Mikoşima İmparatorluğu çalkalanıyor! Yer şehirleri ve gök şehirleri arasındaki mücadele, başına buyruk kâğıt canavarların saldırıya geçmesiyle daha da ilginç bir hâl aldı.
Kurara’nın bildiği tek evi yerle bir olunca, kaçarken yaralanan en yakın arkadaşı Haru’yu kurtarmak için bir savaş gemisine atlayıp yeni bir maceraya yelken açmaktan başka bir şansı kalmadı. Hünerbaz Kurara’nın kimsede olmayan yetenekleri bir lütuf olduğu kadar aynı zamanda başına bela da açabiliyor.
Kurara bu savaşta hangi tarafı seçecek?
GİRİŞ
HIMURA dokuz yaşındayken köylerine devasa bir kaplumbağa saldırmıştı. Ne zaman bu hikâyeyi anlatsa, kaplumbağanın devasa olduğunu özellikle vurgulardı Himura. Kaplumbağalar normalde korkunç görünmezler, tabii pencereden dışarıya bakarken yüzü kayalıklar gibi pütürlü ve cüssesi dağ kadar büyük bir kaplumbağayla karşılaşılmadığında. Bu kaplumbağanın kabuğunun üzerinde ağaçlar yükseliyordu. Kafası ise yosunla kaplıydı. Yeri son derece hızlı bir şekilde parçalayan pençelerinde çamur izleri vardı. Ayaklarının altında ezerek öldürdüğü hayvanların kalıntıları bulunuyordu. Yollar çökmeye başladı. Yer sallandı. Yeterince hızlı koşup kaçamayan insanlarsa kaplumbağanın bedeninin altında ezildi. Himura, kaplumbağa köylerinin altını üstüne getirirken pencere pervazına sıkı sıkı tutunduğunu, kaplumbağanın kırışıklarla kaplı canavara benzeyen devasa yüzüne uzunuzun baktığını hatırladı.
Kaplumbağanın kabuğunu kaplayan toprak katmanlarının altında kalan sararmış katlar hâlâ gözünün önündeydi. Kâğıt. Kaplumbağa kâğıttan yapılmıştı. Üzerindeki kıvrımlar ve katlamalar o kadar mükemmel görünüyordu ki kaplumbağa evine doğru hücum etmesine rağmen Himura gözünü ondan alamadı. Kaplumbağa ayağını evin çatısına doğru savurdu ama ahşap kirişler kırılmadı veya tavan çökmedi. Himura hemen sonrasında tam olarak ne olduğunu hatırlamıyordu.
O an çıkan ses ve ortamın sıcaklığı aklında kalmıştı yalnızca. Islık sesiyle birlikte bir anda kaplumbağanın sırtına bir şey çarptı. Bedenini alevler kapladı ve alevler şiddetli orman yangınlarından bile daha hızlı şekilde bedenini tamamen yok etti. Himura tekrar yukarı baktığında gökyüzünde karanlık gemiler vardı. Kaplumbağa acı içinde şaha kalkarak yandı ve… Himura’nın ayakları altındaki yer sarsıldı ve onu hatıralarından çekip aldı. Hava gemisinin güvertesi açık denizde bir tekne gibi sallandı. Türbinler vızır vızır çalışmaya, pervaneler ılık yaz havasını döndürmeye başladı. Başkentin ışıkları aşağıda parıldıyordu ama artık gece, yerini gündüze bırakmaya başlamıştı ve şafağın ilk sesleri neredeyse duyuluyordu. Himura köyünü ve avcıların yaktığı şikigamileri* düşünmeyeli uzun zaman olmuştu. Kâğıttan bir canavara yakışan alevli bir sondu bu. Normal bir insan bir şikigaminin ölümüne ağlamazdı belki, özellikle de başıboş ve öfkeli bir kaplumbağanın ölümüne. Fakat Himura, kaplumbağanın alevler içinde yanmasını izlerken kedere yakın bir şeyler hissetti.
Çok yazık olmuştu. “Sen hâlâ burada mısın?” Sinirli bir ses Himura’nın dikkatini dağıttı. Hava gemisinin pilotu kamaradan çıkmış, güverteye doğru yürüyordu. Yukarı çıktığında Himura pilotun göz altlarının daha da morarmış olduğunu fark etti. Saçı ve kimonosu* dağılmıştı; saçı karmakarışıktı, kimonosu ise kırış kırış olmuştu. Rotadan şaşmaması gereken bir hava gemisinin başında uyumak pek mümkün olmuyordu. Himura cebinden kare şeklinde bir kâğıt çıkarıp bir parmağının üzerinde dengede tuttu. “Küçükken tanıştığım bir şikigamiyi düşünüyordum Sayo,” derken kâğıt parçası onun dokunmasına gerek kalmadan bir anda origamiden turna kuşuna dönüştü.
“Evimi yıkmasına rağmen muhteşem bir canavardı. Keşke yaşasaydı.” Himura turnayı hızlıca havaya atıp yakaladı ve yumruğunun içinde ezdi. Elini açtığında origami kuş paramparça olmuştu. Kâğıt parçalarına üfleyerek hepsini etrafa saçtı. Güvertenin üstünde kar taneleri gibi uçuştular. Sayo onu küçümsercesine güldü. “Hünerbaz** olduğun için böyle diyorsun. Normal insanlar bir şikigaminin yanmasına sevinirdi.” Himura parmaklarını şıklatarak kâğıt parçalarını ayağının etrafında dans ettirmeye başladı.
Hünerbaz. İnsanlar bu kelimeyi sanki bir lanetmiş gibi söylerlerdi ona. Kimisi de bu kelimeyi korku içinde fısıldardı. Sayo ise “Hünerbaz” kelimesini Himura’yı azarlarcasına ve yaptıklarını hiç umursamıyormuş gibi söylemişti. “Hünerbaz demişken, yola çıkmalısın,” dedi Sayo gökyüzüne doğru bakarken. “Midori’ye* gün doğumunda varmış olman gerek. Kaptanın muhbirinin dediğine göre kız, ziyafet salonunda kahvaltıyı servis ediyor olmalı.
Onunla birlikte geri dön, yoksa geri gelmekle uğraşma bile.” Himura bulutlara doğru baktı. Kırmızı erik renkli gökyüzünde tek bir ışık parlıyordu. Uzaktan ıssız bir yıldıza benzese de ışığın Midori’den geldiğini biliyordu Himura. İmparatorluğun ilk ve tek uçan ziyafet salonuydu burası. “O kadar uzakta bir Hünerbaz neden hizmetçilik yapar ki?” diye düşündü Himura. Kâğıdı istediği gibi kontrol edebilen, damarlarında atalarının güçlü kanı olan birinin basit bir hizmetçiye dönüşmesinin arkasında kaderin nasıl bir cilvesi vardı? Himura, kızı bu küçük düşürücü işten kurtararak iyi bir şey yapacağını düşündü. Hem arkadaş edinmek de iyi olurdu. Sayo ve hava gemisinin mürettebatı ile seyahat etmek, serçeler arasında kurt olmak gibiydi. Damarlarındaki gücün bedeninde oluşturduğu titreşimin nasıl bir şey olduğunu ve kâğıt hışırtısının onu nasıl hissettirdiğini asla anlayamayacak insanlarla birlikte yaşamak yorucu oluyordu. “Başını belaya sokma,” diye uyardı onu Sayo. “Kızı al ve terk et orayı. Onu görünce tanırsın, değil mi? Rastgele bir hizmetçiyi alıp getirme sakın!”
Himura, “Kendi türümden olanları her zaman tanırım,” diye cevaplarken parmağını şıklattı ve ayağının etrafında dönen kâğıt parçaları yukarı doğru çıkmaya başladı. Hızlı bir el hareketiyle kâğıt parçaları bileğinin etrafında beyaz bir bileziğe dönüştü. Geminin korkuluğuna tırmanırken ip üstünde yürüyen bir cambaz gibi kollarını iki yana açtı. Bacakları güverte ve gökyüzü arasında ileri geri sallandı. Şehir ışıkları, aşağıda avlarını yakalamaya çalışan derin deniz balıkları gibi yüzüyordu. Aşağı inen yol uzundu. Himura bir bacağını havaya kaldırıp ileriye doğru bir adım attı ve düşmeye başladı. Başta yalnızca rüzgârın uğuldaması duyuldu. Himura aşağı doğru düşerken yaz havası derisine kesikler atıyordu.
Sulanan gözlerini kısarak gemiyle arasında belli bir mesafe olmasını bekledi, ardından bileğindeki bileziği çıkardı. Bilezik binlerce ufak kâğıt parçasına dönüşüp kızgın bir kasırga gibi dönmeye başladı. Parçalar bir araya gelerek bir çift kanata dönüştü, ardından kuyruk tüyleri ve pençeler oluştu. Himura’nın hemen altında beyaz, devasa bir doğan oluşmuştu. Doğanın gagasının ucundan pençelerinin kıvrımlarına kadar her yeri kar gibi beyazdı.
Göz bebekleri bile o kadar beyazdı ki onları gözünün beyazından ayırt etmek imkansızdı. Himura kuşun üzerine binerken Sayo’nun “Şu gösterişe bak!” diye bağırdığını duydu. Himura sırıttı. Yeteneklerinin ne kadar iyi olduğunun farkındaydı. Doğanın tüylerine tutunurken kendisini doğrulttu ve kuşun boynunun üzerine bir ata biner gibi iki bacağını ayırarak yerleşti. Bu gerçek bir şikigamiye binmek gibi değildi. Yaptığı bu kâğıttan kuklanın aklı yoktu. Ama üzerine binmenin verdiği heyecan aynıydı. Himura, doğanın devasa kanatlarının arasında Midori’nin üzerinde süzüldü. Ziyafet salonunun kırmızı kemerleri ve geniş altın kapıları gökyüzünü selamlıyor gibiydi.
B İ R
KURARA o sabah kulakları sağır eden çan sesleriyle uyandığında, on dakika daha uyuyabilmek için yapmayacağım şey yok, diye düşündü. Işıklar titreşerek Kurara’nın göz kapaklarını kamaştırdı. Çan sesleri kutu gibi olan odasının duvarlarını şiddetle sarstı. Bir görevli, hizmetkârların kamarasının dışındaki koridoru baştan sona turluyor ve elindeki gonga vuruyordu. “Herkes kalksın! Bu güzel gün için Yüce İmparatorumuza şükranlarınızı sunun!” Kurara, “Yüce İmparatorumuz ne yapıyorsa yapsın!” diye homurdanarak yatağın diğer tarafına doğru döndü. Odasında pencere yoktu ama gözünü kamaştıran ışıklar sabah olduğu anlamına geliyordu. “Herkes kalksın! Yeni gün doğumlarına kavuşabilmemiz için Yüce İmparatorumuza şükranlarınızı sunun!” Görevlinin sesi kâğıt gibi ince duvarlarda yankılandı. “Bizi şikigamilerden koruyan Yüce İmparatorumuza şükranlarınızı sunun!” Kurara uykulu gözlerini ovuşturdukça odasının duvarlarını, etrafa saçılmış top hâlindeki buruşuk kâğıtları, odanın diğer tarafındaki yatağı ve içinde yatan kişiyi daha net görmeye başladı.
Çarşafların arasından kömür karası saçlar görünüyordu. “Haru,” diye seslendi. “Haru, kalkma vakti!” Yatağın içindeki kabartı hareketlendi. Çarşafların içine neredeyse gömülmüş olan Haru, “Koi havuzuna bak,” diye mırıldandı. “Mücevher taşları gibi parıldıyor su.” Söyledikleri kulağa güzel geliyordu. Kurara, evleri ve köyleri hakkında bir rüya mı görüyor, diye düşündü. O da böyle rüyalar görmek isterdi ama Midori’den önceki anılarını hatırlamakta güçlük çekiyordu. Dağların tepesinde bir köy, küçük bir gölün yanındaki kulübe, köylülerin bulanık yüzleri… Yangının ardından geriye kalan soğuk duman gibi içinde bitmek bilmeyen bir boşluk hissi uyandırıyordu. “Nessai Limanı. Tabak kadar büyük yengeç…” Rüya ne kadar güzel olursa olsun yapılması gereken işler vardı. Kurara yerdeki buruşuk kâğıt toplarından birini aldı ve odanın öbür ucuna fırlattı. Kâğıt, Haru’nun yatağına çarptıktan sonra Kurara parmaklarını şıklattı ve kâğıt havada asılı kaldı. Kurara bedeninde hoş bir kımıltı hissetti. Hem canlandırıcı hem de rahatlatıcı bir histi bu. Hızlı bir el hareketi ile kâğıttan topu döndürmeye başladı. Kâğıt her dönüşünde farklı şekillerde katlanarak origami tavşana dönüştü.
Kurara’nın bunu yapmaması gerekiyordu. Başaşçı, yemek ve temizlik dışındaki bütün etkinlikleri kesin bir şekildeyasaklamıştı. Ama bu dört duvar içinde, onun bunu yaptığını görebilecek kimse yoktu. Başkalarının bilmediği şey onlara zarar vermezdi ve kâğıttan yaptığı hayvanları Haru seviyordu, en azından onların varlığını fark edecek kadar uyanık olduğunda. Kurara’nın emriyle tavşan yatağın üstüne zıpladı ve çarşafların arasından çıkan siyah saçları çekiştirdi. “Gök şehirleri…” Uykulu bir el tavşanı ani bir hareketle yere doğru itti. Kurara öfkeli bir şekilde ciyakladı. Tavşanı yerden alıp avuçlarının içinde kavradı, ardından yastığının üstüne koydu. Görevli gongu çaldı. Koridora açılan kapılar bir anda açıldı ve geride kalan uykulu hizmetkârlar koridora doluşmaya başladı. “Haru!” Kurara yatağının başına giderek Haru’yu sarsmaya başladı. Nihayet çarşafların içinden iki siyah göz göründü. “Tamam, tamam. Kalktım!” diye homurdandı Haru. “Güzel! Hadi!” diyerek Kurara onu ayağa kaldırdı. Koşarlarsa yetişebilirlerdi.
Midori, ziyafet salonları ve özel konutlardan oluşan, yerden yüzlerce metre yukarıda, havada sabit duran, devler için yapılmış bir kaleydi. Sedef pencereleri bulutların üzerinden görünüyordu. Yosunla kaplı savaş toplarının içine kuşlar yuva yapıyor, balıklar saat dişlileri arasında yüzüyordu. Rüzgâr türbinlerinin büyük pervaneleri döndükçe havada halka şekilleri oluşuyor, altın renkli halkalar ufacık hâle gelene kadar küçülüyordu.
Kurara’nın hatırlayabildiği ilk anıları işte bu halkalardı. Hatırladığı diğer şeyler ise Midori’nin yükselen duvarları, daire şeklindeki uçan araçla girişten geçerken elini sımsıkı tutan Haru ve burasının yeni evleri olacağını söyleyen sert bakışlı bir adamdı. Kurara, o zaman Midori’nin ışıltılı dış görünüşünün arkasında saklanan karanlık ve karmakarışık bir yüz olduğunun henüz farkına varmamıştı. “Geç kaldın! Maaşından kesilecek!” diye tepeden bakarak konuştu görevlilerden biri. Kurara, mutfağa tam da kahvaltı için gonga vurulduğu anda varmıştı. Çalışma alanına gitmek için acele ederken önlüğünün iplerini kahverengi iş elbisesinin üzerinden hızlıca bağladı. Hizmetkârlar gümüş tepsilere yiyecekler yığarak hızlıca yanından geçiyordu. Midori’ye başka bir hava gemisi daha varmıştı, bu yüzden yemek ve içecek için talep artmaya başlamıştı bile. Bugünlerde limanlara yalnızca savaş gemileri geliyordu. Estia’da yıllardır süren bir çatışma vardı. Bu savaş Mikoşima’nın büyüyen imparatorluğuna yeni bir koloni katacaktı. Uzak diyarlardan evlerine dönen askerler ise yalnızca yemek, içmek ve denizin ötesinde yaşanan savaşları unutmak istiyordu.
Kurara, dağ gibi birikmiş bulaşık yığınlarının yanından geçerek aceleyle görev yerine gitti. Mutfakta yemek pişirmek için yakılan ateşler burayı dev bir fırına dönüştürmüştü. Mağarayı andıran tavanın altındaki taş sütunlar sıcağın altında terliyor gibiydi. Kurara’nın burnuna aynı anda yüzlerce farklı koku geliyordu: mirin*, acı biber kökü, soya sosu, yanık şeker… Çanlar çaldı, çaydanlıklar suların kaynamasıyla keskin çığlıklar attı, tavalar cızırdadı, tabaklar kayarak kırmızı fayanslara düştü ve paramparça oldu. Bütün bunlar olurken hizmetkârlar ellerinde yemek dolu tabaklarla ileri geri koşturuyorlardı.
“KURARA!” diye bağırdı birisi. Boş bir tencere havada süzülerek uzaktaki duvara çarptı. Çarparken çıkardığı yüksek ses diğer hizmetkârları ürküttü. “Söyler misin kızım Tanrı aşkına, erikli içecek nerede? Hazırlaman gerekiyordu!” Bir eliyle kepçe, diğeriyle de demir bir çubuğu sağa sola savuran iri yarı bir kadın mutfağın başından sonuna kadar yürüyerek geldi. Kurara’nın gözleri büyüdü, ayakları hizalandı ve kolları ve bacakları “B Pozisyonu”nu aldı. Ellerin arkaya alındığı, başın öne eğildiği ve gözlerin yere baktığı, “özür dilerim, bir daha olmayacak” anlamına gelen bir pozisyondu bu.
“Özür dilerim Madam İto. Unutmuşum.” Kimse Kurara’ya erikli içecekten bahsetmemişti ama bunu Madam İto’ya anlatmanın bir anlamı yoktu. “Unutmuşum mu?” Madam İto, Kurara’nın ince sesini taklit ederek tiz bir şekilde bağırdı. Yüzü hem öfkesinden hem de ateşlerin yaydığı sıcaklıktan ötürü kıpkırmızı olmuştu. İçinde gümüş yansımalar olan siyah saçları, yaptığı her harekette sallanan dağınık bir topuz hâlinde kafasının üstünde toplanmıştı. Madam İto, Midori’nin başaşçısı olarak mutfakları despotlukla yönetirdi. Teçhizatının demirbaşlarından olan demir tencereleri, kendisini öfkelendirenlere atmaktan çekinmezdi. Aşçı yamakları onu görünce korkudan sıçrar, hizmetkâr kızlar sert bakışlarından kaçardı. Mutfakların Madam İto’nun hâkimiyetinde olduğunu bilen görevliler ise burada adımlarına özellikle dikkat ederlerdi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Gençlik Kitapları Hikaye-Roman-Masal
- Kitap AdıAsi Gökler
- Sayfa Sayısı352
- YazarAnn Sei Lin
- ISBN9786050847864
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm,
- YayıneviGenç Timaş / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bayılırım Maceraya ~ Anita Ganeri
Bayılırım Maceraya
Anita Ganeri
Gez, Gör, Hayal et! Çin, Hindistan, Moğolistan, Brezilya, Antartika… Durma hemen şimdi sen de katıl maceraya! Bu kitapla serüvenden serüvene koşarak dünyanın dört bir...
- Şu Benim Kararsız Hayatım ~ Jessica Brody
Şu Benim Kararsız Hayatım
Jessica Brody
“Lise çağındaki bir genç kızın aile sorunlarının yanı sıra okul yaşamındaki açmazlarını irdeleyen içtenlikli anlatımla örülmüş bir roman.” Kitabın kahramanı genç kız şöyle sesleniyor:...
- Dile Benden Ne Dilersen ~ Fatma Burçak
Dile Benden Ne Dilersen
Fatma Burçak
Tılsımlı hikâyeler seçtik size! Hem kendimizi ve dertlerimizi anlatacağız hem de sizin dertlerinize ortak olacağız. Kadim topraklardan bize miras kalan hikâyeler bunlar. Çin, Hint,...