Hepimiz arı ile çiçeğin dansını biliriz; bal yapmak için nektar ve polen toplayan arı ve arıya istediklerini vererek genlerini uzaklara yayan çiçek. Büyük resmi göremeyen arı muhtemelen bahçede kendisini özne, yağmaladığı çiçeği ise nesne sanıyor. Meselenin aslı ise şu; çiçek arıyı, polenini çiçekten çiçeğe taşıması için zekice kullanmakta.
NEW YORK TIMES BESTSELLER
Kabul edelim, bitikilerin bizi de aynı şekilde kullanabiliyor olması aklımızın ucundan geçmiyor. İnsan doğa ilişkisi üstüne yazılmış en etkileyici kitaplardan biri kabul edilen Arzunun Botaniği’nde Michael Pollan insanlarla evcilleşmiş bitkiler arasındaki çıkar temelli ilişkiyi büyüleyici bir şekilde sergiliyor. Dört temel insan arzusunu -tatlılık, güzellik, sarhoşluk ve kontrol- bunları tatmin eden dört bitki -elma, lale, kenevir ve patates- ile ilişkilendirip bu bitkilerin nasıl insanoğlunun en temel dürtülerini hoşnut etmek için evrildiğini gösteriyor. Ve sayfalar ilerledikçe görüyoruz ki, tıpkı bizim bu bitkilerden faydalandığımız gibi, bitkiler de bizden faydalanıyor bu karşılıklı oyunda. Bu kitap İnsan ve Doğa hakkında farklı türde bir hikâye anlatıyor; bizi Yerküre’de yaşam denilen bu karşılıklı büyük ağın içine geri yerleştirmeyi amaçlayan bir hikâye bu. “Okuduğunuz okuyacağınız her şeyden daha büyüleyici.” Entertainment Weekly “Pollan sadece doğal yaşam üstündeki etkilerimize değil, kendi doğamıza da ışık tutuyor. Nefes kesici.” New York Times
İÇİNDEKİLER
Teşekkür VII
Giriş İnsan Denen Yabanarısı IX
1. Bölüm Arzu: Tatlılık / Bitki: Elma 1
2. Bölüm Arzu: Güzellik / Bitki: Lale 45
3. Bölüm Arzu: Sarhoşluk / Bitki: Marihuana 93
4. Bölüm Arzu: Kontrol / Bitki: Patates 157
Sonsöz 211
Kaynakça 219
Dizin 229
GİRİŞ
İNSAN DENEN YABANARISI
Bu kitabın tohumları ilk kez bahçemde atıldı; aslına bakarsanız bahçeme tohum ektiğim sırada atıldı. Tohum ekmek hoş, gelişigüzel bir iştir. Zahmetli de sayılmaz, başka şeyler düşünmeye bolca vaktiniz kalır. Mayıs ayının bir öğleden sonrasıydı; arıların çevresinde vızıldayıp durduğu çiçek açmış bir elma ağacının civarına sebze fideleri ekiyordum. Ve kendimi şunu düşünürken buldum: Bu bahçede (ya da herhangi bir bahçede) insanoğlunun rolü ile yabanarısının rolü arasında ne gibi farklılıklar var? Eğer bu kulağa gülünç bir mukayese gibi geliyorsa, o öğleden sonra bahçede ne yaptığımı bir düşünün: Bir türün genlerini yayıyordum – başka bir türün genlerini de yayabilirdim, ama onu değil, özellikle bu türü seçmiştim. Bu durumda, diyelim ki pırasa yerine, parmak patatesin genlerini yayıyordum. Benim gibi bahçıvanlar bu tür seçimleri hakkı olarak görürler: Derim ki kendime, bu bahçede hangi türlerin serpilip gelişeceğine ve hangilerinin yok olacağına sadece ben karar veririm. Başka bir deyişle, buranın sorumlusu benim ve benim arkamda benden çok daha fazla sorumluluk taşıyan başka kişiler de duruyor; bahçıvanların, botanikçilerin, yetiştiricilerin ve bugünlerde ekmeye karar verdiğim patatesi “seçmiş”, “geliştirmiş” ya da “yetiştirmiş” olan genetik mühendislerin oluşturduğu upuzun bir zincir bu. Dilbilgimiz bile bu ilişkinin koşullarına tam bir açıklık getiriyor: Bitkileri ben seçerim, yabani otları ben yolarım, ekini ben hasat ederim.
Dünyayı öznelere ve nesnelere bölmüşüz ve burada, bahçede, doğada genellikle olduğu gibi, biz insanlar özneyiz. Fakat o hafta sonu bahçede şunu düşündüm: Ya bu dilbilgisi baştan sona yanlışsa? Ya aslında kendine hizmet eden bir kibirden ibaretse? Bir yabanarısı da muhtemelen bahçede kendisini bir özne, nektar damlası için yağmaladığı çiçeği de nesne sayıyordur. Ancak şunu biliyoruz ki, bu sadece arının büyük resmi göremeyişinden kaynaklanıyor. Meselenin aslı şu: Çiçek, arıyı, polenini çiçekten çiçeğe taşıması için zekice kullanmıştır. Arılar ile çiçekler arasındaki kadim ilişki, “birlikte evrim” olarak bilinen kavramın klasik bir örneğidir.
Arı ile elma ağacının yaptıkları gibi birlikte evrimsel bir alışverişte, iki taraf bireysel çıkarlarını geliştirmek adına birbirini etkiler; fakat sonucunda yardımlaşmış da olur: Arı için besin, elma genleri için ulaşım. Her iki taraf için de bilincin işin içine girmesi gerekmez; özne ile nesne arasındaki geleneksel ayrım, herhangi bir anlam taşımaz. Şunu anladım ki, benimle ekmekte olduğum patates arasındaki durum da aslında pek farklı değildi; biz de, tıpkı tarımın on bin yılı aşkın bir süre öncesinde doğuşundan bu yana olduğu gibi, birlikte evrimsel bir ilişkinin ortaklarıydık. Biçimi ve kokusu sayısız nesiller boyunca arılar tarafından seçilmiş olan elma çiçeği gibi, patatesin de boyutu ve tadı, sayısız nesiller boyunca bizim tarafımızdan seçilmiştir – İnkalar, İrlandalılar, hatta benim gibi McDonald’s’ta kızarmış patates siparişi verenler tarafından. Arıların da, insanların da seçim kriterleri vardır: arı açısından simetri ve tatlılık; patates yiyen insan açısından da ağırlık ve besin değeri. Birimizin, zaman zaman arzularının farkında olacak şekilde evrilmiş oluşu, bu düzenlemede rol alan çiçek ya da patates açısından fark etmez. Bu bitkilerin önem verdiği tek şey, her varlığın en temel genetik düzeyde önem verdiği şeydir: Kendisinin daha çok kopyasını çıkarmak. Bu bitki türleri, deneme-yanılma yöntemiyle bunu yapmanın en iyi yolunun hayvanları –arı ya da insan, fark etmez– genlerini yaymaya ikna etmek olduğunu öğrenmiştir. Nasıl mı? Hayvanların bilinçli olan ya da olmayan arzularıyla oynayarak.
Bunu yapmayı en etkin biçimde başaran çiçekler ya da patatesler, daha verimli olan ve daha fazla çoğalanlardır. İşte o gün aklıma bir soru takıldı: Bu patatesleri ekmeyi ben mi seçtim, yoksa bunu bana patates mi yaptırdı? Aslında her ikisi de doğru. O patatesin bir tohum kataloğunun sayfalarında yumrulu cazibesiyle hava atarak beni baştan çıkardığı anı tamı tamına hatırlıyorum. Sanırım işi bitiren, lezzet duygusu uyandıran “tereyağımsı sarı etli” kelimeleri oldu. Bu entipüften, yarı bilinçli bir olaydı: Katalogda karşılaşmamızın evrimsel sonuçları olabileceği aklımın köşesinden bile geçmemişti. Oysa evrim sınırsız entipüften ve bilinçsiz olaydan oluşur ve patatesin evriminde, benim belli bir ocak akşamı belli bir tohum kataloğunu okumam da bunlardan biridir. O mayıs öğleden sonrasında bahçe aniden önümde yepyeni bir ışığın altında belirdi; göze, burna ve dile sunduğu pek çok ve çeşitli keyifler artık o kadar masum ya da edilgen değil. Hep arzumun nesnesi gözüyle baktığım tüm bu bitkiler, anladım ki, aynı zamanda beni etkileyen, onlar için kendilerinin yapamadığı şeyleri yaptıran öznelermiş meğer. Ve işte o zaman bu fikir aklıma geldi: Bahçenin ötesindeki dünyaya bu şekilde bakarsak, doğadaki yerimizi aynı baş aşağı perspektifle görürsek ne olur? Bu kitap, hepimizin yakından tanıdığı dört bitkinin –elma, lale, kenevir ve patatesin– ve onların kaderlerini bizimkine bağlayan insani arzuların hikâyesini anlatarak tam da bunu yapmaya çalışıyor. Daha geniş konusu ise, insanlar ile biraz alışılmadık bir açıdan yaklaştığım doğal dünya arasındaki karmaşık, karşılıklı ilişki: Bitkinin bakış açısını ciddiye alıyorum.
Bu kitabın hikâyelerini anlattığı dört bitki “evcilleştirilmiş türler” dediğimiz bitkiler. Evcilleştirilmiş türler hayli tek yönlü bir terim (yine o dilbilgisi); kontrolün bizde olduğuna dair yanlış bir izlenim bırakıyor. Evcilleştirmeyi otomatikman bizim başka türlere yaptığımız bir şey olarak düşünüyoruz; oysa onu, bazı bitki ve hayvanların bize yaptığı bir şey, kendi çıkarları adına geliştirdikleri zekice bir strateji olarak düşünmek de aynı derecede mantıklı. Son on bin yılı nasıl en iyi şekilde besleyeceklerini, şifa vereceklerini, giydireceklerini, sarhoş edeceklerini ve başka şekillerde bize keyif vereceklerini çözmeye çalışarak geçiren bu türler, doğanın en büyük başarı hikâyelerinden bazıları olmuştur. Şaşılacak olan ise inek, patates, lale ve köpek gibi türleri, doğanın daha olağanüstü yaratıkları olarak görmeyişimizdir. Evcilleştirilmiş türler, yabanıl kuzenlerinin genelde yaptığı gibi saygımızı talep etmez. Evrim birbirine bağlı olmayı ödüllendiriyor olabilir, ancak düşünen benliklerimiz, kendi kendine yeterliliği ödüllendirmeyi sürdürür.
Bizim için kurt, her nedense köpekten daha etkileyicidir. Ancak bugün Amerika’da elli milyon köpeğe karşılık sadece on bin kurt var. Öyleyse köpek, bu dünyada geçinip gitme konusunda yabanıl atasının bilmediği neyi biliyor? Köpeğin bildiği en önemli şey yanı başımızda evrildiği on bin yıl boyunca ustası olduğu konu– biziz: İhtiyaçlarımız, arzularımız, duygularımız ve değerlerimiz, ki hepsi, varlığını sürdürebilmesi için incelikli bir stratejinin bir parçası olarak genlerine yerleşmiştir. Köpeğin genomunu bir kitap gibi okuyabilseydiniz, kim olduğumuz ve bizi nelerin motive ettiği hakkında çok şey öğrenebilirdiniz. Normalde bitkilere hayvanlar kadar itibar etmeyiz, ancak aynı şey elma, lale, kenevir ve patatesin genetik kitapları için de geçerli olabilir.
Onların sayfalarında, insanları arılara dönüştürmek için geliştirdikleri zekice talimatlarda, kendimize dair ciltler dolusu şey okuyabiliriz. On bin yıllık birlikte evrimin ardından genleri adeta hem doğal hem de kültürel bilginin zengin arşivlerini oluşturmuş. Örneğin, taç yaprakları süvari kılıcı gibi sivrilmiş olan fildişi renkli lalenin DNA’sı bir arının değil, bir Osmanlı Türkü’nün gözünü çelecek ayrıntıda talimat içeriyor; bize o çağın güzellik anlayışı hakkında söyleyecekleri var. Aynı şekilde her Russet Burbank patates, endüstriyel besin zincirimiz ile uzun, kusursuz altın rengi kızarmış patates zevkimiz üzerine içinde bir risale taşıyor. Bunun nedeni ise son birkaç yüzyılı yapay seçilim yoluyla bu türleri yeniden yaratarak; ufacık, toksik bir kök yumrusunu şişman, besleyici bir patatese; kısa, alımsız bir yabani bitkiyi uzun boylu, büyüleyici laleye dönüştürerek geçirmiş olmamız. Çok daha az aşikâr olan ise –en azından bizim için– bu bitkilerin aynı zamanda bizi de yeniden yaratıyor oluşu.
Bu kitaba Arzunun Botaniği diyorum, çünkü bitkilerin kendileri hakkında olduğu kadar bizi bu bitkilere bağlayan insani arzuları da anlatıyor. Söz konusu arzuların –tıpkı sinekkuşunun kırmızı sevgisi ve karıncanın yaprak bitinin yapışkan salgısına olan zaafı gibi– doğa tarihinin bir bölümünü oluşturdukları şeklinde bir önermem var. Ben bu arzuları insanların nektarı olarak görüyorum.
Bu nedenle de elinizdeki kitap, söz konusu dört bitkinin toplumsal tarihini keşfetmenin ve onları kendi hikâyemizle birlikte örmenin yanı sıra, bu bitkilerin tahrik ve teşvik ettiği dört insani arzunun da doğa tarihini anlatıyor. Ben yalnızca patatesin Avrupa tarihinin seyrini nasıl değiştirdiğiyle ya da kenevirin Batı’daki romantik devrimi nasıl ateşlediğiyle değil, erkek ve kadın tüm insanların zihinlerindeki fikirlerin bu bitkilerin görünüşünü, tadını ve zihinsel etkilerini nasıl dönüştürdüğüyle de ilgileniyorum. Birlikte evrim süreci vasıtasıyla insanların fikirleri doğal olgulara dahil olur: Örneğin, bir lalenin taç yapraklarının biçiminde ya da bir Jonagold elmanın belirgin, keskin tadında ortaya çıkar. Burada araştırdığım dört arzu, elmanın hikâyesinde geniş anlamıyla tanımlanan tatlılık, laleninkinde güzellik, kenevirinkinde sarhoşluk ve patatesin hikâyesinde de kontrol – özellikle de kadim evcilleştirme sanatının günümüzde yüzünü çevirdiği yönü görmek üzere bahçemde yetiştirdiğim genetiği değiştirilmiş bir patatesin hikâyesinde.
Bu dört bitkinin söz konusu dört arzu hakkında öğretecekleri önemli bir şey var; bizi motive eden şeyler nedir? Örneğin, çiçeği anlamadan güzelliğin çekimsel gücünü anlayamayız diye düşünüyorum; çünkü çok uzun zaman önce, çiçeğin cazibesi evrimsel bir strateji olarak ortaya çıktığı anda güzellik fikrini dünyaya ilk kez buyur eden çiçekti. Aynı şekilde sarhoşluk da; beynimizde zevke, hafızaya, hatta belki de aşkınlığa hükmeden mekanizmaların kilidini açabilecek moleküler anahtarın kimyasal maddelerini imal etmeyi beceren bir avuç bitki olmasaydı, sarhoşluk, hiçbir zaman tatmin edemeyeceğimiz insani bir arzu olacaktı. Evcilleştirme, şişman yumrular ile uysal koyunlardan çok daha fazla anlam taşır; bitkiler ile insanlar arasındaki kadim evliliğin evlatları, farkına vardığımızdan çok daha tuhaf ve fevkaladedir. İnsani hayal gücünün, güzelliğin, dinin ve muhtemelen felsefenin de bir doğa tarihi vardır. Bu kitaptaki amaçlarımdan biri de, bu sıradan bitkilerin bahsi geçen tarihte oynadığı role bir nebze ışık tutmak.
Bitkiler insanlara o kadar benzemez ki, karmaşıklıklarını tam olarak takdir etmek bizim için çok zordur. Buna karşılık bitkiler bizden çok, çok daha uzun bir süredir evriliyorlar; varlıklarını sürdürmek için yeni stratejiler icat ediyorlar. Tasarımlarını o kadar uzun bir süredir kusursuz hale getirmekteler ki, birimizden birinin daha “gelişmiş” olduğunu söylemek, gerçekten de o kelimeyi nasıl tanımladığınıza, hangi “gelişmişlik”lere değer verdiğinize bağlı. Elbette biz bilince, alet yapma ve lisan gibi yetilere değer veririz, çünkü bunlar bugüne kadarki evrim yolculuğumuzda vardığımız noktalar olmuş. Bitkiler tüm o yolu ve hatta daha fazlasını kat etmiştir sadece farklı bir yönde yolculuk ettiler.
Bitkiler doğanın simyacılarıdır; su, toprak ve güneş ışığını değil imal, idrak etmesi bile insanoğlunun yetilerinin çok ötesinde olan bir dizi değerli maddeye dönüştürme uzmanlarıdır onlar. Biz bilincin hakkını vermeyi ve iki ayak üzerinde yürümeyi öğrenirken bitkiler, aynı doğal seçilim süreciyle fotosentezi icat ediyor (güneş ışığını yiyeceğe dönüştürme şeklindeki şaşırtıcı numara) ve organik kimyayı kusursuz hale getiriyorlardı. Bitkilerin kimya ve fizikteki keşiflerinin çoğunun sonuçta bize de faydası oldu. Besleyen, şifa veren, zehirleyen ve duyuları hoşnut kılan kimyasal bileşimler de, bizi canlandıran, uyutan ve sarhoş eden başkaları da, hayret verici bilinç değiştirme gücüne sahip birkaç tanesi de bitkilerden gelir, hatta uyanık insanların beynine rüya ekme işi bile. Neden bu sıkıntıya katlanıyorlar?
Bitkiler bunca çok sayıda karmaşık molekülün reçetelerini hazırlayıp, sonra da onları imal etme zahmetine neden girsin ki? Önemli bir neden, savunma. Bitkilerin ürettiği kimyasal maddelerin çoğu, başka yaratıkları onları kendi hallerine bırakmaya mecbur etmek üzere doğal seçilimle tasarlanmıştır: ölümcül zehirler, kötü kokular, yırtıcıların aklını karıştırmak için toksinler. Ancak bitkilerin yaptığı diğer maddelerin çoğunun da tam tersi bir etkisi vardır; arzularını kışkırtıp tatmin ederek, başka yaratıkları kendilerine çekerler. Bitki yaşamının aynı büyük varoluşçu olgusu, bitkilerin neden diğer türleri hem iten hem çeken kimyasal maddeler yaptığını açıklar: hareketsizlik.
Bitkilerin yapamadığı tek önemli şey hareket etmek ya da daha doğrusunu söylemek gerekirse, bir yerden başka bir yere gitmektir. Bitkiler onları avlayan yaratıklardan kaçamaz; ayrıca yardım olmaksızın yerlerini değiştiremedikleri gibi, alanlarını da genişletemezler. Ve böylece yüz milyon yıl önce bitkiler, tesadüfen, hayvanların onları ve genlerini başka yerlere taşımasını sağlayan bir yöntemi –aslında birkaç bin farklı yöntem– keşfettiler. Bu, kapalı tohumlu bitkilerin (yani gösterişli çiçekleri olan ve başka türlerin yaymaya teşvik edildiği büyük tohumlar oluşturan yeni ve olağanüstü bir bitki sınıfı) ortaya çıktığı evrimsel bir dönüm noktasıdır. Bitkiler evrim geçirerek, Velkro gibi hayvan kürklerine bağlanan kozalaklar, balarılarını polenlerine bulansın diye kandıran çiçekler ve sincapların yardımsever bir şekilde bir ormandan diğerine taksi gibi taşıdığı, gömdüğü ve sonra da yeterli sıklıkta yemeyi unuttuğu palamutlar geliştirmeye başladılar.
Evrim bile evrilir. On bin yıl kadar önce dünya, bizim biraz benmerkezci şekilde “tarımın icadı” diyeceğimiz ikinci bir bitki çeşitliliğinin çiçek açışına tanık oldu. Bir grup kapalı tohumlu bitki, temel “hayvanları-çalıştır” stratejilerini özellikle bir hayvandan yararlanmak üzere mükemmelleştirdi; ki bu hayvan, sadece serbestçe hareket edecek şekilde değil, düşünecek ve karmaşık düşünceleri değiş tokuş edecek şekilde evrilmişti. Bu bitkiler son derece zekice bir strateji geliştirmişlerdi: Bizi onlar adına hareket ettirip düşündürmek. Sonrasında, insanları onlara yer açmak için uçsuz bucaksız ormanları kesmeye kışkırtan yenilebilir otlar geldi (buğday ve mısır gibi); güzellikleriyle koskoca kültürleri afallatacak çiçekler geldi; insanlara tohum ekmek, nakletmek, methetmek, hatta haklarında kitaplar yazmak için esin verecek kadar yararlı ve lezzetli olan bitkiler geldi… Bu da işte o kitaplardan biri. Yani bunu bana bitkilerin yaptırdığını mı öne sürüyorum? Sadece çiçeğin arıya kendisini ziyaret “ettirdiği” anlamda.
Evrim, bizim isteğimize ya da niyetimize bağlı değildir; neredeyse tanım olarak bilinçsiz ve iradeye bağımlı olmayan bir süreçtir. Ona gereken tek şey, tüm bitki ve hayvanların yaptığı gibi, eldeki deneme-yanılma yöntemleriyle çoğalmaya uğraşan varlıklardır. Bazen uyumsal bir özellik öylesine zekicedir ki, bir amaca hizmet edermiş gibi görünür: Örneğin, kendi yenilebilir mantar bahçelerini “ekip biçen” karıncalar ya da bir sineği, çürümekte olan bir et parçası olduğuna “ikna eden” böcekkapan bitki. Fakat böyle özelliklerin ne denli zekice olduğunu ancak geriye dönüp bakınca fark ederiz. Doğada tasarım, ortaya çıkacak sonucu amaçlı bir mucizeymişçesine güzel ya da etkin olana kadar, doğal seçilim ile ıskartaya çıkartılmış bir dizi kazadan ibarettir. Aynı şekilde insanın doğadaki rolünü de gözümüzde büyütme eğilimindeyiz. İnsanların kendi yararına yaptığını düşündüğü pek çok etkinlik tarımı icat etmek, bazı bitkileri yasa dışı ilan etmek, diğerleri hakkında övgü dolu kitaplar yazmak– doğa açısından sadece tesadüfi olaylardır. Evrim değirmeni için arzularımız bir miktar daha öğütülmesi gereken bir tahıldan ibarettir; hava durumundaki değişiklikten farklı değildir. Dilbilgimiz bize dünyayı etkin özneler ile edilgen nesnelere bölmeyi öğretebilir; ancak birlikte evrimsel bir ilişkide, her özne aynı zamanda bir nesne ve her nesne de aynı zamanda bir öznedir. İşte bu yüzden tarımı, otların ağaçları fethetmek için insanlara yaptığı bir şey olarak düşünmek de aynı derecede makuldür.
Charles Darwin Türlerin Kökeni’ni yazarken, doğal seçilimle ilgili sıra dışı fikirlerini dünyaya en iyi şekilde ilan edebilmek için hiç olmadık bir söylem stratejisinde karar kıldı. Kitabına yeni teorisini anlatarak başlayacağına, insanların (ve belki de özellikle İngiliz bahçıvanların) daha kolaylıkla akıllarının yatacağını tahmin ettiği yan bir konuyla giriş yaptı. Darwin Türlerin Kökeni’nin ilk bölümünü doğal seçilimin “yapay seçilim” denen özel bir durumuna ayırdı. Darwin’in geliştirdiği bu terim, evcilleştirilmiş türlerin dünyaya geliş sürecini tanımlıyordu.
Darwin yapay kelimesini sahte anlamında değil, insan eliyle yapılmış anlamında kullanıyordu: İnsan iradesini yansıtan bir şey. Melez bir gülün, bir avokadonun, bir İspanyol cocker’ın ya da bir gösteri güvercininin sahte hiçbir yanı yoktur. Bunlar Darwin’in açılış bölümünde yer verdiği evcilleştirilmiş türlerden birkaç tanesiydi; her seferinde türün nasıl bir çeşitlilik zenginliği öngördüğünü ve sonra insanların bunlardan gelecek nesillere geçirilecek özellikleri seçtiğini gösterdi. Evcilleştirmenin özel diyarında, diye açıkladı Darwin, insani arzular (bazen bilinçli, bazen bilinçsizce) kör doğanın başka durumlarda oynadığı rolü oynar; neyin “uygunluk” oluşturduğunu tayin edip böylelikle zamanla yeni yaşam biçimlerinin ortaya çıkmasına yol açar. Evrimsel kurallar da aynıdır (“nesiller yoluyla değişim”). Ancak Darwin, tüm bunların deniz kaplumbağası yerine çay gülünde, Galápagos yerine bahçede daha kolay idrak edileceğini anlamıştı. Darwin’in Türlerin Kökeni’ni yayımlamasından bu yana geçen yıllarda, yapay seçilim ile doğal seçilimi birbirinden ayıran keskin kavramsal çizgi bulandı. Bir zamanlar insanoğlu, iradesini nispeten küçük olan yapay seçilim arenasında ortaya koyar (mecazi olarak, bahçe olarak düşündüğüm arena) ve doğa, geri kalan her yerde hükmünü icra ederdi. Ancak bugün bizim varlığımızın kuvveti her yerde hissediliyor. Geçen yüzyılda bahçenin nerede bitip saf doğanın nerede başladığını anlamak çok daha zordu. Evrimsel havayı Darwin’in asla önceden göremeyeceği şekillerde biçimlendiriyoruz; hatta artık bir anlamda hava durumunun kendisi bile insan elinden çıkma – sıcaklıkları ve fırtınaları, bizim eylemlerimizin birer yansıması.
Bugün pek çok tür için “uygunluk”, insanoğlunun en ağırlıklı evrimsel güç haline geldiği bir dünyada idare edebilme yeteneği anlamına geliyor. Yapay seçilim ise vaktiyle sadece doğal seçilimin hâkim olduğu yere geçtiği için, doğa tarihinin çok daha önemli bir bölümü haline geldi. O yer, yani bizim genellikle “bakir doğa” dediğimiz yer, etkimizden asla düşündüğümüz kadar yoksun olmadı; John Chapman (nam-ı diğer Johnny Appleseed) ortaya çıkıp elma ağaçları dikmeye başlamadan çok önce Mohawk’lar ile Delaware’ler Ohio’nun bakir doğasında izlerini bırakmıştı.
Ancak küresel ısınma, ozon delikleri ve yaşamı genetik düzeyde değiştirmemizi sağlayan teknolojilerin çağında böyle bir yerin –bakir doğanın son kaleleri– hayalini kurmak bile zor. Kısmen kendiliğinden, kısmen de tasarım yoluyla artık doğanın tümü evcilleştirilme sürecinde – uygarlığın (biraz akan) çatısının altına ya giriyor ya da kendini orada buluveriyor. Hatta artık yabanın bile varlığını sürdürmesi uygarlığa bağlı. Doğanın başarı hikâyeleri bundan böyle muhtemelen pandanınki ya da beyaz leoparınkinden çok, elmanınkine benzeyecek. Eğer pandanın ve beyaz leoparın bir geleceği varsa, bu, insanların arzusu sayesinde olacak; tuhaf, fakat varlıklarını sürdürmeleri artık yapay seçilimin bir biçimine bağlı. Bu bizim Yerküre’nin diğer yaratıklarıyla birlikte elimizde bir harita olmaksızın keşfedeceğimiz türden bir dünya. Bu kitap işte o dünyada geçiyor; onu, Darwin’in daima genişleyen yapay seçilim bahçesinden bir dizi haber olarak düşünebilirsiniz. Ana karakterleri, o dünyanın başarı hikâyelerinden dört tanesi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıArzunun Botaniği
- Sayfa Sayısı256
- YazarMichael Pollan
- ISBN9786056180132
- Boyutlar, KapakKarton Kapak,
- YayıneviDomingo Yayınevi / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Titan’ın Sirenleri ~ Kurt Vonnegut
Titan’ın Sirenleri
Kurt Vonnegut
UZAYDA VEZAMANDA CURCUNALIBİR YOLCULUK.Kesinkes bildiğim ilk şey şu: Eğer sorular mantıksızsa, cevaplar da mantıksız olacaktır. Milyoner kâşif Winston Niles Rumfoord uzaygemisiyle bir kronosinklastik infundibulumun...
- Eyub – Basit Bir Adamın Romanı ~ Joseph Roth
Eyub – Basit Bir Adamın Romanı
Joseph Roth
Çarlık Rusya’sında ailesiyle zor koşullar altında yaşayan Mendel Singer, hayatını Eyub misali Tanrı’ya adamıştır. Kaderine Tanrı’nın yön verdiğine inanan Mendel, günün birinde Amerika’ya göç...
- Kemik Büyüsü ~ Yasmine Galenorn
Kemik Büyüsü
Yasmine Galenorn
Seattle’da heyecan dinmek bilmiyor… Yakınlarda bir ekinoks olacak, bu nedenle hayat bizler için gittikçe zorlaşacak gibi görünüyor… Geçmiş, arkadaşlarımız İris re Chase’in peşini bırakmamakta...