Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Salgın
Salgın

Salgın

Wayne Simmons

Belfast’te başlayan salgın, giderek yayılmaya başlarken, gündelik yaşam da geri dönülmez bir eşikten geçerek, giderek bir kâbusa dönüşüyor. Başlarda tek tük ama sonradan korkutucu…

Belfast’te başlayan salgın, giderek yayılmaya başlarken, gündelik yaşam da geri dönülmez bir eşikten geçerek, giderek bir kâbusa dönüşüyor. Başlarda tek tük ama sonradan korkutucu sayıda insanın etkilenmeye başladığı virüs, kontrolden çıkmaya başladıkça, salgınla mücadele etmekte olanlar da sinirsel problemler yaşamaya ve çözüm üretecekleri yerde sorunları büyütmeye başlıyorlar.

Panik, dedikodu, yanlış bilgilendirme, insanların ben egosu ve bencillikleri bu kez bütün bir insanlığın yok olmasına sebep olabilir. Ama belki de hâlâ bir şans vardır…

Bildik bir kahramanı olmayan ama gerçekçiliğiyle göz dolduran, baştan sona sürükleyici bir yok oluş macerası…
Kızgın güneş, harabeye dönmüş şehrin nasırlaşmış kiremitleri ve harçları, yaşam ve ölüm arasındaki acımasız ve kanlı mücadeleye ev sahipliği yaparken, tek umut yeniden insanlığı keşfetmek olacak…

“Wayne Simmons’u okurken, karnınızda feci bir ağrı duyacak, aldığınız darbelerle nefesinizin kesildiği hissi uyanacak sizde.”
-Jessica Brown-horrornews.net

“Korktuğunuzu itiraf etmekten çekinecek ama bitirmek için de yarını bekleyemeyeceksiniz.”
-New York Times Books Reviewer-

“Bir an gerçekten Belfast’te, salgından korunmaya çalıştğımı sandım. Gerçekçiliği sarsıcı, hem de çok…”
-Daniel Richborn-The Boston Globe

***

Finaghy, Kuzey İrlanda

17 Haziran

Kadın, karşısındaki adamın yüzüne bakarak avaz avaz haykırıyordu.

Oysa o, adamın etrafını saran izdihamın içinde sadece diğerlerinden biriydi ama elin sesini duyuramıyordu tabii ki… Komiser Muavini George Kelly, başındaki koruyucu siperliğinin arkasından orada söylenen hiçbir şeyi duyamıyordu. Durmaksızın konuşan kadının sözleri, sanki suyun altına inen sesler gibi boğuklaşıyor, adeta sansüre uğruyordu.

O sırada George Kelly, karşısındaki kadının söylediklerini işitmekten çok, sadece konuştuğunu ve küfürler savurduğunu görebiliyordu.

Dudak hareketlerinden bazı anlamlar çıkarılabilirdi; ağzının aldığı kimi şekiller, bunların ağır sözler olduğuna işaret ediyordu; ayrıca dişleri görünüyordu ve bu görüntüyle daha çok hırlıyor gibiydi ya da gülüyor olabilirdi. Çünkü ağzından çıkan her lanet sözün aldığı şekil bazı anlarda gülümsemeyi andırıyordu.

Tabii ki aslında hiçbirinin bir anlamı yoktu. O an sadece aldığı nefesin ritmik sesini duyabildiğinden, etrafında söylenen sözler George için hiçbir anlam ifade etmiyordu. Duyduğu tek şey, yüzündeki maskeden ciğerlerine akan sıkıştırılmış steril havanın lastik bir hortuma pompalanırken çıkardığı karmaşık ve mekanik seslerden ibaretti. Sağlam ve güvenilir olduğu kadar katkısız ve enfekte olmamış…

Omzunda bir el hissetti. Koruyucu siperliğinin köşesinden, elinin sahibinin, emrinde çalışan polis memuru Norman Coulter olduğunu gördü; aynı açıdan bakınca solunum cihazı ile kalabalığın içinde yaşanan hararetli kapışmalar da fark edilebiliyordu. Norman, kendini kalabalığın akışına kaptırmış, sanki bir panayır yerindeymiş gibi hâlinden memnun bir şekilde, gülümseyerek ortalıkta dolaşmaktaydı. George, Norman’ın bu hâliyle kalabalığa kendince bir çeşit gözdağı verdiğini biliyordu. Bu iri yarı adamın yine iş başında içiyor olması kuvvetle muhtemeldi; ya da şu an damarlarında daha tekinsiz başka bir madde dolaşıyor da olabilirdi. George bunu kafasına fazla takmadı, çünkü şimdi bunun sırası değildi. Nefsini biraz köreltmek için her ne kullanmış olursa olsun, bu zavallı adamı yaptığı şeyden dolayı suçlayamazdı. Aslında, onun gibi olup şu an kendisine bir içki alabilecek zekâ düzeyine sahip olabilmeyi o an kendisi de istemişti.

İki adam, sessiz ve öfkeli insan denizi içinde, usulca ilerlemeye devam ettiler. Etraflarında atılan çığlıklar ve protestolar, tıpkı kadının feryatlarında olduğu gibi sadece boğuk seslerden ibaretti. İnsanlar, boş bir konserve kutusunda yuvarlanan misketler misali sürekli bir yerden bir yere akarak yön değiştiriyordu. Tıpkı okyanusta yalpalayan bir geminin içinde olmak gibi. Duygusal bir fanatizm içinde hareket eden insan dalgaları, öfkeden kudurmuşçasına birbirlerini tokatlıyorlardı. George, üst üste yığılı insan seli içinde sürekli aldığı darbeler yüzünden neredeyse kendisini hasta hissetmeye başlamıştı.

Birlikte, gökdelenin yakınındaki otoparka yöneldiler. Finaghy’de bu özellikteki bloklarda beşinci kez bulunuyor olmalarının yanında böylesine bir ihbarı on üçüncü kez almışlardı. George, aldığı tüm ihbarları saymasına rağmen yine de saymamış olmayı yeğlerdi; çünkü on üç sayısıyla karşı karşıya kalmak her zaman sinirlerini bozmaya yetiyordu. Bu düşünce, onun batıl inançları olduğu anlamına gelmiyordu, sadece matematikten nefret ediyor ve fazla anlamıyor olması, onun sayılar ve kodlarla başa çıkmak konusundaki cesaretini bir parça kırıyordu. Hani, “Anlamadığınız bir şey sizi korkuya sevk eder,” denir, onun gibi bir şeydi bu; her neyse.

Kalabalığın heyecanı giderek artıyor, şiddet tırmanıyordu. George, şaşkınlık ve öfkeyle birbirine girmiş kalabalığa odaklanmış, zorlukla kendi yolunda ilerliyordu. Öfkeli kadın, yoğun kalabalığa rağmen duruşunu bir şekilde korumayı başarıyor, onun yüzüne haykırmaya ve küfürler savurmaya devam ediyordu. George, bu kadının nasıl olup da karşısında hâlâ aynı kararlılıkla durabiliyor olduğuna bir anlam verememişti.

Bu kadın, eğer Norman’ı bu şekilde taciz ediyor olsaydı, onun bu kadar anlayışlı ve tepkisiz kalmayacağından emindi; buna rağmen George, herhangi bir riski göze almayacak, mecbur kalmadıkça güç kullanmayacaktı. Bu gibi durumları daha önce de görmüştü. Bir çeşit sapkınlığın yarattığı iğrenç bir isyanın zirvesindeydiler. Kalabalık düzenini kaybetmiş, tamamen kontrolden çıkmıştı. Adımlarını çok dikkatli atmak zorundaydılar zira kalabalık ürkmüş ve şaşkındı. Bir tek yanlış adım, onları bir kova dolusu havai fişeğe çevirebilirdi.

Merdiven boşluğuna ulaşma çabası içinde zorlukla ilerlerken, kadın hâlâ öfkeli bir şekilde ona bağırmaya devam ediyordu. George bu kadının içerideki hastalardan birinin akrabası ya da aile dostu olup olmadığını merak etti. Bu edepsiz fahişe, büyük ihtimalle sabrının sınırlarının denenmesi için kendisine gönderilmişti. Yaşanan dramı kullanan baş belası bir fitneci, olayı bir şekilde provoke etmiş ve bu kadının dırdırlarıyla polisi karşı karşıya getirmiş olmalıydı. Onun gibileri iyi tanırdı. Sadece, onları böylesine amansızca tek boyutlu bir şiddete yönelten şeyin ne olduğunu merak ediyor, bu zihniyeti bir türlü anlayamıyordu. Onun ve diğer polislerin her gün maruz kaldıkları baskılardan dolayı çektikleri bütün o sıkıntıları tahmin edemez miydi bu kadın? Nasıl da her türlü iğrençliğin sergilendiği birçok olay yerine ilk koşan kişilerin onlar olduğunu, üzerlerine her an parlamaya hazır öfkeli kalabalıkların arasına dalıp olayları ne büyük zorluklarla bastırmaya çalıştıklarını? Onları koruduklarını, ara bulduklarını, onlara katlanarak anlayış gösterdiklerini?

(peki ya güç kullandıklarını?)

George, öfkesini bir kenara bırakıp bir süre daha soğukkanlılığını kararlılıkla muhafaza edecekti. Özellikle de bu on üçüncü…

(On üçüncü ne?)

Daha önce karakoldan kimse bu türden bir çağrı adı vermemişti. On ikinci çağrıda bulunmuştu (ve şimdi on üçüncüsüne sıra gelmişti). Sıradan karakol ihbarlarını diğerlerinden ayırmak için uydurulmuş bütün o numara, kod ve renk kavramlarına hâlâ bir anlam veremeyen George’a bu durum çok sıra dışı görünüyordu.

Olaylar ilk patlak verdiğinde, George’da herkes gibi hissediyordu. Şaşkın, korkmuş, huzursuz. Televizyonda işaretleri görmüştü. Bir haber programında, gün be gün işyerlerinin boşaltıldığından bahsediyordu. Küçük işletmelerin kapatılıyor, emlâk fiyatlarının gülünç denecek seviyelere iniyor, insanlar Avrupa’ya, Amerika’ya ya da onları kabul edebilecek başka ülkelere kaçmaya çalışıyor oldukları haberleri geliyordu. Ancak havaalanları kapanmış, İrlanda’ya tüm giriş-çıkışlar engellenmişti. Sonrasında hastaneler ve tıbbi merkezler hastalarla dolup taşmış, özel sağlık kuruluşlarının müdahaleleri de aşırı talepten dolayı yetersiz kalmış ve tüm merkezler hizmet veremez hâle gelmişti. Önceleri hastalığa yakalanma hâlinde aranması gereken ilk yardım hatlarının numaralarını bildiren duvar afişleri, sokağa çıkma yasağının başlamasından sonra Sokağa çıkma yasağı gereği dışarıda görülen herkes gözaltına alınacaktır şeklindeki benzer uyarılara dönüşmüştü.  Bu uygulamanın başlamasıyla George’un tüm rolleri ve olaylara bakış açısı yer değiştirdi. Gözaltı uygulamalarının yönetimsel bir parçası olarak bugün, her zamankinden daha kötü bir yolla olayları yönetiyordu.

Öfkeli kalabalık, merdivenlerin ilk basamaklarına doğru hücum etmiş, bu atak onların sayılarını nispeten azaltmıştı. İkinci kata yöneldiklerinde George, Norman’ın ön saflara geçip saldırgan bir tutumla onları ters yöne doğru itmekte olduğunu fark etti. Kalabalık seyrelmiş olmasına rağmen öfke dolu gözlerinde hâlâ şimşekler çakıyordu. George, Norman’ın iri cüssesi arkasına sığınarak, böylesine güç gerektiren bir eylemi tamamıyla onun kontrolüne bırakmayı tercih etmişti. George, etrafında yaşanan ağır izdihamın gürültüleri yerine asansörün dişli ve manivela sesleri arasında yukarı çıkmanın daha iyi bir fikir olup olmayacağını düşündü. Yine de 23 numaralı daireye yaklaştıklarında kalabalığın iyice azaldığı fark ediliyordu. “En iyisi dışarı çıkmak,” diye düşündü. Birisi daha hastalık kapmıştı. “Herkes dışarı çıksın, polisleri dışarı çıkarın ve dışarıda kalmaya devam edin.”  Televizyonlarda sık kullanılan bu ilânla, halka talimat veriliyordu.

Kesinlikle tek bir kişiyle kalmayacaktı; küfürbaz kadın ısrarla üzerine gelmeye devam ediyordu. George, oksijen maskesinin ardından artık onun neler söylediğini az çok duyabiliyordu. Çoğunun ağza alınmayacak kadar müstehcen olduğu şüphesizdi. Kadın, onun yaptığı her lanet hareketi izlediğini ve onun lanet çizgiyi aşması durumunda yapacağı her lanet hareketi lanet olası telefonuna kaydedeceğini söyleyerek polise güvenmediğini gösteriyordu. George, dişlerini sıkarak onu görmezden gelmeye çalışıyordu. Ondan ve onun gibilerden gerçekten nefret ediyordu.

23 nolu daireye nihayet ulaştıklarında kalabalık iyice seyrelmiş, ortalıkta dolanan çok az kişi kalmıştı. Onların da çoğu George ve Norman’ın yaklaştığını görünce geride durmayı tercih etmişlerdi. Birkaç sağlık görevlisi, daha donanımlı olan oksijen maskeleriyle kendilerini karşılamaya geldiler. Kendilerini tanıtmak ya da selamlaşmak gereği duymadan zarif bir biçimde başlarını eğerek koydukları teşhisi onayladılar.

Hastalığın adı gripti.

İnsanlar kapıya yığıldılar; bunların birçoğu 23 numaralı dairedeki kiracının akrabaları olmalıydılar. Gönülsüzce geriye doğru adımlarken sağlık görevlileri onları ikna etmekte ellerinden geleni yapıyorlardı; birden Norman silâhını iddialı bir şekilde eline alıp havaya kaldırınca, eninde sonunda onları geride durmanın iyi bir fikir olacağına ikna etti. Sadece, yaşlı bir kadının tesellisi mümkün olmayan feryatları duyulmaya başladı. George bu kadını yatıştırıp rahatlatmaları ya da benzeri bir şey yapmaları için sağlık görevlilerine teslim etti. Tüm bu olanlar, umutsuz zamanlarda çaresizce alınmış önlemlerden başka bir şey değildi.

George, Tourette Sendromlu bir ölüm perisi gibi peşinden ayrılmayan küfürbaz kadının yüzüne kapıyı sertçe kapattı. Bunu yapmaktan küçük bir haz duymuş olsa da, yine de bunun çılgınca yapılmış yakışıksız bir hareket gibi göründüğünü kendisine bile itiraf etmeliydi.

George, bir an için duvara yaslanarak olduğu yerde kaldı. Nefes alması yavaşlıyordu. Oksijen tüpünden maskeye pompalanan havanın sesini şimdi daha net duyabiliyordu. Hemen yanında duran Norman, onun omzunu sıvazlarken iyi olup olmadığını sordu. Ama iyi değildi ve olamazdı da. Çünkü her şeyin giderek berbat olduğu bir yerin tam ortasındaydı ve bu, önceki on iki çağrının çoğundan daha nefretlik bir durumdu.

Bunun adına, Risk yönetimi deniyordu. Bunun doğru bir terim olup olmadığını bilmiyordu. Zaten böylesi bir durumda doğru olup olmamasının ne önemi vardı? Bürokratların uydurduğu “Beyin Takımı”, “Protokol”, “Uygunluk”, “Prosedürsel” gibi terimlerin hiçbirinin gerçek dünyayla bir ilgisi yoktu. Tüm bunlar, şu an bu binada bulunan insanlar için hiçbir anlam ifade etmiyor, giderek zalimliğin doruklarına ulaşan bu korkunç durum içersinde kimseyi rahatlatmıyordu.

Küçük dairenin koridoruna doğru yürürken orada ağlayan genç bir kadına rastladılar. Bir başka odada, sesi had safhada açılmış bir televizyondan, hastalığın belirtilerine dair hararetli bir tartışma programı duyuluyordu. Televizyonlar, radyolar ve sokaktaki herkes sürekli aynı şeyden bahsediyordu. Televizyonun hoparlörü patlamış gibi uğultulu ve boğuk çıktığından sanki ortalıkta yorgun, bitkin ve bezgin bir ses yankılanıyordu. Yorgunluktan bitap düşmüş bir doktor, inandırıcı anlatımlarıyla hükümet yetkililerine hastalıkla ilgili bilgiler sıralarken, stüdyodaki izleyiciler dışarıdaki kalabalıkla eşdeğer bir şiddet eğilimi içindeydiler.

Karşısında birden iki polis gören kadın, kendini tanıtmayıp sadece geri çekilerek diğer odaya doğru yöneldi. Onları gördüğü için korkmuş ya da şaşırmış bir hâli olmadığı gibi onlarla tokalaşacak da değildi. George da bir memnuniyet belirtisi beklemiyordu. Polisler her zaman beklenen, hatta çağrılan, ama asla hoş karşılanmayan birer ölüm melekleriydi artık.

George, meslektaşına bakıp başını iki yana salladı; bunun üzerine iri polis ilgisizce omuz silkerek genç kadını takip etmeye başlayınca, George da peşi sıra onu takip etti. Görünürde anormal bir durum olmamasına rağmen George, yine de kadının ya da kocasının enfeksiyona uğrayıp uğramadığını merak ediyordu. Fakat görüntü aldatıcı olabilirdi. Basit bir hapşırık bile birinin sağlığı hakkında bir saptamada bulunulması gerekliliğini doğurabiliyordu. Zar zor fark edilen, başlangıçta zararsız bir soğuk algınlığı ya da nezleyi çağrıştıran hafif bir öksürük ya da burun akıntısı gibi küçük belirtiler, kişinin hastalığı hakkında şüphe uyandırabiliyordu. Tıpkı tabuta çakılan ilk çivi gibi ya da tıpkı, Büyük Vebanın yaşandığı günlerde çalan çanların sesleri gibi insanın omurgasını ürpertmeye yetiyordu.

Küçük bir kıza ait başka bir odaya yöneldiklerinde görünen manzara karşısında George’un adeta yüreği ezilmişti. Barbie resimleriyle dolu pembe duvar kâğıtlarıyla kaplanmış bir odada, başucuna dergilerden kesilmiş posterlerin yapışık olduğu bir yatağın hemen yanındaki bir kusmuk kovası ile içi dolu bir lazımlık sürgüsü hemen göze çarpmaktaydı. Disney prenseslerinin karakterleriyle süslü bir yorganın içersinde altı yaşından daha büyük olmayan küçük bir kız yatmaktaydı. Burnundan sızan kan, kızın yüzünde kalın bir çizgi oluşturmuştu. Elinde kirli mendili ile küçük kızının başucunda duran genç anne ise, ilgisini kızından hiç eksik etmiyordu.

Genç kadın dönerek onlara doğru baktı. Bir çeşit Doğu Avrupa aksanıyla kendilerinden bir şey rica ediyordu. Kadın, söylediği şeyin anlaşıldığından gayet emin bir şekilde konuşurken, George tam olarak ne istediğini anlayamamıştı.

George, tekrar küçük kıza doğru baktı. Kız kardeşinin de bu yaşlarda bir çocuğu vardı. Yeğeninin, odası biraz daha pahalı bir dekorasyona sahip olmakla beraber, bu küçük kızla aynı masal kahramanlarına ilgi duyuyor olduğu çok açıktı. Acaba bu küçük kız nereden gelmiş olabilirdi? Romanya’dan olabilir miydi? Her gün trafik ışıklarında gazete satarken, dilenirken ya da güneşlenirken gördüğü pek çok Doğu Avrupalıdan biri olmalıydılar. Belfast’ın içinde çok da iyi karşılanmamışlar ama kırsal yerlerde kendilerine daha da az yaşama şansı bulabilmişlerdi. George, duvar yazılarıyla sürekli üstlerine atılan onca karalamalara ve sıkıntılara nasıl katlandıklarını her zaman merak etmiştir. “Belfast’ın karanlık köşelerinde yaşayan insanlar dillerini pek bilmediklerinden pek çoğunu anlamıyor olmalılar,” diye düşündü George.

Yatağın köşesine doğru eğildi. Küçük kızın bilinci belli belirsiz yerinde olmasına rağmen onunla iletişim kurmak istedi. Ne söyleyeceğini tam bilemediği için tıpkı küçük yeğenine seslendiği gibi “Selam tatlım,” demekle yetindi. Yine de kendine has bir tarzda bir başkası için kullandığı sözlerin aynısını şimdi bu küçük kıza söylerken bir parça suçluluk hissetmişti.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Sınır ~ John Ajvide LindqvistSınır

    Sınır

    John Ajvide Lindqvist

    Bazı sınırları isteseniz de aşamazsınız… Gir Kanıma adlı romanıyla tanınan İsveçli yazar John Ajvide Lindqvist’ten, şaşırma reflekslerini tümden kaybetmişlerin bile aklını başından alacak, imkânsız bir aşk...

  2. Harry Potter ve Lanetli Çocuk ~ J. K. RowlingHarry Potter ve Lanetli Çocuk

    Harry Potter ve Lanetli Çocuk

    J. K. Rowling

    SEKİZİNCİ HİKÂYE ON DOKUZ YIL SONRA Harry Potter olmak her zaman zordu. Sihir Bakanlığı’nın yorgun bir çalışanı, bir koca ve okul çağındaki üç çocuğun...

  3. Muhafızlar! Muhafızlar! ~ Terry PratchettMuhafızlar! Muhafızlar!

    Muhafızlar! Muhafızlar!

    Terry Pratchett

    “Dünyanın onca kentinde o kadar bataklık dururken, o ejderha benimkine uçtu… Ankh-Morpork! Yüz bin ruhtan oluşan kargaşa dolu bir şehir! Ve o sayının on...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur