GİRİŞ
DANIELLE
O geceyi artık çok fazla hatırlamıyorum. Başlangıçta, asla unutmayacağınızı sanıyorsunuz. Oysa zaman karmaşık bir şey, özellikle bir çocuk için. Her geçen yıl, hafızanızdaki ayrıntılar yavaş yavaş silinmeye başlıyor. Doktor Frank bunun başa çıkma becerisi olduğunu söylüyor. Akıl sağlığım düzelmeye, doğal gelişimini sürdürmeye başlamış. Kendimi suçlu hissetmemi gerektiren bir durum yok.
Oysa, elbette ki kendimi suçlu hissediyorum.
Bir çığlıkla uyandığımı hatırlıyorum. Muhtemelen annemin, ama polis raporlarına göre ablamın çığlığı olmalıymış. Odam karanlıktı. Şaşkındım, göremiyordum. Havada bir koku vardı. Bunca yıl sonra çok net hatırladığım tek şey bu koku. Ateşten kaynaklandığını sandığım ama aslında barut olan, koridor boyunca süzülen dumansı bir koku.
Giderek artan sesler. Duyduğum ama göremediğim şeyler: ayak sesleri, merdivenlerden aşağı yuvarlanan bir gövdenin patırtısı. Sonra, kapımın dışında yankılanan babamın sesi.
“Ah Danny kızım. Benim güzel, güzel Danny kızım.”
Kapım açıldı. Karanlığın ortasında parlak bir dikdörtgen parlıyor, babamın gölgesi kapı aralığına düşüyordu.
“Danny kızım,” diye şakıdı daha canlı bir sesle. “Benim güzel, güzel Danny kızım.”
Sonra silahı alnına dayayıp tetiği çekti.
Hemen sonra neler olduğundan emin değilim. Yataktan mı çıktım? 911’i mi aradım? Annemi kurtarmaya ya da ablamın parçalanmış kafatasından veya ağabeyimin kırılmış kemiklerinden akan kanı durdurmaya mı çalıştım? Bilemiyorum…
Odaya başka bir adamın girdiğini hatırlıyorum. Sakinleştirici bir sesle bana sorun kalmadığını, güvende olduğumu söyledi. Dokuz yaşında ve bebek muamelesi görmek için fazla büyük olduğum halde beni kucağına alarak gözlerimi kapatmamı istedi. Olanları görmemden endişe ediyordu.
Başımı onun omzuna gömdüm ama tabii ki gözlerimi kapatmadım.
Görmek zorundaydım. Kaydetmek zorundaydım. Hatırlamak zorundaydım. Sağ kalan tek kişinin yapması gereken buydu.
Polis raporlarına göre babam o gece sarhoştu. Beylik tabancasını doldurmadan önce viski şişesinin dibini görmüştü. Bir hafta öncesinde -iki kez içkili geldiği tespit edildiği için-şerifin ofisindeki işini kaybetmişti. Şerif Wayne, beni evden dışarı çıkaran adam, işten uzaklaştırılmasının babamı davranışlarını düzeltmeye, hatta “Adsız Alkolikler”e katılmaya zorlayacağını düşünüyordu. Fakat belli ki babamın başka düşünceleri vardı.
Yatak odasından başlamış, önce annemi yatağının yanında yakalamıştı. Sonra, muhtemelen odasının kapısından kafasını uzatıp olanları gören on üç yaşındaki ablama yönelmişti. On bir yaşındaki ağabeyim de koridora çıkmış, kaçmaya çalışmıştı. Babam onu sırtından vurmuş, Johnny merdivenlerden aşağı yuvarlanmıştı. Düzgün bir atış değildi, Johnny’nin ölmesi biraz zaman almıştı.
Kuşkusuz bütün bunları hatırlamıyorum, ama on sekizinci yaş günümde resmî tutanakları okudum.
Hiç bulamadığım cevapları arıyordum.
Babam benim dışımda bütün ailemi öldürmüştü. Bu, en çok beni sevdiğini mi yoksa benden nefret ettiğini mi gösteriyordu?
“Sen ne düşünüyorsun?” derdi Doktor Frank her seferinde.
Ben, hayat hikâyemin bu olduğunu düşünüyorum.
Keşke size annemin gözlerinin rengini anlatabilseydim.
Mantıken mavi olduğunu düşünüyorum çünkü ailem ölünce annemin kız kardeşi Helen Teyze’yle yaşamaya başladım. Helen Teyze’nin gözleri maviydi ve bana kalan fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla annemle birbirlerine tıpatıp benziyorlardı.
Oysa bu bir sorundu. Helen Teyze anneme o kadar benziyordu ki, geçen yıllar içinde annemin yerini almıştı. Zihnimde Helen Teyze’nin gözlerini görüyordum. Onun sesini duyuyor, geceleri beni saran ellerini hissediyordum. Canım yanıyordu çünkü ben annemi istiyordum. Oysa o gitmişti ve hain anılarım onu babamdan daha etkili öldürüyordu. Böylece polis raporlarına ve olay yeri fotoğraflarına daha bir azimle bakar olmuştum. Artık annemle ilgili hafızamdaki tek görüntü, alnının ortasında bir delikle kameraya merakla bakan durgun bir yüzdü.
Natalie ve Johnny’yle kol kola verandada otururken çekilmiş fotoğraflarımız var. Mutlu görünüyoruz, ama kardeşlerim bana hoşgörü mü gösterirlerdi yoksa benimle dalga mı geçerlerdi, artık hatırlayamıyorum. Bir gece ansızın öleceklerini ve benim hâlâ yaşamaya devam edeceğimi hiç tahmin etmişler miydi? O güneşli öğleden sonra, hiçbir hayallerinin gerçekleşmeyeceğini düşünebilmişler miydi?
“Hayatta kalma sendromu,” diye hatırlatırdı Doktor Frank nazikçe. “Hiçbiri senin suçun değil.”
Hayat hikâyem.
Helen Teyze benimle ilgili gereken her şeyi yaptı. Kırk yaşını geçmişti, çocuğu yoktu, işiyle evli bir şirket avukatıydı. Boston’da tek odalı bir apartman dairesinde yaşıyordu; o yüzden ilk yıl kanepede uyumak zorunda kaldım. Sorun değildi çünkü ilk yıl zaten uyuduğum yoktu; o ve ben geceler boyu oturup I Love Lucy’nin tekrar gösterimlerini izler, başlangıçta bir hafta sonrasında ise bir yıl önce neler olduğunu düşünmemeye çalışırdık.
Bu bir tür geri sayım gibiydi, ama hedefe hiç yaklaşamıyordunuz. Her gün, bir önceki gün kadar berbattı. Bu genel berbatlığı kabullenmeye başlıyordunuz.
Doktor Frank’i bana Helen Teyze buldu. Beni, sürekli gözetim altında tutulup birebir ilgilenilecek, küçük sınıfları olan özel bir okula kaydetti. İlk iki yıl okumayı sökemedim. Harfleri yazamıyor, rakamları hatırlayamıyordum. Her sabah yataktan kalkmak bütün enerjimi tüketiyordu, başka bir şey yapamıyordum. Arkadaş edinemedim. Öğretmenlerimin gözlerinin içine bakamadım.
Her geçen gün, bütün gücümle ayrıntıları, annemin gözlerini, ablamın çığlığını, ağabeyimin budala gibi sırıtışını hatırlamaya çalışarak öylece oturuyordum. Kafamda başka hiçbir şey için yer yoktu.
Sonra bir gün sokakta yürürken, bir adamın eğilip kızının başına bir öpücük kondurduğunu gördüm. Baba şefkatinin anlık dışavurumu. Kız, babasına baktı, yüzü milyonlarca vat gücünde bir gülücükle aydınlanmıştı.
Ve kalbim öylece parçalara ayrıldı.
Ağlamaya başladım. Teyzemin evine doğru Boston sokaklarında koşarken anlamsızca hıçkırıyordum. Dört saat sonra teyzem eve döndüğünde hâlâ kanepenin üstünde ağlıyordum. O da bana katıldı. Bütün haftayı, fonda Gilligans Island oynarken, kanepede ağlayarak geçirdik.
“Aşağılık herif,” dedi, sonunda ağlamayı kestiğimizde. “Kahrolası, kahrolası aşağılık herif.”
Ve ben teyzemin, kız kardeşini katlettiği için mi, yoksa istemediği bir çocuğu başına sardığı için mi babamdan nefret ettiğini merak ettim.
Hayat hikâyem.
Atlattım. Her zaman hatırlayamasam bile yaşıyorum, hayatta kalmanın sorumluluğunu yaşıyorum.
Büyüdüm. Üniversiteye gittim. Pediatrik psikiyatri hemşiresi oldum. Artık günlerimi Boston’da, tecrit edilmiş pediatrik psikiyatri servislerinden birinde, gaipten sesler duyan altı yaşında bir çocuk, kendine zarar veren sekiz yaşında bir kız ve kendinden küçük kardeşleriyle asla yalnız kalmaması gereken, on iki yaşında bir ağabeyle uğraşarak geçiriyorum.
Burası akut tedavi servisi. Bu çocukları iyileştirmiyoruz. Uygun ilaçlarla, eğitici bir ortamda ve elimizden gelen diğer tüm numaralarla onları dengede tutmaya çalışıyoruz. Sonra gözlemliyoruz. Her çocuğu mutlu eden şeyin ne olduğunu belirlemeye çalışarak, kimi rehabilitasyon programıyla, kimi uzun soluklu bir tedavi sonrasında, kimi ise gözetim altında eve dönmeye hazırlanan bu çocuklarla uğraşacak uzmanlara öneriler hazırlıyoruz.
Çocuklarımızın bazıları gelişme gösteriyor. Olabilecekleri en iyi insan haline gelebiliyor ve tam anlamıyla zafer kazanabiliyorlar. Bazıları intihar ediyor. Bazıları ise cinayet işleyip gazetelerde manşetlere çıkıyor: Sorunlu genç ateş açtı; ağabey bütün aileyi katletti. Ve bu işle ilgisi olan ya da olmayan insanlar ölüyor.
Ne düşündüğünüzü biliyorum. Bu işi, kendim gibi kayıp çocukları kurtarmak için seçtiğimi düşünüyorsunuz. Hatta belki, daha büyük bir kahramanlık göstererek, kendi ailemdeki gibi başka trajediler olmasını önlemek için.
Ne düşündüğünüzü anlıyorum.
Oysa henüz beni tanımıyorsunuz.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Edebiyat Roman (Yabancı) Tüm Kitaplar
- Kitap AdıAnlatmak İçin Yaşa
- Sayfa Sayısı527
- YazarLisa Gardner
- ISBN9786053480747
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviMartı Yayınevi / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Martin Eden ~ Jack London
Martin Eden
Jack London
Genç adam, şapkasını çıkarmış, anahtanyla kilidi açmaya çalışan adamı izliyordu. Sonunda kilit açıldı ve önündeki adamı izleyerek odaya girdi. Kaba ve üzerine denizin kokusu...
- Babamın Tanrı Olduğunu Sandım ~ Paul Auster
Babamın Tanrı Olduğunu Sandım
Paul Auster
“Ulusal Radyo’nun ayda birkaç kez canlı yayında hikâyelerimi okuma önerisini reddetmek üzereydim. Akşam yemeğinde karımın verdiği fikir olmasa bu kitaptaki parçaların çoğu yazılmamış olacaktı....
- Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu ~ Stefan Zweig
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu
Stefan Zweig
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu ; Stefan Zweig’ın 1922 tarihli bu novellası, saplantılı aşk üzerine yazılmış en çarpıcı metinlerden biridir. Hayatı boyunca kendisinin farkında bile...