Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Herkes Kadar
Herkes Kadar

Herkes Kadar

Behçet Çelik

Olmayacak şey, Ağbim aradı akşamüstü. “Akşam size geleceğiz,” dedi, evde miyiz, değil miyiz, sormadan. Niye geleceğini kestirdiğim için sesimi çıkartmadım. Sesi donuktu; hal hatır…

Olmayacak şey, Ağbim aradı akşamüstü. “Akşam size geleceğiz,” dedi, evde miyiz, değil miyiz, sormadan. Niye geleceğini kestirdiğim için sesimi çıkartmadım. Sesi donuktu; hal hatır sorma faslını kısa tutmuş, sesindeki sert ton canımı sıkmıştı. Masamda biriken işleri temizleyecektim o gün, elimi süremedim, çakıldım kaldım öylece. Nicedir, sağda solda, “Kimse ne üzer ne sevindirir beni,” diyor, insan sözünün hep yalan olduğundan dem vuruyordum. Birden, anladım ki her şeye rağmen birisi kalıyormuş, sözleri derinlerden ses getiren.

Behçet Çelik, Herkes Kadar’da dünyalarımızın bazen birbirine ne kadar benzediğini, bazen de bu benzerlikler arasında sıkışıp kalan farklılıkların dünyamızı nasıl da bambaşka bir şeye dönüştürdüğünü anlatırken, bir yandan da arkadaşlıkta, aşkta ya da ailede, iki kişi arasında oluşan görünmez bağların hayatlarımıza dokunduğu yerlerde bıraktığı izlere ışık tutuyor. Sadece bir eyvallah diyerek çıkıp gidenlerin, geçmişi bugün gibi içinde taşıyanların, gençliklerini öğrenci evlerinin heyecanına yatıranların, neden çağırıldıklarına bir türlü anlam veremeyenlerin, bir başkasının gözlerinde kendini görmeye çabalarken hüsrana uğrayanların hikâyeleri ve yine hayatlarımızın akışındaki –durgun ya da gerilimli– ritmi derinden hissettiren bir dil…

Çağdaş edebiyatımızın önde gelen yazarlarından Behçet Çelik’ten hayatımızın zamanla kıyıldığı anları hatırlatan öyküler…

İÇİNDEKİLER

Ağbim…………………………………………………………………………………………………………………9
Herkes kadar………………………………………………………………………………………..15
Suskun……………………………………………………………………………………………………………21
Üç yıl sonra…………………………………………………………………………………………….27
Eski şarkılar…………………………………………………………………………………………..33
Bunlar kitaplarda olur!………………………………………………………….41
Biralar bitti…………………………………………………………………………………………….49
Beni niye çağırdılar?………………………………………………………………….57
Onu aramamak için…………………………………………………………………..65
Otel…………………………………………………………………………………………………………………….71
Hayırlı vazifeler……………………………………………………………………………….77
Tren elbet kalkacak……………………………………………………………………..81
Taşınmak……………………………………………………………………………………………………87
Arif’in firması…………………………………………………………………………………….93
Boğaz’da bir öğle vakti……………………………………………………………99
“Hah!”…………………………………………………………………………………………………………105
Arefe günü……………………………………………………………………………………………..113

Ağbim

Olmayacak şey, Ağbim aradı akşamüstü. “Akşam size geleceğiz,” dedi, evde miyiz, değil miyiz, sormadan. Niye geleceğini kestirdiğim için sesimi çıkartmadım. Sesi donuktu; hal hatır sorma faslını kısa tutmuş, sesindeki sert ton canımı sıkmıştı. Masamda biriken işleri temizleyecektim o gün, elimi süremedim, çakıldım kaldım öylece. Nicedir, sağda solda, “Kimse ne üzer ne sevindirir beni,” diyor, insan sözünün hep yalan olduğundan dem vuruyordum. Birden, anladım ki her şeye rağmen birisi kalıyormuş, sözleri derinlerden ses getiren. İş çıkışı alışveriş yaptım. Rakı, çiğköftelik et, meyve, sebze aldım. Bizim semtin pazarı vardı, bir ucundan girip öbüründen çıktım. En sıkıntılı günlerimde içimi rahatlatan renk cümbüşü de çözemedi yüreğimdeki sıkışıklığı. Eve yaklaştıkça gerginliğim artıyordu. Ev, zaten, üç gündür karabasan gibiydi. Allah vere de, Ağbim işi çok büyütmeseydi. Evden içeri girdiğimde, karımın yüzü yine asıktı. Üç gün sonra ilk cümlemi söyledim: “Ağbimler gelecekmiş.” Üç gün sonra ilk cümlesini söyledi:

“Biliyorum.” Birbirimize değmeden çalıştık mutfakta. Karımın az önce yıkadığı taze soğanları minik minik doğrarken, Ağbimin bu sorunu çözeceğini düşündüm. Gelmesi yetecekti, belki de. Daha gelmeden birlikte yemek hazırlamaya başladığımıza göre… Üç gündür birlikte bir şeyler yapmak ne kelime, aynı evin içinde birbirimizi görmüyorduk neredeyse. Sekiz gibi, Ağbimle yengem geldiklerinde, çiğköfteyi yoğurmaya yeni başlamıştım. Bir yandan da kendime bir kadeh rakı doldurmuş, içiyordum; rakı bardağı bulgur ve salça olmuştu. Ağbimin yüzü asıktı, ben gülümsedim. Onu özlediğimi düşündüm, “Ne demeye daha sık görüşmeyiz ki,” diye sordum kendi kendime. Üçü sofraya oturdular, ben mutfakta kaldım. Yavaş yavaş yoğuruyordum köftenin harcını. Zaman kazanmak mıydı? Belki, Ağbim benimle konuşacaksa, mutfağa gelsin, baş başa konuşalım diyeydi. Gelmedi. Arada sesi geldi salondan. “Hadi ulan, getir artık köfteyi!” “Siz başlayın, beni beklemeyin.” Bir yaz, ikimiz birlikte çalışmıştık babamın kebapçı dükkânında. Ben çocukken her yaz çalıştım orada, ama o yaz, Ağbimin uslu durması gerekiyordu. Bir akrabamız fısıldamış bunu babamın kulağına, “Göze batıyor senin oğlan, iyi olmaz,” demiş, babam da, göz önünde olsun diye kasaya oturtmuştu Ağbimi. Sıkılırdı, bütün gün pencereden sokağa bakardı. Bir ses olsa irkiliverir, hemen fırlayacak gibi otururdu kasada. Babamın yanında içmez, mutfağa kaçardı; rakısını, sigarasını ben saklardım. Hayrandım bardağı kafaya dikişine, bir de bıyığına. Birkaç senedir olmayan bıyığına. En yakın arkadaşının vurulduğu gece, “Baba,” demişti, “gidiyorum.” Gözleri alev alevdi. Babam bir şey diyememiş, aylardır Ağbimin oturduğu sandalyeye çökmüştü. Ağbime kızmıştım o an. Çok değil, iki yıl sonra, sıra arkadaşım, bana tespihini armağan ettiği günün ertesinde vurulduğunda, yalnızca Ağbimle konuşmak istemiştim; o ise cezaevindeydi. Günlerce susmuştum. Yine susuyordum, bambaşka bir nedenle. Yine, “Anlarsa Ağbim anlar beni,” diyordum. Korktuğum, bana kızması, bağırması değil, beni anlamamasıydı. Sesi hırçındı beni aradığında. Ne serseriliğimi bırakacaktı, ne kadir kıymet bilmezliğimi. Karımı övecekti bana; bilmezmişim gibi… Köfteleri tabağa özenle dizme işi bitince, masaya oturmamı engelleyecek bir şey kalmamıştı.

Oturur oturmaz, “Eee Ağbi, işler nasıl?” dedim. Bakışlarıyla kızdı bana. “Sırası mı işin?” der gibiydi. “İdare eder,” dedi. Zamana ve birkaç kadeh rakıya ihtiyacım vardı. “Kriz sizi etkiledi mi?” diye sordum. Bu kez bakışları, “Sen adam olmazsın,” diyordu. “Biz İtalya’ya çalışmadığımız için pek etkilenmedik. Geçen sene de, az kalsın Ruslarla ortak olacaktık, iyi ki olmamışız.” Sormadığı halde, çalıştığım firmadan, firmanın krizden nasıl etkilendiğinden söz ettim bir süre. Onun şirketinde çalışmadığım için bana kızar mıydı, yıllardır merak ederdim. Bu konu hiç açılmamıştı aramızda. Ne o beni davet etmişti, ne de ben ondan iş istemiştim. İstanbul’a yerleşmeye karar verince, onun eski bir arkadaşının yanında çalışmaya başlamıştım. Onun hatırına işe almışlardı beni. Bazen aklıma esiveren, her şeyi bırakıp çekip gitme arzumu, Ağbim arkadaşına karşı mahcup olur diye frenliyordum. Ağbimin yanında çalışsam, hiçbir şey frenleyemezdi beni. İnsan, bir yere yerleşmeye karar verince, demirleri olabildiğince derine atmak istiyor. Karımla yengem, masadan kalkıp televizyonun karşısına geçmişlerdi. Ağbim, önüne bakmayı bırakıp yüzünü bana çevirdi. Eve geç gelirdi çoğunlukla, ablamın hazırladığı yemeği yerken, bana bakıp göz kırpardı; öyle bakacak sandım. Oysa gülümsemiyor, yanağında bıçak izi gibi duran, kızdı mı adamı ürküten, güldü mü hayran bırakan gamzesini göstermiyordu. Elimi omzuna attım, sıktım. Başını salladı. Halden anlayan ya da kızan birinin baş sallaması değildi bu; karşısındakiyle değil, kendisiyle konuşan birinin hareketiydi.

“Yaptığın doğru değil,” dedi. Yanıt vermedim. Gözlerimi gözlerine dikip baktım. “Doğru değil,” dedi yeniden. Kaçıran o oldu gözlerini. Ağbime baktım. “Benim suçum yok, Ağbi,” demek istedim, “ben hâlâ, bana emanet edilen sırları gözüm gibi saklıyorum. Senin silah sakladığın zulayı kimselere söylememiştim. Zeynep’le gizli gizli buluştuğunu da, benden başka kimse bilmez,” demek istiyordum. Cezaevinden bana yazdığı bir mektup vardı Ağbimin. Arasam, bir yerlerden bulur çıkartırım. En sonuna, “Ona selam söyle,” diye yazmıştı. Daha önce, hiç söylememişti sevdiği biri olduğunu; yine de bildiğimi biliyordu. Güzel kızdı Zeynep. İri, siyah gözleri vardı. Günlerce yolunu beklemiştim. Bir sabah, pazara giderken yalnız yakalamış, önüne çıkmış, “Merhaba,” demiştim. Yüzü gözü ışımıştı beni görünce. Ağbimin kardeşi olmaktan gurur duymuştum, bir kez daha. “Ağbimin selamı var,” demiştim. Yüzü kızarmıştı. “Sen de söyle,” deyip hızla uzaklaşmıştı. Şimdi nerededir Zeynep? Ağbim sustukça terliyordum. Rakı da bir terletir ki beni. “Acısı nasıl olmuş, Ağbi, köftenin?” “Güzel.” Tek kelime. Tek kelime susmaktan daha kötü. Susan birinin konuşmak istemediğini düşünebilir insan. Tek kelimelik yanıtın anlamıysa çok açık: “Konuşma! Sus!” O susuyordu, ben sarhoş oluyordum. “N’olur konuş, Ağbi,” diye yalvarıyordum içimden. “Susma böyle. Al ifademi. Bağır çağır. Sana yalan söylemeyeceğim, söyleyemem ki. Karıma söyledimse, kırılmasın, üzülmesin diyeydi. Bir tuhaf oldu insanlar, Ağbi. Biri tutmuş, bizimkine yetiştirmiş hemen. Beni başkasıyla görenler varmış. ‘Kimmiş?’ dedim, ‘Birisi görmüş işte,’ dedi. Otelin resepsiyonundaki adamı gözüm tutmamıştı. O olmasın? Ne vardı adamla tartışacak? Böyle bir kahpelik yapacağını nereden bilebilirdim ki…” Keşke yengemle geleceklerine yalnız buluşsaydık.

Susmayıp konuşurduk belki. Babamdan, anamdan, Zeynep’ten, eski günlerden, bugünden. Ona sevgilimi anlatırdım, karımı da hâlâ çok sevdiğimi söylerdim. Bu durumu arkadaşlarımın tuhaf bulduklarını, “Kendini kandırabilirsin, ama biz yemeyiz,” dedikleri zaman, “Ağbim beni anlar, onunla hücrelerimizde aynı, tuhaf şifre var,” diyerek kendimi avuttuğumu anlatırdım. “Susmasana Ağbi. Anlatsana, senin yüreğin de benzer mi benimkine? Sağ yanıma yatsam biri, soluma yatsam öteki düşüyor aklıma. Hangisi yanımda değilse, onu özlüyorum. Biliyorum, sen de benim gibisin. Bizde bir şey eksik ya da fazla… Ne bileyim?” Ağbim, eminim, içimden geçenleri bilir. O akşam da, duyuyordu söylediklerimi, ama beni cezalandırmak için konuşmuyordu. Gece yarısına kadar kaldılar. Ağbimle içtik, çok içtik, yine de konuşmadık. Yüzü bile gevşememişti. Sanki ağlayacaktı gevşese. Taş gibi bir yüzle oturdu, içti. Kalkarlarken, “Aile mühim, aile,” dedi. Kapıda onları geçiriyorduk, korka korka karımın elini tuttum, kaçıverecek sandığım eli ter içindeydi. Ağbim susarak, bizi barıştırmıştı. Gelmesi yetmişti. Minnettar gözlerle Ağbime bakıyordum. Karımın elini bırakmamış, kuvvetle sıkıyordum ki yengemin Ağbime bakışını gördüm; hınç vardı gözlerinde, görmezden geldim. Sımsıkı sarılmak istedim o an Ağbime. Onun gibi susmayı, susarak adamı avutmayı bilmesem de, dokunmayı bilirdim. Olmadı, “Eyvallah,” deyip çıkıverdi kapıdan.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Düğün Birahanesi ~ Behçet ÇelikDüğün Birahanesi

    Düğün Birahanesi

    Behçet Çelik

    Çorbacıdan çıktık. Geçtiğimiz her sokak tanıdıktı artık, insanlar akrabamızdı. Döngüyü tamamladık sanmıştım,oysa tahminimden de büyüktü döngü. İç içe geçmiş döngüler vardı içinde. Tamamladığımız bunlardan...

  2. Belleğin Girdapları ~ Behçet ÇelikBelleğin Girdapları

    Belleğin Girdapları

    Behçet Çelik

    Yaban ya da yabancı değildim… Arada bir yer – onlardan olmadığım gibi büsbütün eloğlu da sayılmazdım. Bir şeyin kendi olmaktan çıkıp karşıtına dönüşme anında...

  3. İki Deli Derviş – Yazyalnızı ~ Behçet Çelikİki Deli Derviş – Yazyalnızı

    İki Deli Derviş – Yazyalnızı

    Behçet Çelik

    “Bir ara kıyıya takıldı gözüm. Çırılçıplak bir çocuk vardı. Yan yan yürüyordu, yere bakarak. Bir yengeç olmalıydı yerde. Bakıp öykündüğü. Başımı çevirmiş iskambil oynamaya...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Hiç ~ Sadık YalsızuçanlarHiç

    Hiç

    Sadık Yalsızuçanlar

    Varlığı anlamlandırma çabasındaki bir modern zaman dervişi, eşya ve olaylara nasıl bakar? Altı yılda bitirdiği hukuk eğitimine metelik vermeyip hayatını kaleme, kağıda, hüsnühatta adayan...

  2. Fay Kırığı – 1 Mehmet ~ Mehmet EroğluFay Kırığı – 1 Mehmet

    Fay Kırığı – 1 Mehmet

    Mehmet Eroğlu

    Hayatın ilk sırrı, bir sırrı olmadığıdır. İkinci sırrıysa, eğer varsa, bu sırrın cevaplarda değil, sorularda olduğudur. Üçüncüsüne gelince: Bir şey yapmak için önce bir...

  3. Öylesine Bir Hikâye ~ Anton ÇehovÖylesine Bir Hikâye

    Öylesine Bir Hikâye

    Anton Çehov

    Öylesine Bir Hikâye, yaşlı ve güçten düşmüş biri olduğunu düşünen tıp profesörü Nikolay Stepanoviç’le artık hayatta olmayan bir dostunun ona emanet ettiği manevi kızının,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur