsa dönüp bakmayacaktır.

Arkadan görünüşü gülünçtür: İki siyah şerit, denizci beresinden kısa ceketinin açıkta bıraktığı poposuna kadar iner – üzerine yasladığı koca Alman tabancasıyla dolgun, kadınsı bir popo.
“Pezevenk… Pezevenk…” diye Pin’e laf atar insanlar pencerelerden, alçak sesle, çünkü onun gibi tiplerle dalga geçmeye gelmez.
“Boynuzlular… Boynuzlular…” diye karşılık verir Pin onların sesini taklit ederek; bir yandan da, sigaranın dumanını içine ve burnuna çeker. Duman, çocuk boğazı için fazla sert ve yakıcıdır, ama nedendir bilinmez, gözleri yaşarıncaya ve hiddetle öksürünceye kadar içine çeker. Sonra, ağzında sigarası, meyhaneye gidip şöyle der: “Hey, bana içki ısmarlayana öyle bir şey söyleyeceğim ki, bana teşekkür edecek.”
Meyhanede, gün boyunca, hep aynı kişiler olur, yıllardır: Dirseklerini masalara dayamış, çeneleri kavuşturdukları ellerinin üzerinde, muşambadaki sineklere ve bardakların dibindeki mor gölgeye bakarlar.
“Ne o,” diyor Fransız Miscel, “ablan fiyatını mı düşürdü?”
Ötekiler gülüp çinko tezgâhı yumrukluyorlar:
“Bu kez ağzının payını aldın, Pin!”
Pin, alnını örten dik saçlarının perçeminden yukarıya doğru bakıyor.
“Vay be, tam düşündüğüm gibi. Baksanıza, aklı fikri ablamda. Söylüyorum size, hiç aklından çıkmıyor, âşık olmuş. Ablama âşık olmuş, ne cesaret…”
Ötekiler kahkahalara boğuluyor, Pin’in omzuna bir şaplak indirip, ona içki ısmarlıyorlar. Pin, boğazını yakan, tüylerini diken diken eden şaraptan hoşlanmaz, şarap içince gülmeden, bağırmadan, sağa sola sataşmadan duramaz. Gene de içiyor, bardakları bir dikişte midesine indiriyor, tıpkı sigaranın dumanını yuttuğu gibi, tıpkı geceleri ablasını yatakta çıplak adamlarla gizlice seyrettiği gibi. Ablasını seyretmek, teninde kaba bir okşama, buruk bir tat gibidir, erkeklerle ilgili her şeyde olduğu gibi; tütün, şarap, kadınlar.
“Şarkı söyle, Pin,” diyorlar. Pin o boğuk çocuk sesiyle güzel şarkı söyler, sesi ciddi, yoğundur. “Dört Mevsim”i söylüyor:

Ama ne zaman geleceği düşünsem, yitirdiğim özgürlüğümü, onu öpmek isterim ve sonra ölmek, o uyurken… her şeyden habersiz…

Adamlar, bir kilise ilahisiymiş gibi, başlarını eğmiş, sessizce dinliyorlar. Hepsi zamanında hapis yatmış kişiler: Hiç hapse girmemiş kişi, erkek değildir. Ve eski cezaevi türküsü, hani akşamları hapishanede gardiyanlar demir bir çubukla parmaklıklara vurarak geçtikleri, yavaş yavaş bütün kavgaların, sövüp saymaların dindiği, şimdi Pin gibi yalnızca o türküyü söyleyen bir sesin kaldığı ve kimsenin türkü söyleyeni susturmaya yeltenmediği anda insanın içine çöken o hüzünle dolu.

Seviyorum geceleri dinlemeyi nöbetçinin çağrısını. Seviyorum geçişini Ay’ın, hücremi aydınlatışını.

Pin hiç hapis yatmamış; bir keresinde, ıslahevine götürmek istediklerinde, kaçmış. Arada bir zabıtalar meyve pazarının tezgâhları arasındaki bir haylazlığı yüzünden onu yakalarlar, ama çığlıkları ve gözyaşlarıyla bütün zabıtaları öyle canından bezdirir ki, sonunda serbest bırakırlar. Gene de, nezarette bir süre kaldığı için, ne demek olduğunu biliyor, bu nedenle de iyi söylüyor türküyü, duyarak.
Pin, meyhanedekilerin ona öğrettiği bütün eski şarkıları, kanlı olaylardan söz eden şarkıları bilir: Mesela “Torna Caserio”yu ya da teğmeni öldüren Peppino’nun şarkısını. Sonra, herkesin mahzunlaştığı, bardaklardaki morluğa baktığı ve gırtlağını temizlediği bir sırada, Pin birden meyhanenin dumanı içinde tek ayağı üzerinde fır dönüp en yüksek perdeden şarkı söylemeye başlıyor:

Ve saçlarına dokundum yavuklumun “Orası değil,” dedi, “daha aşağısı daha güzel:
Aşkım, seviyorsan beni, daha aşağıyı ellemelisin.”

Bunun üzerine, adamlar tezgâha yumruklar indirmeye, “hiyuu” diye bağırıp elleriyle tempo tutmaya başlıyorlar ve garson kız bardakları korumaya çalışıyor. Ve meyhanedeki kadınlar -Şakrak gibi kırmızı suratlı yaşlı ayyaşlar- dans eder gibi bir o yana bir bu yana sallanıyorlar. Ve Pin, aşka gelmiş, hırsından dişini sıkmış, kendini yırtarcasına açık saçık şarkısını söylüyor:

Ve küçük burnuna dokundum, “seni budala,” dedi sevgilim, “daha aşağı in, bahçe var orada.”

Ve herkes, salınıp duran Şakrak’a elleriyle tempo tutuyor, hep bir ağızdan söylüyorlar:

Aşkım, seviyorsan beni, daha aşağıyı ellemelisin.”

O gün yokuşu çıkan Alman denizcinin hiç keyfi yoktu. Bombalar her gün şehri Hamburg’u yakıp yıkıyor ve o her gün karısından, çocuklarından haber bekliyordu. Kuzey Denizi’nden gelen birisi olmasına karşın, güneylilere özgü, yumuşak bir mizacı vardı Alman’ın. Yuvasını çocuklarla doldurmuştu ve şimdi, savaş yüzünden evinden uzak düşünce, işgal altındaki ülkelerin fahişeleriyle dostluk kurarak sevgi özlemini gidermeye çalışıyordu.
Guten Tag demek için ona doğru yürüyen Pin’e: “Hiç sigaram olmamak,” diyor. Pin adamı süzmeye başlıyor.
“Demek, Kamerad, bugün de buralara geldin, hasretine dayanamıyorsun, ha?”
Şimdi de Alman, Pin’i süzüyor. Söyleneni anlamıyor.
“Ablamı görmeye mi geldin acaba?” diye soruyor Pin aldırışsız bir tutumla.
”Ablan evde olmamak?” diyor Alman.
“Ne yani, bilmiyor musun?”
Rahiplerin elinde yetişmiş gibi sahte bir ifade var Pin’in yüzünde. “Bilmiyor musun, hastaneye kaldırdıklarını? Zavallı kızcağız! Kötü bir hastalık, ama erken müdahale edilirse tedavisi varmış artık. Belli ki, ablam bu hastalığa yakalanalı epey olmuş… Düşün bir, hastanede zavallıcık!”
Almanın yüzü kesilmiş sütü andırıyor, terleyip kekeliyor: “Has-ta-ne? Has-ta-lık?” O sırada giriş katının penceresinde at yüzlü, kıvırcık siyah saçlı genç bir kadın beliriyor.
“Sen ona aldırma, Frick, o utanmaza aldırma,” diye bağırıyor. “Bunu sana ödeteceğim, maymun suratlı, az kalsın canıma okuyordun! Yukarı gel, Frick, aldırma ona, şaka yapıyordu, şeytan görsün yüzünü!”
Pin ablasına dil çıkarıyor. “Sayemde soğuk terler döktün, Kamerad,” diyor Almana ve ara sokaklardan birine sıvışıyor.
Kimi zaman, kötü bir şaka yapmak buruk bir tat bırakıyor ve Pin tek başına sokaklarda dolaşıyor, bu arada herkes sövgüler yağdırıyor, kovup uzaklaştırıyor onu. O zaman, örümceklerin yuva yaptığı yeri gösterebileceği ya da nehir kıyısında kamışlarla dövüşebileceği bir grup arkadaşla birlikte olmayı özlüyor. Ama çocuklar Pin’den hoşlanmıyorlar: Pin, büyüklerin arkadaşı, büyükleri güldürecek ya da kızdıracak şeyler söylemeyi biliyor,” büyükler konuştuğunda hiçbir şey anlamayan çocuklar gibi değil. Pin, kimi zaman, yaşıtı çocuklarla birlikte olmayı, onlarla doyasıya oyun oynamayı, Çarşı Meydanı’na kadar giden bir tünelin yolunu ona göstermelerini arzuluyor. Ama çocuklar onu aralarına almıyor ve belli bir noktada onu dövmeye başlıyorlar; incecik kollarıyla Pin bütün çocukların en cılızı. Ara sıra Pin’e gidip, kadın-erkek ilişkileri hakkında sorular soruyorlar; ama Pin sokakta yüksek sesle konuşarak onlarla alay ediyor ve anneler çocuklarına sesleniyorlar: “Costanzo! Giacomino! Kaç kez söyledim sana, şu terbiyesiz çocukla birlikte olma diye!”
Anneler haklı. Pin’in işi gücü, yataktaki erkeklerle kadınlar hakkında ve öldürülen ya da hapse atılan erkekler hakkında öyküler anlatmak. Pin’in büyüklerden öğrendiği öyküler bunlar, büyüklerin birbirlerine anlattıkları, Pin ikide bir alaylı sözlerle ve çocukların anlamadıkları şeylerle araya girmese, durup dinlemesi güzel olabilecek türden masallar.
Büyüklerin dünyasına sığınmak dışında bir şey gelmiyor Pin’in elinden: Tıpkı çocuklar gibi ona sırt çeviren büyüklerin, öteki çocuklar için olduğu kadar Pin için de anlaşılmaz ve uzak büyüklerin. Ne var ki, uçkuruna düşkün, polisten ödü kopan büyükleri alaya almak daha kolay, ama sonunda onlar da sıkılıp Pin’in ensesine şaplaklar indirmeye başlıyorlar.
Şimdi Pin, dumandan eflatun kesilmiş meyhaneye geri dönecek, oradakileri zıvanadan çıkarıp kendini dövdürünceye kadar açık saçık şeyler anlatacak, hiç duymadıkları hakaretler savuracak; sonra, ağlayıncaya ve onları ağlatıncaya kadar, kendini paralayarak hüzünlü şarkılar söyleyecek; bunun arkasından, hepsi kahkahadan mest oluncaya kadar yakası açılmadık espriler uydurup, yüzünü şekilden şekle sokacak. Niçin mi? Böyle akşamlarda yüreğine çöken yalnızlık sisini dağıtmak için.
Ama meyhanede, adamlar Pin’e geçit vermeyen bir sırtlar duvarı; aralarında yeni birisi var, sıpsıska ve ciddi. Adamlar, önce içeri giren Pin’i, sonra meçhul kişiyi süzüp birkaç şey söylüyorlar. Pin, farklı bir havanın estiğini görüyor; bu da, elleri ceplerinde, öne çıkıp: “Yahu, Almanın yüzü ne hal aldı, görmeliydiniz,” demek için artı bir neden onun için.
Adamlar her zamanki paylamalarla karşılık vermiyorlar. Birer birer, ağır ağır dönüyorlar. Fransız Miscel, önce Pin’i sanki ilk kez görüyormuş gibi süzüyor, sonra yavaşça: “Rezil pezevengin tekisin sen,” diyor.
Pin’in yüzündeki yabanarısı sürüsünü andıran çiller şöyle bir dalgalanıp hemen eski haline dönüyor, sonra Pin sakin, ama küçülmüş gözlerle konuşuyor: “Sonra nedenini söylersin bana.”
Giraffa, hafifçe ona doğru dönüp: “Çek git, Almanlarla düşüp kalkan adamla işimiz olmaz bizim,” diyor.
“Sonunda,” diyor Sürücü Gian, “bu ilişkileriniz sayesinde, faşist bölge yönetiminin kodamanları olup çıkacaksınız.”
Pin, onlarla alay ettiği zamanlardaki çehresini takınmaya çalışıyor.
“Sözlerinizin anlamını sonra açıklarsınız bana,” diyor. “Benim faşist bölge yönetimiyle hiç işim olmadı, balilla’larla da.[3]
Ablama gelince, istediğiyle birlikte oluyor ve kimseyi rahatsız etmiyor.”
Miscel biraz; yüzünü kaşıyor: “Günü gelip her şey değiştiğinde, beni anlıyor musun, ablanı yolunmuş tavuk gibi tüysüz ve çıplak dolaştıracağız… Sana gelince… Senin için aklına hayaline bile gelmeyecek bir sürpriz üzerinde çalışıyoruz.”
Pin istifini bozmuyor, ama içten içe acı çektiği belli oluyor ve dudaklarını ısırıyor: “Günü gelip daha kurnaz olduğunuzda,” diyor, “size işin içyüzünü açıklayacağım. Öncelikle, ablamla ben birbirimizin ne yaptığını hiç bilmeyiz; pezevenkliğe gelince, çok istiyorsanız, gider” kendiniz pezevenklik edersiniz. İkincisi, ablam Almanlara bayıldığı için onlarla birlikte olmuyor; o, Kızılhaç gibi uluslararasıdır ve nasıl Almanlara birlikte oluyorsa, İngilizlerle de, zencilerle de ve sonra kim denk gelirse, onlarla da birlikte olur.” (Bunların hepsi, Pin’in büyükleri, hatta belki de o an onunla konuşmakta olanları dinleyerek öğrendiği şeyler. Niçin şimdi bunları onlara açıklamak ona düşüyor?) Üçüncüsü, benim şimdiye kadar Almanla tek alışverişim, ondan nefis sigaralar tırtıklamak oldu ve karşılığında, ona bugünkü gibi eşek şakaları yaptım, ama beni küstürdüğünüz için ne yaptığımı anlatmayacağım size.”
Ama konuyu değiştirme girişimi tutmuyor. Şoför Gian: “Şaka ha! Hem de bu zamanda!” diyor. “Ben Hırvatistan’da bulundum, orada budala bir Alman köyün tekinde kadınların peşine düşmeye görsün, bir daha ne adamı bulabiliyordun, ne cesedini.”
Miscel: “Bugün yarın, şu senin Almanı bir mezarcıkta buluvereceksin,” diyor.
Bütün bu süre boyunca ağzını açmayan, ne söylenenleri onaylayan, ne de gülümseyen meçhul kişi, Miscel’i hafifçe kolundan çekip: “Şimdi bundan söz etmenin sırası değil. Size söylediklerimi hatırlayın,” diyor.
Ötekiler başlarıyla onay verip gene Pin’e bakıyorlar. Ondan ne istiyor olabilirler?
“Söyle,” diyor Miscel, “denizcinin tabancasını gördün mü?”
“Eşek gibi bir silahı var,” diyor Pin.
“Güzel,” diyor Miscel, “o silahı bize getireceksin!”
“Peki, ama nasıl?” diyor Pin. “Bir yolunu bulursun sen.”
“İyi de, nasıl alayım, hep poposuna yapışık taşıyorsa silahı? Siz alın.”
“Pekâlâ, bir bakalım… Hiç mi pantolonunu çıkarmıyor? O zaman tabancayı da çıkarıyordur herhalde. Sen de gider alırsın. Bir yolunu bulursun sen.”
“İstersem.”
“Dinle,” diyor Giraffa, “biz şaka etmiyoruz burada. Bizimkilere katılmak istiyorsan, ne yapman gerektiğini biliyorsun şimdi.
Yoksa…”
“Yoksa?”
“Yoksa… Gap[4] nedir biliyor musun?”
Meçhul kişi, Giraffa’ya dirsek atıp, “olmadı” anlamında başını sallıyor; ötekilerin davranışlardan hoşnut değil sanki.
Pin için yeni sözcüklerin hep gizemli bir havası vardır, adeta karanlık ve yasak bir olguyu ima ederler. Gap mı? Gap dedikleri de ne acaba?
“Bilmez olur muyum hiç,” diyor.
“Nedir?” diye soruyor Giraffa.
“Seni de sülaleni de becerendir.”
Ama adamlar Pin’e aldırmıyorlar. Meçhul kişi, ötekilere başlarını yaklaştırmalarını işaret edip, onlarla alçak sesle konuşuyor, sanki bir konuda onları paylıyor, onlar da hareketleriyle adama hak verdiklerini belli ediyorlar.
Pin, bütün bunların dışında. Şimdi hiçbir şey söylemeden çekip gidecek. Şu tabanca hikâyesine gelince, en iyisi, artık ondan söz etmemek; önemsiz bir şeydi, belki adamlar çoktan unuttular tabancayı.
Ama Pin tam kapıya ulaştığında, Miscel başını kaldırıp: “Pin, o konuda anlaştık, tamam mı?” diyor.
Pin, yeniden budalayı oynamak istiyor, ama birden büyüklerin arasında bir çocuk gibi hissediyor kendisini ve eli kapının kolunda kalakalıyor.
“Yoksa, buralarda bir daha görünme,” diyor Miscel.
Pin şimdi sokakta. Akşam olmuş ve evlerin ışıkları tek tek yanıyor. Uzakta, nehrin kıyısında, kurbağalar vıraklamaya başlıyor; bu mevsimde çocuklar, akşamları, su birikintilerinin çevresinde pusuya yatıp kurbağa yakalarlar. Kurbağaları eline alıp dokunduğunda, kaygan, yapışkandır, kadınları anımsatır, öyle pürüzsüz ve çıplak.
Gözlüklü ve uzun pantolonlu bir çocuk geçiyor: Battistino.
“Battistino, Gap nedir, biliyor musun?”
Battistino gözlerini kırpıyor, merakla: “Hayır, söylesene, neymiş?” diyor.
Pin kahkahalarla gülmeye başlıyor: “Git annene sor, Gap neymiş! Ona: Anne, bana bir Gap hediye eder misin?’ de. De de, bak gör nasıl açıklıyormuş!”
Battistino iyice aşağılanmış bir halde uzaklaşıyor.
Pin, neredeyse karanlık çökmüş sokaktan yukarı çıkıyor ve insan yaşamı denen o kan ve çıplak bedenler öyküsünün içinde yalnız ve yitmiş hissediyor kendisini.

2

Ablasının odası, Pin’in baktığı yerden bakıldığında, hep sisle kaplıymış gibi görünüyor: Dikey bir çizgi, içinde bir sürü eşya, çevresinde de gölgenin karaltısı; küçük aralığa gözünü yaklaştırmasına ya da uzaklaştırmasına bağlı olarak her şey sanki boyut değiştiriyor. Bir kadın çorabının içinden bakıyormuş gibi, kokusu da aynı: Ahşap bölmenin ötesinde başlayıp, belki o buruşuk giysilerden ve hep dağınık duran, çarşafları havalandırılmadan serilmiş yataktan yükselen kokusu ablasının.
Pin’in ablası, çocukluğundan beri, ev işlerini hep savsaklamıştı. Pin, bebekken, başında bir sürü kabuk bağlamış yara, ablasının kucağında ağlamaktan katılır; ablası ise, onu çamaşırhanenin önündeki sekiye bırakıp, mahallenin çocuklarıyla kaldırımlara tebeşirle çizilmiş dörtgenlerin içinde seksek oynamaya giderdi. Arada bir babalarının gemisi geri gelirdi; Pin yalnızca kollarını anımsıyor babasının: O kocaman, çıplak, koyu renk damarların görüldüğü güçlü kollar Pin’i havaya kaldırırdı. Ama anneleri öldükten sonra, babaları giderek daha seyrek gelmeye başlamış, sonunda hiç gelmez olmuştu; denizin ötesindeki bir şehirde başka bir ailesinin olduğu söyleniyordu.
Şimdi Pin bir odadan çok, bir sandık odasında yaşıyordu: Ahşap bir bölmenin ardında bir tür köpek kulübesi, bir de eski evin eğri duvarında, dar ve yüksek olduğu için mazgalı andıran derin bir pencere. Öte tarafta, bölmenin aralıklarından, her şeyi görmek için gözlerini döndürmekten neredeyse şaşı olacağı aralıklardan gördüğü ablasının odası var. Dünyadaki her şeyin açıklaması, o bölmenin ardında. Pin, bebekliğinden beri, aralıkların başında saatlerini geçirmiş, gözlerini iğne ucu gibi keskinleştirmişti; orada olup biten her şeyi biliyor, gene de hala “niçin”ine açıklama getiremiyor. Sonunda, her gece, kollarını göğsüne dolayıp yatağına kıvrılıyor; o zaman sandık odasındaki gölgeler tuhaf düşlere, birbirini kovalayan, birbirini döven ve çırılçıplak kucaklaşan bedenlere dönüşüyor, ta ki büyük, sıcak ve bilinmeyen bir şey çıkagelip Pin’in başucunda duruncaya, onu okşayıncaya ve kendi sıcaklığı içinde tutuncaya kadar: Her şeyin açıklaması bu, unuttuğu mutluluğun çok uzaklarda kalmış bir anısı.
Şimdi, kalçayı andıran pembe dolgun kollarıyla Alman, üzerinde fanila, odada dolaşıyor ve arada bir bölmedeki bir aralıktan Pin’in onu görebileceği bir noktaya geliyor; bir ara Pin, ablasının havada bir daire çizip çarşafın içine giren dizlerini de görüyor. Alman denizci tabancanın bulunduğu kemeri nereye koydu acaba? Pin, şimdi bunu görebilmek için eğilip bükülmek zorunda. İşte, şurada, bir sandalyenin arkalığında tuhaf bir meyve gibi asılı duruyor. Pin: “Keşke bakışım gibi ince bir kolum olsa, aralıktan sokup silahı alsam ve kendime doğru çeksem,” diye geçiriyor içinden. Şimdi Alman çıplak, üzerinde yalnızca fanilası var ve gülüyor; çıplakken hep güler, çünkü onda kızları andıran utangaç bir yan var. Yatağa atlayıp ışığı söndürüyor; Pin, yatak gıcırdamaya başlamadan önce karanlık ve sessizlikte bir süre geçeceğini biliyor.
Şimdi tam zamanı: Pin’in, çıplak ayak, emekleyerek odaya girmesi ve gürültü etmeden sandalyeden kemeri aşağı çekmesi gerek. Bütün bunların amacı, şaka yapmak, sonra da gülüp alay etmek değil; meyhanedeki adamların, gözlerinin akındaki donuk bir ışıltıyla sözünü ettikleri, ciddi ve gizemli bir amaç söz konusu. Gene de, Pin her zaman büyüklerle dost olmayı, büyüklerin hep onunla şakalaşmasını ve ona sırlarını açmasını arzu ederdi. Pin büyükleri seviyor, bütün sırlarını bildiği güçlü ve budala büyükleri kızdırmayı seviyor; Almanı da seviyor ve şimdi yapacağı şey, telafisi imkânsız bir şey olacak; belki de, bundan sonra, artık Almanla şakalaşamayacak; meyhanedeki dostlarıyla ilişkisi de değişecek, kendisini onlara bağlayan bir şeyler olacak, öyle bir şeyler ki, ne alaya alabilecek, ne hakkında açık saçık sözler edebilecek ve onlar her zamanki gibi çatık kaşlarıyla bakıp, alçak sesle, giderek daha tuhaf şeyler isteyecekler ondan. Alman yandaki odada hırıltılı sesler çıkarırken ve ablası sanki koltukaltından gıdıklanmış gibi çığlıklar atarken, Pin yatağına uzanmak, gözleri açık, öylece durup hayale dalmak ve çete üyelerinden çok daha fazla şey bildiği için onu reisliklerine kabul eden çocuk çetelerini, hep birlikte büyüklere meydan okuyup onları dövdüklerini ve olağanüstü şeyler yaptıklarını hayal etmek istiyor – büyükleri de ona hayranlık duymak, reis olarak başlarına geçmesini istemek, onu sevip başını okşamak zorunda bırakacak şeyler. Oysa, o, gece yarısı, tek başına; üstelik, büyüklerin nefretine uygun şekilde hareket etmek, Almanın tabancasını çalmak zorunda: Teneke tabancalar ve tahta kılıçlarla oynayan öteki çocukların yapmadıkları bir şey bu. Pin yarın yanlarına gitse, onlara gerçek, parlak, göreni korkutan ve kendiliğinden ateş etmek üzereymiş gibi duran bir tabancayı yavaş yavaş açığa çıkararak gösterse, ne derlerdi? Belki de korkarlardı, belki Pin de korkardı, tabancayı ceketinin altında sakladığı için; aslında, kırmızı çatpatlarla ateş edilen şu oyuncak tabancalardan biri yeterdi ona, bu tabancayla öyle korkuturdu ki büyükleri, bayılıp yere düşer, ondan af dilerlerdi.
Oysa şimdi Pin, çıplak ayak, odanın eşiğinde emekleyerek ilerliyor, başını perdeden içeri sokup, hemen burnuna çarpan o kadın-erkek kokusunun içine daldı bile. Odadaki mobilyaların gölgelerini, yatağı, sandalyeyi, üçgen tabanlı uzunca bideyi görüyor. İşte şimdi yataktan o karşılıklı iniltiler duyulmaya başlıyor, şimdi çıt çıkarmadan dizleri üzerinde ilerleyebilir. Ama belki de, döşeme gıcırdasa, Alman bunu duyup birden ışığı yaksa, kendisi de çıplak ayak, arkasında ona “domuz!” diye bağıran ablası, kaçsa, hoşuna giderdi Pin’in. Keza, bütün komşular olanları duysa, meyhanede de bundan söz edilse ve o, olanları Şoförle ve Fransıza anlatabilse (bir sürü ayrıntıya girerek; öyle ki, ona sahiden inansınlar ve şöyle desinler: “Yeter. Olmamış işte. Bundan söz etmeyelim artık.”).
Döşeme gerçekten de gıcırdıyor, ama o an pek çok şey gıcırdadığı için, Alman duymuyor. Pin, şimdi kemere dokunabiliyor; eli değince anlıyor: Büyülü değil, somut bir şeymiş kemer ve sandalyenin arkalığından kolaycacık, hatta yere çarpmadan aşağı kayıyor. Şimdi “iş” olup bitti, önceki yapmacık korku gerçek korku halini alıyor. Kemeri bir an önce tabanca kılıfının çevresine sarıp, hepsini, eli ayağı birbirine dolanmadan, kazağının altına gizlemesi; sonra emekleyerek aynı yolu, yavaşça ve dilini dişlerinin arasından çekmeden -çekerse, korkunç bir şeyler olacakmış gibi- geri dönmesi gerek.
Bir kez odadan dışarı çıkınca, yatağına geri dönemeyeceğini, tabancayı pazardan çaldığı elmalar gibi yatağın altına saklayamayacağını fark ediyor. Birazdan Alman kalkacak, tabancasını arayacak ve her şeyin altını üstüne getirecek.
Pin sokağa çıkıyor, tabanca hiç de rahatsız etmiyor onu; giysilerinin içinde böyle gizli durduğunda, öteki nesneler gibi bir nesne ve üzerinde olduğunu unutabilir; Pin, daha çok, bu umursamazlığından hoşlanmıyor ve “keşke tabancayı hatırladığımda, şöyle bir ürpersem” diye geçiriyor içinden. Gerçek bir tabanca. Gerçek bir tabanca. Pin, düşünceyle coşmaya çalışıyor. Gerçek bir tabancası olan kişi her şeyi yapabilir, büyük bir adam gibidir o. Kadınlarla erkekleri ölümle tehdit ederek, onlara istediği her şeyi yaptırabilir.
Pin, şimdi tabancayı kavrayıp hep başkalarına doğrultarak yürüyeceğini, onu kimsenin elinden alamayacağını ve herkesin tabancadan korkacağını düşünüyor. Oysa, tabancayı hep dolaşık kemere sarılı halde kazağının altında tutuyor ve bir türlü ellemeye karar veremiyor, neredeyse aradığında silahın yerinde olmamasını, gövdesinin ısısı içinde buharlaşıp yok olmasını umuyor.
Tabancayı gözden geçireceği yer, saklambaç oynamak için gittikleri, eğik bir sokak lambasından cılız bir ışığın ulaştığı bir merdiven altı. Pin kemeri çözüp kılıfı açıyor ve bir kediyi ensesinden çekiyormuş gibi bir hareketle tabancayı çıkarıyor: Gerçekten de kocaman, ürkütücü bir silah; cesaret edip oynayabilse, savaş topuyla oynuyormuş gibi yapardı Pin. Ama tabancayı bir bombaymış gibi evirip çeviriyor: Emniyet mandalı, neresinde acaba emniyet mandalı?
Sonunda silahı eline almaya karar veriyor, ama kabzayı sıkı sıkı tutarak, parmaklarını tetiğe değdirmemeye özen gösteriyor; meğer böyle de silahı iyice kavrayabiliyor, istediği kişiye doğrultabiliyormuş insan. Pin, tabancayı önce oluk borusuna, tam sacın üzerine, sonra bir parmağa, kendi parmağına doğrultuyor ve başını geriye çekip, vahşi bir ifade takınarak yılan gibi tıslıyor: “Ya paranı, ya canını!” Sonra, eski bir ayakkabı bulup eski ayakkabıya, ayakkabının topuğuna, sonra içine nişan alıyor, sonra silahın namlusunu ayakkabının üzerindeki dikişlerin üzerinden geçiriyor. Çok eğlenceli bir şey: Bir ayakkabı, özellikle onun gibi bir kunduracı çırağı için öylesine bildik bir nesne ile bir tabanca, öylesine gizemli, neredeyse gerçekdışı bir nesne; bu ikisini buluşturarak hiç düşünülmemiş şeyler yapabilir insan, harika öyküler anlattırabilir onlara.
Ama belli bir noktada, Pin daha fazla dayanamayıp şeytana uyuyor ve tabancayı şakağına doğrultuyor: Baş döndürücü bir şey. Tenine değdirinceye ve demirin soğukluğunu hissedinceye kadar yaklaştırıyor silahı. Şimdi parmağını tetiğe koyabilir. Yo, en iyisi, namlunun ağzını canını acıtacak kadar şakağına bastırmak ve atışların doğduğu içi boş demir çemberini hissetmek Silahı birden şakağından çekince, belki de havanın emişiyle silah patlayıp bir el ateş edecek: Hayır, patlamıyor. Şimdi namluyu ağzına koyup diliyle tadını duyumsayabilir. Sonra, en korkuncu: Silahı gözüne yaklaştırıp içine, bir kuyu gibi dipsiz görünen karanlık namluya bakmak. Bir keresinde Pin, av tüfeğiyle bir gözünden kendini vuran bir çocuğu, hastaneye götürülürken görmüştü: Yüzünün yarısında büyük bir kan pıhtısı vardı, öteki yarısının tamamı barutun siyah noktacıklarıyla kaplıydı.
Artık Pin gerçek tabancayla oynadı, yeterince oynadı; silahı, ondan istemiş olan o adamlara verebilir, vermek için can atıyor. Tabanca elinden çıktıktan sonra, onu çalmamış gibi olacak ve Alman ona karşı öfkesinden kuduracak, o da Almanla gene alay edebilecek.
İçinden önce koşarak meyhaneye girmek ve oradaki adamlara: “Silah bende, silah bende!” demek geçiyor; herkes şaşıracak: “Yoo, olamaz!” diye bağıracaklar. Sonra, onlara: “Tahmin edin bakalım, size ne getirdim?” diye sormak ve sorusunu yanıtlamadan önce onları biraz bekletip sabırsızlandırmak, daha esprili olacakmış gibi geliyor ona. Ama hiç kuşku yok ki akıllarına hemen tabanca gelecektir, öyleyse derhal konuya girmek ve onlara olanları on farklı biçimde anlatmaya koyulmak, işlerin ters gittiği havasını yaratmak ve iyice kaygılanıp çaresiz düştükleri anda tabancayı tezgâhın üzerine koyup: “Bakın, ne buldum cebimde,” demek ve öylece durup suratlarının aldığı ifadeyi görmek daha iyi olacak.
Pin, parmaklarının ucuna basarak, sessizce giriyor meyhaneye; adamlar hep bir masanın çevresinde, sanki oraya kök salmış gibi görünen dirsekleriyle, gevezelik ediyorlar. Yalnızca şu meçhul kişi yok aralarında ve oturduğu iskemle boş. Pin arkalarında duruyor, ama adamlar Pin’i fark etmediler. Birden onu görüp irkilsinler, onu soru yağmuruna tutsunlar diye bekliyor. Ama kimse dönüp bakmıyor. Pin bir iskemleyi hareket ettiriyor. Giraffa, şöyle bir dönüp onu süzüyor; sonra alçak sesle konuşmaya devam ediyor.
“Yakışıklı baylar,” diyor Pin.
Ona bir bakış atıyorlar.
“Çirkin suratlı,” diyor ona Giraffa, dostça.
Kimse başka bir şey söylemiyor.
“Öyleyse,” diyor Pin.
“Öyleyse,” diyor Şoför Gian, “dök bakalım eteğindeki taşları.”
Pin’in sevinci kursağında kalıyor.
“Demek,” diyor Fransız, “moralin bozuk, öyle mi? Haydi, bize bir şarkı söyle, Pin.”
“Belli ki,” diye düşünüyor Pin, “umursamazı oynuyorlar,
ama aslında meraklarından çatlıyorlar.”
“Peki,” diyor Pin. Ama şarkıya başlamıyor, ağlamaktan korktuğu zamanlardaki gibi boğazı yapış yapış, kupkuru.
“Peki,” diye yineliyor Pin. “Hangi şarkıyı söylememi istersiniz?”
“Hangi şarkıyı?” diyor Miscel.
“Amma sıkıcı bir akşam,” diyor Giraffa, “eve gitsem de, bir güzel uyusam.”
Pin oyuna daha fazla katlanamıyor. “O adam nerede?” diye soruyor.
“Kim?”
“Daha önce şurada oturan adam.”
“Ha,” diyor ötekiler ve başlarını sallıyorlar. Sonra yeniden aralarında gevezelik etmeye koyuluyorlar.
“Ben,” diyor Fransız ötekilere, “o komitedekiler için kendimi çok fazla riske atmayı düşünmüyorum. Onlar görünüşü kurtarsınlar diye ortaya atılmak gelmiyor içimden.”
“Doğru,” diyor Şoför Gian. “Ne yapmıştık biz? ‘Bakarız’ demiştik. Bu arada, herhangi bir taahhüte girmeden onlarla bağlantımızın olması iyi olur, zaman kazanırız. Kaldı ki, cephede birlikte savaştığımızdan beri benim Almanlarla görülecek bir hesabım var ve savaşmam gerekiyorsa, seve seve savaşırım.”
“İyi de,” diyor Miscel, “Unutma ki, Almanlarla şaka olmaz ve işin nereye varacağını bilemezsin. Komite, bir Gap oluşturmamızı istiyor; pekâlâ, Gap’ı kendi hesabımıza kuralım.”
“Bu arada,” diyor Giraffa, “onlara yanlarında olduğumuzu gösterelim ve silahlanalım. Bir kez silahlandıktan sonra… ”
Pin silahlı; ceketinin altındaki tabancayı hissediyor ve elini üzerine koyuyor, sanki tabancayı ondan almak istiyorlarmış gibi.
“Silahınız var mı sizin?” diye soruyor.
“Sen orasını boşver,” diyor Giraffa. “Sen, Almanın tabancasını düşün, tamam mı?”
Pin kulaklarını dikiyor; şimdi söyleyecek: “Tahmin edin, bakalım,” diyecek.
“Tabancayı gördüğünde, bir an bile gözünü ondan ayırma… ”
İşler Pin’in istediği gibi gitmiyor, niçin şimdi bu kadar az önem veriyorlar tabancaya? Keşke henüz tabancayı almamış olsa, keşke geri gidip Almanın silahını eski yerine koysa.
“Bir tabanca için,” diyor Miscel, “riske girmeye değmez. Kaldı ki, eski bir model: Ağır, tutukluk yapıyor.”
“Bu arada,” diyor Giraffa, “komiteye bir şeyler yaptığımızı göstermemiz gerek, bu önemli.” Ve alçak sesle konuşmaya devam ediyorlar.
Pin artık hiçbir şey duymuyor; artık tabancayı onlara vermeyeceğinden emin, gözleri dolu dolu oluyor ve öfkesinden dişetleri zonkluyor. Büyükler, ne idüğü belirsiz ve hain bir takım, oyunlarda çocuklara özgü o korkunç ciddilik yok onlarda, gene de onların da oyunları, giderek ciddileşen oyunları var: Bir oyun içinde başka bir oyun, hangisinin gerçek oyun olduğunu asla anlayamıyor insan. Başta meçhul adamla Almana karşı oynuyor gibiydiler, şimdi tek başlarına meçhul adama karşı oynuyor gibiler, dediklerine asla güvenemez insan.
“İyi, haydi bir şarkı söyle bize, Pin,” diyorlar şimdi, sanki hiçbir şey olmamış gibi, sanki onunla aralarında son derece ciddi bir anlaşma, gizemli bir sözcüğün -Gap- kutsallık kazandırdığı bir anlaşma yokmuş gibi.
“Peki,” diyor Pin, benzi atmış bir halde, dudakları titreyerek. Şarkı söyleyemeyeceğini biliyor. Ağlamak geliyor içinden, onun yerine kulakları sağır edecek bir sesle bağırıp ardından küfürleri sıralamaya başlıyor: “Piç kuruları, uyuz kancığın, pis malağın, iğrenç orospunun çocukları!”
Ötekiler neye kızdığını anlamak için öylece durup bakıyorlar, ama Pin çoktan meyhaneden kaçıp gitti.
Dışarıda, önce şu adamı, “komite” dedikleri kişiyi arayıp tabancayı ona vermek geçiyor içinden; her ne kadar daha önce, öyle sessiz ve ciddi duruşuyla Pin’de güvensizlik yaratmış olsa da, şimdi saygı duyduğu tek kişi o. Şimdi onu anlayabilecek, yaptığı hareketten ötürü ona hayranlık duyabilecek, belki de onu Almanlara karşı savaşmak için yanına alabilecek tek kişi o: Yalnızca ikisi, tabancalarını kuşanıp köşe başlarında pusuya yatacaklar. Ama kim bilir Komite nerededir şimdi; uluorta sormak imkânsız, kimse daha önce görmemişti onu.
Tabanca Pin’de kalıyor: Kimseye vermeyecek ve kimseye tabancasının olduğunu söylemeyecek Yalnızca korkunç bir gücünün olduğunu belli edecek ve herkes ona itaat edecek. Gerçek bir tabancası olan kişi, olağanüstü oyunlar, hiçbir çocuğun asla yapmadığı oyunlar oynayabilir, ama Pin oyun oynamasını bilmeyen, ne büyüklerin, ne çocukların oyunlarına katılabilen bir çocuk. Şimdi de, herkesten uzak bir yere gidip tabancasıyla tek başına oynayacak, başka kimsenin bilmediği ve başka kimsenin asla bilemeyeceği oyunlar oynayacak.
Hava karardı; Pin sırt sırta vermiş eski evleri arkasında bırakıp, bostanlarla çöp dolu bayırlar arasında uzanan küçük yollarda yürüyor. Karanlıkta, fidanlıkları çevreleyen demir çitler, Ay’ı andıran kül rengi toprak üzerine bir gölgeler ağı düşürüyor; şimdi kümeslerdeki tüneklerinde tavuklar sıralı bir halde uyuyorlar ve kurbağaların hepsi sudan dışarı çıkmış, kaynağından ağzına bütün nehir boyunca koro halindeler. Bir kurbağaya ateş etse, ne olur acaba? Belki de geriye, bir taşın üzerinde ezilmiş, sıvışık, yeşil bir şey kalır yalnızca.
Pin, nehrin çevresindeki dolambaçlı patikalarda, kimsenin ekim yapmadığı sarp bayırlarda dolaşıyor. Yalnızca onun bildiği ve öteki çocukların bilmek için can atacakları yollar var. Örümceklerin yuva yaptıkları bir yer var, yalnızca Pin biliyor; bütün vadide, belki de bütün bölgede bilen tek kişi o; Pin’in dışında başka hiçbir çocuğun yuva yapan örümceklerden haberi yok.
Belki bir gün Pin, kendisini anlayan ve anlayabileceği bir arkadaş, gerçek bir dost bulacak kendine, işte o zaman ona, bir tek ona örümceklerin yuva yaptığı yeri gösterecek. Nehre inen taşlı bir patika, bir yanı toprak, bir yanı otlarla kaplı. Orada, otların arasında, örümcekler yuvalar, kenarlarını kuru otla kapladıkları tüneller yapıyorlar; ama asıl olağanüstü şey, yuvaların gene kuru otla yapılmış küçük bir kapılarının olması: Açılıp kapanabilen küçük, yuvarlak bir kapı.
Birilerini iyice kızdırdığı ve gül gül derken yüreği kapkara bir hüzünle dolduğu zamanlarda, Pin nehir kıyısındaki yollarda yapayalnız dolaşıp örümceklerin yuva yaptıkları yeri arar. Uzun bir sopayla yuvanın dibine ulaşıp örümceği şişleyebilir insan, yaşlı sofu kadınların yaz giysilerindeki gibi küçük gri desenleri olan siyah küçük bir örümceği.
Pin kendini eğlendiriyor: Yuvaların kapılarını bozup şişlediği örümcekleri sopalara dizerek, ayrıca cırcırböceklerini yakalayıp atı andıran anlamsız yeşil yüzlerine yakından bakarak, sonra onları parçalayıp düz bir taşın üzerinde ayaklarıyla tuhaf mozaikler oluşturarak.
Pin, hayvanlara karşı acımasız; insanlar gibi tuhaf ve anlaşılmaz buluyor onları. Küçük bir hayvan olmak, çirkin bir şey olmalı: Yani, yeşil olmak, damla damla dışkılamak ve kendisi gibi kırmızı-siyah çillerle kaplı kocaman bir yüzü, cırcırböceklerini parçalayabilecek parmakları olan birisi çıkagelir diye hep korkmak.
Şimdi Pin örümcekyuvaları arasında yalnız ve çevresindeki gece, kurbağalar korosu gibi sonsuz. Yalnız, ama yanında tabancası var ve şimdi tabanca kılıfı takılı kemeri tıpkı Almanın yaptığı gibi kalçasına oturtuyor; ne var ki, Alman öyle şişman ki, Pin filmlerde gördüğümüz savaşçıların omuz kayışları gibi boynuna asabilir kemeri. Şimdi tabancayı bir kılıcı kınından çeker gibi gösterişli bir hareketle çekip çocukların korsancılık oynarken yaptıkları gibi: “İleri, yiğitlerim!” diyebilir. Ama o veletler bu tür şeyleri söylemekten ve yapmaktan ne zevk alırlar bilinmez. Pin, namlusunu doğrulttuğu tabancayla zeytin ağaçlarının gölgelerine nişan alıp otların üzerinde birkaç kez sıçradıktan sonra, şimdiden sıkıldı ve silahı ne yapacağını bilemiyor artık.
O sırada yeraltındaki örümcekler solucanları kemiriyor ya da erkek örümceklerle dişileri salyalarıyla iplikler örerek çiftleşiyorlar: İnsanlar gibi iğrenç yaratıklar onlar da ve Pin örümcekleri öldürme arzusuyla tabancanın namlusunu yuvanın ağzına sokuyor. Silah patlasa ne olurdu acaba? Evler uzakta; kimse patlama sesinin nereden geldiğini anlamazdı. Kaldı ki, Almanlar ve faşist kolluk güçleri, geceleri, sokağa çıkma yasağı sırasında dışarıda dolaşanların üzerine ateş ediyorlar.
Pin’in parmağı tetikte, tabancanın namlusunu bir örümcek yuvasına çevirmiş; tetiğe basma arzusuna karşı koymak zor, ama elbette tabancanın emniyeti açık değil ve Pin nasıl açılacağını bilmiyor.
Birden tabanca öyle beklenmedik biçimde ateş alıyor ki, Pin tetiğe bastığın bile fark etmiyor: Silah elinde geri tepiyor, her yanı toza toprağa bulanmış tabancanın ağzından duman tütüyor. Tünel şeklindeki yuva çöktü, küçük bir toprak parçası yuvanın üzerine kayıyor, çevresindeki otlar patlamanın etkisiyle alazlanmış.
Pin önce korkuya kapılıyor, sonra büyük bir sevinç kaplıyor içini: Her şey nasıl da güzel oldu ve barutun kokusu ne de hoş! Ama onu asıl korkutan şey, kurbağaların birden susması ve sanki o atış bütün toprağı öldürmüş gibi artık hiçbir şeyin duyulmaması. Sonra çok uzaktaki bir kurbağa ve daha yakındaki öteki kurbağalar, yeniden vıraklamaya başlıyorlar, sonunda hepsi toplu halde bir vıraklamadır tutturuyor, Pin’e daha güçlü, öncekinden çok daha güçlü bağırıyorlarmış gibi geliyor. Evlerden bir köpek havlıyor ve pencerenin tekinden bir kadın bağırmaya başlıyor. Pin artık ateş etmeyecek, çünkü bu sessizlik ve bu gürültüler onu korkutuyor. Ama bir başka gece buraya geri gelecek ve onu korkutacak hiçbir şey olmayacak, işte o zaman, o saatte kümeslerin çevresinde dolanan yarasalarla kedilere bile ateş edecek, tabancadaki mermiler boşalıncaya kadar.
Şimdi tabancayı saklayacağı bir yer bulması gerek: Bir zeytin ağacının kovuğu olabilir mesela. Ya da daha iyisi, tabancayı gömmek; daha da iyisi, örümcek yuvalarının bulunduğu otlarla kaplı kıyıda bir oyuk kazıp her şeyi toprak ve otlarla örtmek Pin, sık örümcek dehlizleriyle delik deşik bir noktasından toprağı tırnaklarıyla kazıyor, kemerinden çıkardığı tabancayı kılıfıyla birlikte kazdığı oyuğun içine koyuyor ve her şeyi toprak ve otlarla ve örümceklerin ağızlarıyla çiğneyip yuva çeperlerine bıraktıkları ot parçalarıyla örtüyor. Sonra üzerine yeri bir tek kendisinin tanıyabileceği şekilde taşlar yerleştirip, elindeki kemerle çalılıkları kırbaçlayarak uzaklaşıyor. Dönüşte, nehrin kıyısından yukarıya uzanan küçük su kanalları boyunca yürümesi gerekiyor; kanalların yanında, yürümek için dar bir çizgi halinde dizilmiş taşlar var.
Pin yolda yürürken, kemerin ucunu kanaldaki suyun içinden sürüklüyor ve giderek artıyormuş gibi görünen kurbağa vıraklamasını duymamak için ıslık çalıyor.
Sonra, bostanlar, çöpler ve evler beliriyor; oraya vardığında, konuşanların seslerini işitiyor Pin: İtalyanca değil bu sesler. Sokağa çıkma yasağı var, ama o gene de, çocuk olduğu ve devriyeler ona ses çıkarmadığı için geceleri sık sık dolaşıyor. Ama Pin bu kez korkuyor, çünkü Almanlar kimin ateş ettiğini öğrenmek için orada olabilirler. Ona doğru geliyorlar, Pin kaçmak istiyor, ama onlar çoktan Pin’e bağırarak bir şeyler söylüyor, yanında bitiveriyorlar. Pin, bir kırbaç gibi tuttuğu kemerle savunma konumuna geçiyor. Ama Almanlar zaten kemere bakıyor, onu istiyorlar ve birden Pin’i ensesinden tutup götürüyorlar. Pin bir sürü şey söylüyor: Yalvarmalar, yakınmalar, hakaretler… Ama Almanlar hiçbir şey anlamıyorlar; zabıtalardan daha kötü, çok daha kötüler.
Sokakta silahlı Alman ve faşist devriyeleri, ele geçirilip tutuklanmış kişiler -bu arada Fransız Miscel- bile var. Pin, sokaktaki yokuşu çıkarken, aralarından geçmek zorunda kalıyor. Karartma nedeniyle her yer karanlık; ışıklı tek nokta, basamakların tepesinde bir sokak lambasının aydınlattığı yer.
Pin, sokak lambasının ışığında, sokağın dibinde, bir parmağım ona doğrultmuş ablak yüzlü, öfkeden kudurmuş denizciyi görüyor.

3
Almanlar, belediye zabıtasından daha kötü. Pin, hiç olmazsa zabıtayla şakalaşabiliyor, onlara: “Beni serbest bırakırsanız, ablamla bedava yatmanızı sağlarım,” diyebiliyordu.
Oysa Almanlar söyleneni anlamıyorlar, faşistler ise meçhul kişiler, Pin’in ablasının kim olduğunu bile bilmeyen kişiler. İki grup da bir tuhaf: Almanlar ne kadar al yüzlü, iriyarı, tüysüz iseler, faşistler de o kadar kara kuru, sıskalar, maviye çalan bir yüzleri ve fareyi andıran bıyıkları var.
Ertesi sabah, Alman karargâhında sorgulanan ilk kişi Pin. Karşısında çocuk yüzlü bir Alman subayı ile keçi sakallı faşist bir tercüman var. Sonra, bir köşede, denizci ile onun yanında oturan Pin’in ablası. Hepsinin canı sıkkın görünüyor; belli ki, denizci, herhalde göz göre göre tabancasını çaldırmakla suçlamasınlar diye, çalınan tabanca hakkında dört başı mamur bir hikâye uydurmuş ve pek çok yalan söylemiş olmalı.
Kemer subayın masasında duruyor ve Pin’e yönelttiği ilk soru şu: “Elinde ne arıyordu bu?” Pin yarı uykulu; geceyi bir koridorun döşemesine uzanarak geçirdiler, Fransız Miscel yanına oturmuş, Pin ne zaman dalar gibi olsa, ona canını acıtacak kadar güçlü bir dirsek atarak: “Konuşursan, seni gebertiriz,” diye fısıldamıştı.
Ve Pin karşılık vermişti: “Geber!”
“Dayak atsalar bile, anladın mı, hakkımızda tek söz etmeyeceksin.”
Ve Pin karşılık vermişti: “Ölesice!”
“Ötekilerle aramızda anlaştık: Eve döndüğümü görmezlerse, seni gebertecekler.”
Ve Pin karşılık vermişti: “Dertlere gelesice!” Miscel, savaştan önce Fransa’da otellerde çalışmış, arada bir “makarnacı” ya da “pis faşist” deseler de, iyi kötü idare etmişti; sonra, ’40’ta toplama kampı serüveni başlamış ve ondan sonra her şey ters gitmişti: İşsizlik, ülkesine dönüş, yasadışı bir yaşam.
Bir süre sonra nöbetçiler Pin’le Fransız arasındaki bu konuşmayı fark etmiş ve çocuğu alıp götürmüşlerdi, çünkü baş sanık oydu ve kimseyle konuşmaması gerekiyordu. Pin’i bir türlü uyku tutmamıştı; alıştığı için, dayak yemekten pek o kadar korkmuyordu, ama sorgulama sırasında nasıl bir tutum takınacağına karar verememek onu kahrediyordu: Bir yandan, Miscel’den ve bütün ötekilerden intikam almak ve hemen Alman komutanlara tabancayı meyhanedeki adamlara verdiğini, Gap’ın da orada olduğunu söylemek istiyordu; ama öte yandan, adam gammazlamak, tıpkı tabanca çalmak gibi telafisi imkânsız bir eylemdi, meyhanede artık kendine içki ısmarlatamayacağı, şarkı söyleyemeyeceği ve edepsiz konuşmalara kulak veremeyeceği anlamına geliyordu. Hem sonra, o hep öylesine dertli ve hoşnutsuz Komite’yi işin içine sokması gerekecek, bu da Pin’i üzecekti, çünkü ötekilerin içinde Komite yegâne iyi kişiydi. Pin, şimdi, üzerinde yağmurluğu Komite’nin çıkagelmesini, sorgulama odasına girip: “Tabancayı almasını ben söyledim ona,” demesini çok isterdi. Ona yaraşan, güzel bir hareket olurdu bu ve başına hiçbir şey gelmezdi, çünkü tam SS’ler onu içeri atacakları sırada, sinemadaki gibi “Bizimkiler geliyor!” sözü işitilir ve Komite’nin adamları herkesi kurtarmak için koşarak içeri girerlerdi.
“Buldum,” karşılığını veriyor Pin, ona kemeri soran Alman subayına. Bunun üzerine subay kemeri kaldırıp olanca gücüyle Pin’in yanağına indiriveriyor. Pin sendeleyip yere düşüyor, bütün çillerine bir sürü iğne batırılmış gibi hissediyor kendisini ve şimdiden şişen yanağından aşağı kanın süzülerek aktığını fark ediyor.
Ablası bir çığlık atıyor. Pin, kaç kez ablasının elinden neredeyse şimdiki kadar sert dayaklar yediğini ve “pek de içliyimdir”i oynayan yalancının teki olduğunu düşünmeden edemiyor. Faşist tercüman, ablasını odadan çıkarıyor; denizci, Pin’i göstererek Almanca çetrefil bir konuşmaya başlıyor, ama subay onu susturuyor. Pin’e soruyorlar: “Hâlâ doğruyu söylemeyecek misin? Tabancayı çalman için kim gönderdi seni?”
“Tabancayı bir kediye ateş edip sonra geri vermek için aldım,” diyor Pin, ama masum bir yüz takınamıyor, her yeri şişmiş gibi hissediyor kendisini ve uzaktan uzağa bir okşanma özlemi duyuyor.
Öteki yanağına bir kırbaç darbesi daha iniyor, ama bu kez daha az şiddetli. Ne var ki, belediye zabıtasına uyguladığı taktiği anımsayan Pin, daha kemer yanağına değmeden, canhıraş bir çığlık atıyor, bir daha da susmuyor. Pin’in avaz avaz bağırıp zırlayarak odada tepindiği bir sahne başlıyor; Almanlar onu yakalamak ya da kırbaçlamak için peşinden koşuyorlar, o bağırıyor, viyaklıyor, hakaret ediyor, sordukları sorulara giderek daha ipe sapa gelmez karşılıklar veriyor.
“Tabancayı nereye koydun?”
Şimdi Pin doğruyu söylese de olur: “Örümcek yuvalarının oraya.”
“Neredeymiş bu yuvalar?”
Pin aslında bu adamlarla dost olmayı yeğlerdi; belediye zabıtası da hep onu pataklar, sonra da ablası üzerine şakalaşmaya koyulur. Anlaşabilseler, onlara örümceklerin nerede yuva yaptığını açıklamak güzel olurdu, ilgilenip onunla gelirler, onlara bütün yuvaları gösterirdi. Sonra birlikte meyhaneden şarap alır, hep birlikte ablasının odasına gider, içki içip sigara tüttürür ve ablasının dans edişini izlerlerdi. Ama Almanlarla faşistler, tüysüz ya da mavimtırak suratlı tiplerdir, onlarla anlaşamazsın. Pin’i dövmeye devam ediyorlar; Pin onlara örümceklerin nerede yuva yaptıklarını asla söylemeyecek, ne yani, arkadaşlarına bile söylememişken, onlara mı söyleyecekti bir de!
Aksine, yeni doğan bebekler gibi avaz avaz, abartılı, kesintisiz ağlıyor, Alman karargâhının her yanından duyulan çığlıklar, küfürler ve tepinmeler karışıyor gözyaşlarına. Miscel’i, Giraffa’yı, Şoför’ü ele vermeyecek: Onlar, gerçek arkadaşları Pin’in. “Şimdi Pin, şu piç kurusu takımının düşmanı oldukları için büyük bir hayranlık duyuyor onlara. Miscel, Pin’in onu ele vermeyeceğinden emin olabilir, bulunduğu yerden elbette çığlıklarını duyuyor ve şöyle diyordur: “Pin, demir gibi sağlam bir çocuk, direniyor, konuşmuyor.”
Gerçekten de, Pin’in yarattığı patırtı her yerden duyuluyor, öteki ofislerdeki subayların canı sıkılmaya başlıyor, Alman karargâhında izinler ve mal alımları için sürekli olarak birileri gelip gidiyor, çocukları bile dövdüklerini işitmeleri iyi olmaz.
Çocuk yüzlü subaya sorgulamayı bitirmesi emri geliyor; başka bir gün, başka bir yerde sürdürecekmiş. Ama şimdi Pin’i susturmak bir sorun. Ona her şeyin bittiğini açıklamak istiyorlar, ama Pin çığlıklarıyla onların sesini bastırıyor. Birçoğu birlikte onu sakinleştirmek için yanına yaklaşıyorlar, ama Pin ellerinden kurtulup kaçıyor ve zırlamalarını iki katına çıkarıyor. Onu avutması için ablasın içeri alıyorlar, ama Pin ablasının üzerine atlayıp ısırmaya yelteniyor. Bir süre sonra, Pin’i yatıştırmaya çalışan bir faşist askerler ve Almanlar topluluğu sarıyor Pin’in çevresini: Kimi saçını okşuyor, kimi gözyaşlarını silmeye çalışıyor.
Sonunda, bitkin düşen Pin sakinleşiyor, artık bağıracak sesi kalmadı, hızlı hızlı soluk alıp veriyor. Şimdi faşist bir asker onu nezarete götürecek ve ertesi gün yeniden sorgulanması için geri getirecek.
Pin, peşinden gelen silahlı erle ofisten çıkıyor; kirpi gibi saçlarının altında yüzü iyice küçülmüş, gözleri ağlamaktan büzülmüş ve çilleri gözyaşıyla yıkanmış.
Kapıda Fransız Miscel’e rastlıyorlar: Özgür, dışarı çıkıyor.
“Merhaba, Pin,” diyor, “eve gidiyorum. Yarın göreve başlayacağım.”
Pin ağlamaktan küçülmüş, kızarmış gözleriyle, ağzı açık, onu süzüyor.
“Evet. Kara Tugay’a[5] katılmak için başvurdum. Bana avantajlarını, verdikleri maaşı açıkladılar. Hem, biliyorsun, aramalar sırasında evlerde dolaşıp istediğin şeye el koyabiliyorsun. Yarın üniformamla silahlarımı verecekler. Kendine iyi bak, Pin.”
Pin’i nezarete götüren askerin başında kırmızı şerit işli siyah bir bere var. Boyundan büyük bir tüfek taşıyan kısacık bir delikanlı. Mavimtırak suratlı faşistler takımından değil.
Beş dakikadır yürüyorlar ve henüz ikisi de ağzını açmadı.
“İstersen seni de Kara Tugay’a sokarlar,” diyor asker Pin’e.
“İstersem, malak haminnene koyarım,” diye karşılık veriyor Pin istifini bozmadan. Asker, hakarete uğramış adamı oynamaya çalışıyor:
“Kardeşim, sen karşında kim var sanıyorsun? Kardeşim, kimden öğrendin bunları?” diyor ve duruyor.
“Hadi, beni kodese götür, sallanma,” diyerek kolundan çekiyor Pin.
“Ne sanıyorsun, kodeste sakin sakin oturacağın mı? İkide bir sorgulamaya götürecekler, dayaktan her yanın şişecek. Dayak yemekten hoşlanır mısın?”
“Ya sen? Hay seni…” diyor Pin.
“Ben seni…” diyor asker.
“Seni de, babanı da, dedeni de…” diyor Pin.
Asker biraz mankafa, her defasında sözün altında kalıyor.
“Seni dövmelerini istemiyorsan, Kara Tugay’a gir.”
“Peki, sonra?” diyor Pin.
“Sonra, aramalara katılırsın.”
“Sen aramalara katılıyor musun?”
“Hayır. Ben karargâhta emir eriyim.”
“Hadi, canım. Kim bilir kaç isyancıyı öldürdün, ama anlatmak istemiyorsun.”
“Yemin ederim. Hiç aramaya katılmadım.”
“Katıldıklarını saymazsak eğer.”
“Beni yakaladıkları arama hariç.”
“Seni de aramalar sırasında mı yakaladılar?”
“Evet, güzel bir aramaydı, dört dörtlük bir arama. Tam bir temizlik. Beni de yakaladılar. Bir kümese saklanmıştım. Gerçekten güzel bir aramaydı.”
Pin’in Miscel’e bozulmasının nedeni, çirkin bir eylem yaptığını, bir hain olduğunu düşünmesi değil. Sadece her defasında yanılmak ve büyüklerin yaptıklarını asla öngörememek sinirlendiriyor onu. Pin, karşısındakinin belli bir biçimde düşünmesini bekliyor, oysa o kişi başka bir biçimde düşünüyor, asla öngörülemeyecek değişikliklerle.
Sonuçta, Kara Tugay’da olmak, kurukafaları[6] ve hafif makineli tüfekleri kuşanıp dolaşmak, insanları korkutmak ve büyüklerin arasında onlardan biri gibi, onları öteki insanlardan ayıran nefret engeliyle onlara bağlı durmak, Pin’in de hoşuna giderdi. Belki de, etraflıca düşününce, Kara Tugay’a girmeye karar verecek: Hiç olmazsa tabancayı geri alabilir, belki de “al, sende kalsın” derler ve silahı açıkça üniformasının üzerinde taşıyabilir; belki de Alman subayı ve faşist astsubayı ikide bir kızdırıp onlardan intikamını alabilir, attığı kahkahalarla bütün gözyaşlarının ve bağırışlarının bedelini ödetebilir onlara.
Bir Kara Tugay şarkısı vardır, şöyle der: Ve Mussolini’nin düzenbazları derler bize… Sonra, açık saçık sözlerle sürer şarkı. Kara Tugaylar, “Mussolini’nin düzenbazları” oldukları için, yollarda açık saçık şarkılar söyleyebiliyorlar, bu da harika bir şey. Ama emir eri aptalın teki ve Pin’in sinirine dokunuyor, bu yüzden söylediği her şeye kaba bir karşılık veriyor.
Hapishane, el koyulmuş büyük bir İngiliz villası, çünkü Almanlar limanın kıyısındaki eski kaleyi uçaksavar üssü olarak kullanıyorlar. Arokarya ağaçlarıyla kaplı bir ormanın ortasında tuhaf bir villa; birçok kulesi, terası, rüzgârda dönen baca külahı ve hem eskiden beri var olan, hem sonradan eklenen parmaklıklarıyla, belki daha önce de hapishane izlenimini uyandırıyordu.
Şimdi odalar hücrelere dönüştürülmüş: Tahta ve muşamba” döşemesiyle, büyük gömme mermer şömineleriyle, paçavralar tıkalı lavabo ve bideleriyle tuhaf hücreler. Kulelerde silahlı nöbetçiler var; teraslarda ise, tutuklular yemek için kuyruğa giriyor, sonra da volta atmak için sağa sola dağılıyorlar.
Pin yemek saatinde ulaşıyor oraya ve birden çok aç olduğunu hatırlıyor. Ona da bir tas verip kuyruğa sokuyorlar.
Tutuklular arasında birçok asker kaçağı var, birçoğu da savaş dönemine özgü gıda kısıtlamalarına uymayanlar, kaçak kasaplar ve yasadışı benzin ve sterlin ticareti yapanlar. Artık kimse hırsızların peşine düşmediği için, adi suçlular azınlıkta kalmış: Buradakiler, eskiden hüküm giymiş, yaşları geçtiği için askerliğe başvurup cezalarını sildirememiş kişiler. Siyasi tutuklular, yüzlerindeki morluklardan, sorgulamayı yürütenlerce kırılan kemikleriyle yürüyüş tarzlarından belli oluyor.
Pin de bir “siyasi tutuklu,” hemen anlaşılıyor bu. Çorbasını içtiği sırada yanına iriyarı, şişman bir çocuk yaklaşıyor: Yüzü Pin’inkinden daha şiş ve mor, siperlikli beresinin altındaki saçları da sıfıra vurulmuş.
“İyi pataklamışlar seni, yoldaş,” diyor.
Pin çocuğa bakıyor, henüz ona nasıl davranması gerektiğini bilmiyor.
“Ne yani, seni pataklamadılar mı?” diyor.
Kafası kazılı çocuk: “Beni her gün sorgulamaya götürüp öküz sinirinden yapılmış kırbaçla dövüyorlar,” diyor.
Onu özel olarak onurlandırıyorlarmış gibi, kasıla kasıla söylüyor bunu.
“Çorbamı istersen, alabilirsin,” diyor Pin’e. “Boğazıma kan dolduğu için, ben içemiyorum.”
Ve yere kırmızı bir köpük tükürüyor. Pin ilgiyle ona bakıyor; kan tükürmeyi başaranlara karşı her zaman tuhaf bir hayranlık duymuş, veremliler gibi kan tükürenlerden hoşlanmıştır.
“Demek, sen de veremlisin,” diyor kafası kazılı çocuğa.
“Belki de onlar yüzünden verem oldum,” diyor kafası kazılı çocuk böbürlenerek. Pin ona hayranlık duyuyor, belki de gerçek birer dost olurlar. Üstelik, Pin’e kendi çorbasını verdi; Pin çok memnun oluyor buna, çünkü karnı aç.
“Böyle devam ederse,” diyor kafası kazılı çocuk, “bütün hayatımı mahvedecekler.”
“Öyleyse, niçin Kara Tugay’a yazılmıyorsun?” diyor Pin.
Bunun üzerine, kafası kazılı çocuk doğrulup şiş gözlerini Pin’in yüzüne dikiyor: “Baksana, benim kim olduğumu biliyor musun sen?”
“Hayır, kimsin?” diyor Pin.
“Kızıl Kurt’tan söz edildiğini duymadın mı hiç?”
Kızıl Kurt! Ondan söz edildiğini duymayan mı var? Ne zaman faşistlere bir darbe vurulsa, karargâhlardan birinde bir bomba patlasa, bir ajan ortadan yok olsa ve akıbetinin ne olduğu bilinmese, insanlar alçak sesle bir adı söylerler: Kızıl Kurt Pin, Kızıl Kurt’un on altı yaşında olduğunu ve daha önce Todt’da[7] işçi olarak çalıştığını da biliyor. Askerlikten muaf tutulmak için Todt’da çalışan öteki çocuklar Pin’e ondan söz etmişlerdi, çünkü Rus beresi giyiyor ve hep Lenin’den söz ediyormuş, o kadar ki KGB adını takmışlar ona. Bir de, dinamit ve saatli bomba saplantısı varmış; anlaşıldığı kadarıyla, Todt’a da mayınların nasıl yapıldığını öğrenmek için girmiş. Bir gün bir demiryolu köprüsü havaya uçmuş ve KGB’yi bir daha Todt’da gören olmamış; dağlarda yaşıyor ve geceleri beyaz-kırmızı-yeşil bir yıldız işli Rus beresiyle ve kocaman bir tabancayla şehre iniyormuş. Uzun saçları varmış ve adı Kızıl Kurt’muş.
Şimdi Kızıl Kurt, yıldızı sökülmüş Rus beresi, sıfıra vurulmuş koca kafası ve şiş gözleriyle karşısında duruyor ve kan tükürüyor.
“Evet. Sen misin o?” diyor Pin.
“Benim,” diyor Kızıl Kurt.
“Peki, ne zaman yakaladılar seni?”
“Perşembe günü, Borgo Köprüsü’nün üzerinde; silahlıydım ve başımda yıldızlı berem vardı.”
“Peki, ne yapacaklar sana?”
“Belki,” diyor övüngen edasıyla, “kurşuna dizerler.”
“Ne zaman?”
“Belki yarın.”
“Peki, sen?”
Kızıl Kurt yere kan tükürüyor: “Sen kimsin?” diye soruyor Pin’e. Pin adını söylüyor. Pin, Kızıl Kurt’la karşılaşmayı, bir gece onun eski şehrin sokaklarında beliriverdiğini görmeyi arzulamıştı hep, ama her zaman ondan biraz korkmuştu da, Almanlarla düşüp kalkan ablası yüzünden.
“Niçin buradasın?” diye soruyor Kızıl Kurt. Buyurgan ses tonu neredeyse sorgulamaları yürüten faşistlerinkiyle aynı.
Şimdi biraz hava atma sırası Pin’de: “Bir Almanın tabancasını çaldım.”
Kızıl Kurt’un yüzünde onaylayıcı, ciddi bir ifade beliriyor: “Partizanlarla mısın?” diye soruyor.
“Ben mi? Hayır,” diyor Pin.
“Örgütlü değil misin? Gap’lardan birinde değil misin?” Pin, o sözcüğü yeniden duyduğu için pek memnun: “Evet, evet,” diyor, “Gap!”
“Kimlerlesin?”
Pin biraz düşünüp, ardından: “Komite’yle,” diyor.
“Kim?”
“Komite. Onu tanımıyor musun?” Pin, üstünlük taslamak istiyor, ama pek beceremiyor. “Zayıf bir adam, açık renkli bir yağmurluk giyiyor.”
“Masal anlatıyorsun sen, komite birçok kişiden oluşur, kim olduklarını kimse bilmez, ayaklanmayı hazırlıyor onlar. Senin hiçbir şeyden haberin yok.”
“Kim olduklarını kimse bilmiyorsa, sen de bilmiyorsun demektir.”
Üstünlük tasladıkları, kendisine güvenmedikleri ve bir çocuk gibi davrandıkları için, o yaştaki çocuklarla konuşmaktan hoşlanmıyor Pin.
“Biliyorum,” diyor Kızıl Kurt, “ben Sim’denim.”[8]
Bir başka gizemli sözcük: Sim! Gap! Acaba böyle kaç sözcük var? Pin hepsini bilmek isterdi.
“Oysa, ben de her şeyi biliyorum,” diyor. “Bir adının da KGB olduğunu biliyorum.”
“Doğru değil,” diyor Kızıl Kurt, “benim için bu adı kullanmamaları lazım.”
“Niçin?”
“Biz toplumsal bir devrim yapmıyoruz, ulusal kurtuluş mücadelesi veriyoruz da ondan. Halk İtalya’yı kurtardığında, burjuvaziyi sorumluluklarıyla yüzleştireceğiz.”
“Nasıl?” diyor Pin.
“Öyle. Burjuvaziyi sorumluluklarıyla yüzleştireceğiz. Tugay komiseri açıkladı bunu bana.”
“Ablamın kim olduğunu biliyor musun?” Konuyla ilgisiz bir soru bu, ama Pin hiçbir şey anlamadığı konularda konuşmaktan sıkıldığı için, bildik konulara girmeyi yeğliyor.
“Hayır,” diyor Kızıl Kurt. “Uzun Sokak’ın Kara Kızı.”
“Yani, kim?”
“Kim de ne demek? Herkes onu, yani ablamı tanır. Uzun Sokak’ın Kara Kızı’dır o.”
Kızıl Kurt gibi bir delikanlının, ablasının adını hiç işitmemiş olması inanılmaz bir şey. Eski Şehir’de daha altı yaşındaki çocuklar bile ondan söz ederler ve erkeklerle yataktayken neler yaptığını kız çocuklarına anlatırlar.
“Halı! Ablamın kim olduğunu bilmiyormuş. İşe bak sen…”
Öteki tutukluları da çağırıp soytarılık etmeye başlamak geçiyor Pin’in içinden.
“Ben şimdilik kadınlara bakmıyorum bile,” diyor Kızıl Kurt. “Bir kez ayaklanma olduktan sonra, vaktim olacak… ”
“Peki, ya yarın kurşuna dizerlerse seni?” diyor Pin.
“Görelim bakalım, kim önce hareket ediyormuş, kim kimi kurşuna diziyormuş, onlar mı beni, ben mi onları?”
“Ne demek istiyorsun?”
Kızıl Kurt biraz düşünüyor, sonra Pin’in kulağına eğiliyor: “Bir planım var: Başarılı olursa, yarından önce kaçmış olurum, o zaman bana işkence eden bütün bu faşist piç kuruları, birer birer yaptıklarının bedelini öderler.”
“Kaçıyor musun, peki nereye gideceksin?”
“Birliğime geri döneceğim. Biondo’nunkine. Öyle bir eylem hazırlıyoruz ki, günlerini görecekler.”
“Beni de götürür müsün?”
“Olmaz.”
“Hadi ama Kurt, beni de götür.”
“Adım Kızıl Kurt,” diye düzeltiyor öteki. “Komiser bana KGB’nin uygun bir ad olmadığını söylediğinde, ona adımın ne olabileceğini sordum, o da bana: ‘Kurt adını kullan’, dedi. Bunun üzerine ona, kurt faşist bir hayvan olduğundan, içinde kızılın olduğu bir ad istediğimi söyledim. O da bana: ‘Öyleyse, Kızıl Kurt olsun adın’, dedi.”
“Kızıl Kurt,” diyor Pin, “dinle, Kızıl Kurt, niçin beni de götürmek istemiyorsun?”
“Çocuksun da ondan, işte nedeni.”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Görünmez Kentler ~ Italo CalvinoGörünmez Kentler

    Görünmez Kentler

    Italo Calvino

    Modern dünyanın masal anlatıcısı Italo Calvino’nun Türkçede uzun süredir görünmeyen kitabı Görünmez Kentler, tekrar elimizin altında… Kubilay Han’ın atlasında yolculuk eden Marco Polo… Batının...

  2. Seçme Mektuplar (1945-1985) ~ Italo CalvinoSeçme Mektuplar (1945-1985)

    Seçme Mektuplar (1945-1985)

    Italo Calvino

    “… zira yazar, insan kardeşlerini kurtarmak için kendini paralayan kimsedir.” Calvino yalnızca önemli bir yazar değil aynı zamanda önemli bir editör ve yayıncıydı. Paolo...

  3. Palomar ~ Italo CalvinoPalomar

    Palomar

    Italo Calvino

    İtalyan edebiyatının ünlü kalemlerinden Italo Calvino’nun ölümünden üç sene önce yayımladığı Palomar adlı bu kitabı, yazarın daha önce Corriere della Sera ve Repubblica adlı...

Beriahome Harf Kupa

Aynı Kategoriden

  1. Babil Şifresi ~ Uwe SchomburgBabil Şifresi

    Babil Şifresi

    Uwe Schomburg

    BİR İHANET VE CİNAYET GİRDABI TEHLİKELİ, HEYECAN VE GERİLİM DOLU, SOLUKSUZ BİR MACERA USTACA BİR KURGU, HEYECAN YÜKLÜ VE İNANILMAZ SÜREKLEYİCİ…. UWE SCHOMBURG BU...

  2. Prag Mezarlığı ~ Umberto EcoPrag Mezarlığı

    Prag Mezarlığı

    Umberto Eco

    19. yüzyılda Paris: Komün Günleri; hançer darbeleri; absent dumanları arasında hazırlanan cinayetler; kanalizasyonda yatan cesetler; patlamalar; isyanlar; takma sakallar; sahte noterler; düzmece vasiyetler; satanist...

  3. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ~ George OrwellBin Dokuz Yüz Seksen Dört

    Bin Dokuz Yüz Seksen Dört

    George Orwell

    “Çok genç yaşındayken bile gözüpek ve yürekli biri olan George Orwell (1903-1950), önce döneminin ve ülkesinin toplumsal düzenine karşı çıktı. Büyük Rus Devrimine inandı....

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur