ŞEHİDLERİN SEYYİDİ
…Hamza yayı omzunda, hurnundan soluyarak
Kabe’ye girdi,
müşriklerin elebaşını arıyordu. Ehu Cehil’i Kureyş’in ileri
jıelcnleıvle buldu: “Yeğenim Muhammed’e
dil uzatan sen misin” diyerek elindeki yayı
hıddetle yüzüne öyle bir indirdi ki, Ebu Cehil in suratı
kan revan
içinde kalmıştı.
Ve Harnza haykırdı:
“Vallahi bende
Muhammed’ın yolundayım.
Gücü yeten varsa beni
hu yoldan geri çevirsin.
kendine güvenen
elini kılıcına atsın
karsıma çıksın!”
(1)
Tabiatın en parlağından antik taş boyalarıyla boyanma mevsimi, İstanbul’da günün, ayın, mevsimin ve senenin her anında doyumsuzluk derecesinde alımlı, çalımlı ve güzeldir. Karanlığın yüzünü şimşek, şimşek yırtarak yeniden renklendiren güneş kendi henüz görünmediği halde, ufukta tatlı bir meyille direklenerek yükselen habercilerini gönderirken, gökyüzü pul pul savatlarından sıyrılan ve gittikçe menevişlenerek parlayan bir atlas kumaşın parlak elvanını andırıyordu.
İşte sevgi ve sıcaklığın hisli mekanları yuvalar kuşları, hürriyetin remzi kuşların gergin kanatları göğü, boşlukta çırpınarak uçan narin kanatlı rengarenk kelebekler çiçekleri, derin ve ince hissiyatın sessiz tercümanı çiçekler yaprakları, en hararetli havalarda güneşe inat yaş ve serin kalabilen yapraklar dalları boyanma cümbüşüne davet ediyorlardı.
Sabahın doğuş vakti; kendisini kovalayan güneşin dünkü nal izlerinde yer yer toprağın terinden nasibini almış dalgalı gümüş beyazı bulutlardan süzülerek yükselmeye başlamıştı. Serin huzmelerini gösterdikten kısa bir müddet sonra hayat veren tesirleriyle en sonunda şefkatli sıcaklığıyla birlikte arzı endam eden nazenin güneş, süslü taşlarla bezeli dantelalar ormanında padişahlığını yeniden ilan ediyordu. Hatta kendisini büyük bir debdebe ve nümayişle karşılamaya hazır bekleyen aşıklarının hepsine birden göz kamaştırıcı yaldızlı fırçasıyla saykal vurup parlatarak, göz kamaştırıcı saltanatının mührüyle hepsini bir kere daha damgalıyordu.
Dünkü gecenin düğmeleyip kapattığı bir sonbahar gecesi, şimdi gündüz güneşinin açmaya zorladığı bir gelin duvağı gibi, safha safha açılmakta ve mâh cemalini gündüz şeklinde göstererek haberini getirdiği saltanatın ihtişamlı nuruyla engin ruhlara dolmaktaydı. Dereler, tepeler bulutların arasından yağan nur çağlayanlarına gülümseyip kucak açarlarken, sonbaharın sarı kuşlukları; kışın beyaz öğlenlerini vebaharın yeşil ikindilerini hatta yazın erguvan akşamlarını hasret ve melal erbabına hayal aleminden efsunla karıştırıp perisuretiyle mest ederek en kıymet bilir cevelangâhı olan mekanın aynasında aksederek hatırlatıyordu.
Evet, evet; İstanbul… Hafif dalgalı denizin, azametli tarihin seslerini yad eden sûrun ve hasret yaralarına derman yetiştiren mavinin ihtişamında eteklerini yayıp oturarak, sere serpe çiçek açan bir güzeli andırıyordu. Yer ve göğün desen desen fırçaları bu tuvalin rengin rengine revnak verirken; bir tarafta gökten her saat daha da kuvvetlenerek gelen ışıklar sığ denizinde ıslanıyor, diğer tarafta deryaların buharı gökte kurumaya başlıyordu. Fakat bu alabildiğine debdebeli ve tantanalı inkılâp en hassas gülün yaprağını bile incitmiyor; mahir fakat görünmez bir el, delicesine akan zaman nehrini kalaylı bir bakır leğende şekil vererek uslandırıp parlatıyordu.
Koca tabiattaki bu dalgalanmalar bir bal arısının kırılmış iğnesini örümcek ağının ince iplikleriyle sarıp bağlamanın sevdasında sessiz maharetini gösterirken, bu velveleler aleminin her zerresinde, gözlere görünmeyen ama ruhlara hayat veren kıyametler kopuyordu. Ey kainatın sahibi, ey maddeye ruh, ruha hayat, hayata kuvvet, kuvvete satvet ve ona da devamlılık veren sonsuz kudret! Senin aşıkların bu tecelliye nasıl ve neyle tahammül edecekler…
Akşama doğru kızıl akşam güneşi ‘bugün’ denen maziyi ‘dün’ denen mezara gömerken, sessizce kayarak girdiği türbesine kızıl bir tülbent bağlamayı ihmal etmeden elveda demişti. Akşamın serinliği yeni bir gecenin tahtına kurulup, giden günün üzerine siyah bir tül çekerek yas elbiselerini giymiş hüzünlü bir sultan gibi üzerine oturuvermişti. Sanki gariplere yol gösteren çoban yıldızı ile büyük ayı zaman denen seli yakalayıp bir kasnağa germiş ve kendi nakışlarını semâ denen gergefte gurbet yolu gözleyen kızlar gibi işlemeye dalmışlardı. Dağlar ise, karanlığın koynundaki bir çocuk, ağzında yeni yeni çıkmaya başlayan, ama dişsiz denebilecek çenesinde sert bir eti çiğnemeye çalışır gibi, deniz dalgalarının terennümünde rüzgarın ricasını kırmadan, hayalde sessizce hareket eder gibiydiler.
Çini kâselerin işlemeli bakır tepside çın çın ötüşünde gelip giden bardak ve çanakların, yıkanan cam eşyanın çınlayarak öttüğü, ulu çınarın altında sandalye ve masaları serili, boğazın hemen kenarında kurulu bir mekanda birkaç dost ve arkadaş oturmuşlar, bu cennet gibi manzaranın koynunda tadına doyulmaz bir sohbete ve hasretle yâd edilen eski hatıralara dalmışlardı. Bir aralık söz dönüp dolaşmış ve sanata gelmişti. Dünyada sinema hususunda başarılı olan milletlerden söz açıldı, kendi kendini ifade edemeyen milletlerin düşünce ve hayatlarını anlatan çalışmaların olmadığından, onlara da kendini anlatabilme şansı verilmediğinden, ancak böyle bir fırsatı kimseye başkalarının vermeyeceğinden bahsedildi, önünde öfkeli bir engerek gibi sert tıslamalar çıkararak kaynayan semaverden bir bardak çay alan orta yaşlarda bir şahıs, ocağın içine düşen kebabı eliyle alır gibi çayını alıp karıştırdıktan sonra uzunca bir yudumu bardağından löpürdeterek emercesine çekip aldı ve dedi ki;
“Ne yazık ki bizde çok geç kalınmış ve çok zamandır ihmal edilmiş çeşitli şeyler var, ben şahsen çok büyük bir mirasın sahipleri olarak bizim bu ihmallerimize üzülüyor ve hatta kahroluyorum. Biz ne yazık ki millet olarak her sahada hep uyuduk, başkaları da bize döşek serdiler ve üzerimizi ölü toprağıyla örttüler, hep kendimizden habersiz yaşadık.”
Arkadaşlarından biri onun bu tenkidini biraz insafsız buldu;
“Neden kendine ve bize bu kadar haksızlık ediyorsun?”
Çayından bir yudumu daha derin pişmanlığı olanların hallerindeki ‘eyvâh’ı hatırlatarak çekti ve biraz daha dikelerek devam etti;
“Asla haksızlık değil bu, ben doğruyu söylüyorum; dünya milletleri arasında tarihleri bizim kadar uzun, renkli ve ihtişamlı, zaferler ve acı tecrübelerle dopdolu kaç millet gösterebilirsin?! Ama gel gör ki, yabancı filmler ve ‘popüler kültür’ dedikleri, kelimelerinden bile nefret ettiğim bu şey ne bizlerde beyin bıraktı, ne de çocuklarımızda milli bir his. Allah aşkına, bizim bu hususlarda hiç mi kabahatimiz yok?!”
Bir başkası hafifçe doğrularak onu tasdik etti;
“Tamamıyla doğru söylüyorsun; batının cinli, şeytanlı, perili, tütsülü filmleri yavrularımızın zihinlerindeki safiyeti bozdu, İçinden çıkılmaz soru işaretlerini oralara yerleştirdi, biz de bu manzarayı tiksinmemize rağmen seyrederken, yavrularımızın körpe dimağları heder oldu. Şimdi hepimiz bu mesuliyet duygusunu kalbimizin en ince noktalarına kadar hissetmeli; kendimize, özümüze, milletimize ve tarihimize dönmeliyiz. Bunu başaramazsak, bizler biz olarak yaşayamayız artık.”
Bir şeyler ortaya koymak yerine tüketmeyi seven ve o zamana kadar söze karışmayan biri sakız gibi yayılarak yapıştığı yerden doğrularak itiraz eder gibi sordu;
“Böyle yapınca ne olacak sanki, madalya mı takacaklar, kim takacak!? Çalışana yer yok bu ülkede.”
Boş ve aymaz bir itiraza filozof edasıyla cevap geldi;
“Büyük ve mühim şeylerin çok manileri olur, bu duvar gibi görünen örümcek ağlarını aşmamız gerek artık. Meselâ doğu milletlerinin birlik ve kardeşliğini işleyen, insaflı Ermenilerin bizleri haklı ve adaletli bulduğunu ve bu aziz milletin tarihinde katliam gibi utanç verici bir hadisenin olmadığını anlatan kaç film çektik? Mesela Araplarla bin seneden fazla oldu ki beraberiz, güya iki ayrı millet gibi görünmemize rağmen, her zaman beraber olmuşuz ve hiçbir büyük meydan savaşında karşılaşmamışız. Peki soruyorum müşterek duyguları ifade eder bir film olarak neyimiz var? Ya bizden sonra bir türlü aradıkları mutluluğu bulamayan balkan milletleri, yakın tarihte güzel ilişkilerimizin bulunduğu Doğu Avrupa’nın unutulmuş ülkesi Romanya? Bir millet elindeki cevherden bu kadar mı habersiz olabilir?!”
Diğer biri onu destekledi;
“Doğru söylüyorsun, maalesef İslamiyet sonrası tarihi beraber yaşadığımız milletlerle bu kadar uzun ve samimi beraberliğe rağmen, bir tane bile müşterek bir tarih kitabımız, filmimiz veya elle tutulur bir çalışmamız yok. Olanlar da büyük yaraya derman olamayan şahsi gayretler… Halbuki bu işlere ön ayak olacak kaynaklar çoğunlukla bizdedir.”
Saçlarının çoğu zaman denen rüzgarda savrulup gitmiş, biraz bedbin olduğu her halinden belli, kara kuru, beyaz saçlı olan da şöyle dedi;
“Niye uğraşalım ki; kısa yoldan, kadın bedeni üzerinden hareketle biraz aşk, biraz ihtirasla karışık intikam duygusunu paslı bir mikserde bol miktarda makyaj malzemesi ve boyalarla karıştırınca; al sana bedavadan dizi veya film. Seyredin milletim, sakın uyanmayın, nenize lazım sizin başka şeyler?! Arkadaşlar, bunca yıldır esassız ve hedefsiz, içinde fikrin, felsefenin, aklın olmadığı maneviyata düşman, maddeden habersiz şeyler yaptık, halkı da kendimize benzettik, vesselam…”
Dolgun vücutlu ve kravatlı olan da başka bir açıdan ele aldı;
“Ben de meseleye biraz ticari açıdan bakıyorum; eğer biz elimizdeki malzemeye uygun eserler yapabilseydik, Amerikalılardan çok daha fazla para kazanırdık. Ama yaptığımız işler her bakımdan ne yazık ki İranlıların bile gerisinde kaldı.”
“Gerçekten kazanır mıydık?”
“Asla mübalağa değil, bakınız, ibret dolu bir hatıramı anlatayım: Ben altmışlı yıllarda Mısır’da bulunduğumda oraya İstanbul fethi üzerine çekilmiş bir Türk filmi gelmişti. Başıma geleceği biliyordum, ama öylesine bir göreyim dedim; fakat ne yazık ki yanılmadım, o filmdeki basitlik beni kahretmişti. Yalnız o sinemadaki insanları bir görmeliydiniz; bir ezan sesi, bir Osmanlı taarruzu Müslüman Mısırlıları ayağa kaldırıyor, ıslıklar çaldırıyordu. Sinemada Hıristiyanlar da vardı tabii, onlar da sinemanın diğer tarafına geçmişler, çan sesleri gelince aynı şeyleri yapıyorlar, hatta Müslümanlarla karşılıklı olarak birbirlerine sataşıyorlardı.”
“Sen ne yaptın peki?”
“Ne yapayım, ben de o seyretmeye gelenleri seyrettim, hatta ne yalan söyleyeyim, benim de içimden bir şeyler koptu da gözlerim yaşardı.”
Herkes duygulanmıştı, bir hanım bardağını bitirinceye kadar konuşulanları dinledi ve sonra onu bir kenara koyarak dedi ki;
“Vallahi, ben de bu işe böyle bakmamıştım. Şimdi anlıyorum ki, biz bu hususta gerçekten büyük bir boşluk ve eksik bırakmışız. Fakat artık zaman oturup dövünme zamanı değildir. Terk ettiğimiz işe ne kadar erken başlarsak, kârdır.”
“önce güzel bir mevzu bulalım.”
“Filmini yaparsak dünyada birçok milletlerin sahip çıkacağı bir şey olabilir. Mesela Hazreti Peygamberin amcası Hamza… Bir filmde görmüş ve tesirinde kalmıştım. Konu Hamza değildi ama en fazla öne çıkan oydu. Zira hem Müslüman oluşu ve hem de şehitliği insanlara tesir etmişti.”
“Olur mu, ne derler sonra?!”
Umursamaz bir tavırla cevap verdi;
“Ne derlerse desinler efendim; yabancılar şimdiye kadar biz doğu ve Müslüman milletlerin müştereklerine dair çok şey yaptılar, kimse onları kınadı mı? Biz bile kendi yapmaktan kaçındığımız filmleri onlar yapınca, takdir ettik. Adamlar dünyanın malını götürdüler hatta… Sanki petrolden, ilaçtan ve teknolojiden götürdükleri yetmezmiş gibi… Biz kendi tarihimizi kendimiz yapınca mı laf işiteceğiz? Hem de yapan yapar, konuşan sadece konuşur, mühim olan iyiyi ve doğruyu başarmaktır.”
Hanım bu fikrine destek bulmuştu;
“Bana göre de Hamza konusu iyi, derhal bu hususta gerekli malzemeyi hazırlayalım.”
“Nasıl bir malzeme?”
“Senaryo haline gelebilecek roman tarzına yakın bîr çalışma mesela, şöyle ifadeleri edebi olsun, o zamanki Arap tarihini ve yaşayışını bilen biri tarafından çalışılmış olsun.”
Az önceki bedbin adam sevinçle dedi ki;
“işin orasını bana bırakın, siz geri kalanı halledin ve hazırlanın. Tam sizin istediğiniz gibi bir çalışma çok yakında size gelecektir! Önümüzdeki sene bugün, yine burada toplanmak üzere ayrılalım. O zaman sizin önünüze öyle bir çalışmanın geleceğine dair söz veriyorum. Var mısınız gerçekten?”
Zamanın zembereği önce yaprak ve çiçeklerde kanı çekilerek sararıp soldu, rüzgarda savrulan gazellerin ardından kayıp yerlere düştü, sonra kar ve buzlu yağmur olarak soğuk zemine üşüyerek yağdı, erime başlayınca çamur olarak sağa sola sıçradı. Daha sonra çekirdek, tohum ve sümbüllerde yeniden haşrolup hayat buldu. Ve her şey taze bir baharla yeniden dirilip tazelendiğinde, zamanın sene denen dilimi tekrar kendi ibresini gösterdi. Bir sene dolduktan sonra aynı günde tekrar bir araya geldiler; hoş beşten, yiyip içmeden sonra, sıra Hazreti Hamza üzerine yapılan çalışmaya gelmişti. Hanım dedi ki;
“Evet, Arif Bey; bakın biz sözümüzde durduk, sizden ne haber?”
“Hazırlanan çalışmayı dinlemeye hazır mısınız?”
“Tamam, hazırız.”
“Buyurun öyleyse…”
(2)
Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberin ebediyet alemine göçmesinden az denebilecek bir zaman sonraydı. Onun açmış olduğu yolu takip eden İslam orduları bir zamanlar kendilerini boğmak üzere büyük kalabalıklarla üzerlerine yürüyen Bizans kuvvetlerini darmadağın ederek, Suriye taraflarında destanlar yazıyorlardı. Müslümanlarla alay eden ve kendilerini dünyanın en güçlüleri zanneden Bizanslıların direnebildikleri en son nokta Yermûk olacaktı. Burada da tutunamadıkları takdirde Bizans taarruz gücünü artık kaybetmiş ve başarabilirse müdafaa harplerine geçmek zorunda kalacaktı.
Ürdün arazisinde kıvrılıp köpürerek akan Yermûk nehri bu havalide geçen heyecanlı ve büyük hadiseleri başını taştan taşa vurarak şarıldayıp akarken seyretmişti. Fakat bu andan itibaren işitip de anlatacakları her halde bu zamana kadar olanları mana ve renk bakımından fersah fersah geride bırakacaktı. Zira bu yepyeni ve tertemiz bir adalet ve medeniyetin; köhnemiş, bozulmuş ve zülüm ve putperestlikle karışarak safiyetini iyiden iyiye yitirmiş bir sisteme üstün gelmesi ve insanlığı kurtarması olacaktı.
Müslümanlar henüz Mekke devrinde iken Rumlar ateşperest İran kuvvelerine önce yenilmişlerdi. Ancak birkaç sene içerisinde Bizanslılar kendilerini toparlayarak, hem düşmanlarını yenmiş ve hem de kaybettiği topraklan fazlasıyla geri almışlardı. Böylesine büyük bir zaferden sonra onun için kendilerini yeni dinlerine davet eden Müslümanları yenmek işten bile olmamalıydı. Fakat ne yazık ki durum hiç de zannedildiği gibi olmaya….
“Allah’ın Aslanı Hz. Hamza” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Tarihi Roman
- Kitap AdıAllah'ın Aslanı Hz. Hamza
- Sayfa Sayısı252
- YazarEbubekir Subaşı
- ISBN9944103152
- Boyutlar, Kapak 13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviMAVİ LALE KİTABEVİ YAYINLARI / 2008
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Helal Gıda ~ Febe Armanios, Boğaç Ergene
Helal Gıda
Febe Armanios, Boğaç Ergene
İslâmiyet’teki “helal” gıda kavramını tarihsel bir perspektifle, derinlemesine ele alan Febe Armanios ve Boğaç Ergene, Müslümanların beslenme anlayışlarına ve gıda tercihlerine kapsamlı bir bakış...
- Atam Oğuz ~ Ramazan Ateş
Atam Oğuz
Ramazan Ateş
Türklerin Atası olarak kabul edilen Oğuz Kağan kimdir? Bu soruya onlarca yanıt verebiliriz. Geçmiş zamanlardan beri Oğuz Kağan hakkında birçok araştırma yapılmış, birçok tez ortaya konulmuştur. Bu araştırmalardan yola çıkarak, Oğuz Kağan’ın Zülkarneyn, Makedonların efsanevi kralı Büyük İskender, Saka Hükümdarı Alp Er Tunga, Hun İmparatoru Mete Han, 2.Göktürk Devleti’nin kurucusu Bilge Kağan, olduğu iddia edilegelmiştir. Bu kişilerin her biri içinde güçlü kanıtlar sıralanmıştır.
- Lale Devri; Hasbahçede Sonbahar ~ Zekeriya Yıldız
Lale Devri; Hasbahçede Sonbahar
Zekeriya Yıldız
Bir yanda kalkınma, lüks ve şatafatın baş döndüren cazibesi Savaşmaktan yorulan devletlülerin hiç bitmeyen eğlence sarhoşluğu Gösterişli alaylar, köşkler, kasırlar, zevk ve safa ehli...
özet yaza bilirmisiniz