Onun için yaşamak, buz üzerinde dans etmek gibiydi. Hem çok kolay hem de zordan öte. Her gün medyada okuduğumuz, televizyonlarda seyrettiğimiz oldukça yakışıklı bir sima. Her yaştan binlerce hayranı olan, topluma mal olmuş bir isim. Kişiliği ya çok depresif ya da aşırı duygusal.
Sanat camiasına girdiğinden beri özeli kalmamış bir aktör. Ne yaşarsa gözler önünde. Bazıları da ticari… Nereye gitse paparazziler peşinde. Çevresindeki insanlar samimiyetten uzak, tüm duygular, davranışlar, konuşmalar, gülmeler her şey sahte. Aşklar bile.
Artık sıkılmıştı. Sıradan olmak, sıradan insanların içinde yaşamak özlemi günbegün artıyordu. Sonunda gözler önünde olmadan nefes alabilmek için bir süre kaçmaya karar verdi. Bu kayboluşun kimse farkına varmadı. Gözden ırak olan, basından da ırak olmuştu.
Atladığı küçük bir detay vardı. Hiçbir şey gizli kalmıyordu.
Bu kitap, oldukça popüler bir aktörün, kısa süreli gözden kaybolmasının hikâyesini paparazzi diliyle değil, oldukça samimi olarak, yaşandığı gibi anlatıyor.
Aşağıdaki soruyu kitabı bitirdikten sonra cevaplayın.
Tanıdık geldi değil mi?
***
Birinci Bölüm
Kapat şunu!
Neden?
Kapat dedim!
Kendini beğenmiş züppe ne olacak!
Son cümlesi dudak kıvrımında takılıp kaldı. Hışımla havaya kalkan bir yumruk saniyeler içinde önce gözbebeğine yaklaştı, ardından sol yanağına inerek burnunu sağa doğru kıvırdıktan sonra boşlukta kayboldu. Beyninin içinde dans eden kıvılcımların etkisiyle idrakini kaybeden Alper sırt üstü yere yığıldı. Üst dudağındaki zonklamadan şişmekte olduğunu hissetti. Eliyle sıkarak acısını hafifletmeye çalışırken çenesinden aşağı doğru süzülen sıcaklığın kan olduğunu, gömleğinin manşetine bulaşan kırmızı lekeden anladı. Canının yanmasından çok, etrafına toplanan insanların küçümseyen hatta acıyan bakışlarına bozuldu.
Bugüne kadar hiç kavga etmemişti; ne zaman başı derde girse, kıvrak zekâsını kullanarak sıyrılmayı başarmıştı. Bir an düşündü sonra kafasını kaldırdı. Karşısında hâlâ ona kin ve nefretle bakan Ertürk’ü gördü. “Aşağılık herif! Bunu senin yanına bırakmam.” diye geçirdi içinden.
Kavgaya tanık olan birkaç kişi yardım etmek isteyince kolunu sertçe geri çekti Alper. Hırsına ve öfkesine hâkim olmaya çalışıyordu. Karşısındaki adamın sanatçı ve popüler kimliği her halükarda onu haksız düşürebilirdi. Sabrı sınırdaydı; toz içinde kalan pantolonuna eliyle birkaç defa vurduktan sonra kısık sesle homurdanarak ayağa kalktı. Zira giysilerinin kirlenmesinden nefret ederdi. Ertürk havada asılı duran yumruğunu bir kez daha indirmek için bekliyordu. Yanındaki sarışın, balıketli ve oldukça alımlı kadın, şaşkın bakışlarla iki adamın kapışmasını izlerken iliklerine kadar işlemiş soğuğun etkisiyle tir tir titriyordu. Üzerindeki ince delikli şalın iki ucundan tuttu, sanki ısıtacakmış gibi daha sıkı sarındı.
Ertürk’ün öfkesi geçmek bilmiyordu, bir yumruk daha atmaya yeltendi, tam kolunu indirmek üzereyken vazgeçti. Alper’in gür saçlarının arasına geçirdiği parmaklarını sıkıca kavrayarak kafasını ileri geri sallamaya başladı. O kadar sarhoştu ki olay yerine kalabalığı sis perdesinin arkasından izliyor gibiydi. O sırada uzaktan olayı gören arkadaşlarından birisi hızla yanlarına geldi. “Aman Allah’ım, Bırak adamı! Ne yapıyorsun?” diye bağırırken bir yandan da Ertürk’ün parmaklarını Alper’in saçlarından güçlükle sıyırdı.
Çok geçmeden Ertürk’ün şoförü son model Porschejeep ile göründü. Arkadaşı koluna girerek onu aracın olduğu yere götürdü. Yanlarındaki şuh kadın bir eliyle elbisesinin eteğinden, diğer eliyle şalından tutmuş yüksek ökçelerin üzerine tünemişçesine güçlükle adım atabiliyordu. Tam da o sırada kaldırım taşının arasına sıkışan topuğu kırıldı. Olacak şey değildi; eğilerek ince bir çiviyi andıran sivri topuğu eline aldı, sekerek araca doğru ilerledi.
Otomobilin arka koltuğuna oturduğunda başını geriye doğru atarak sağa sola çevirirken dudakları ardı ardına küfürler savuruyordu.
Şoför dikiz aynasından aracın arka koltuğunda oturan genç kadını izlerken, artık alışık olduğu bu durumu hiç garipsemeyen bir ses tonuyla patronunun bir gecelik misafirine;
“Sizi evinize bırakalım mı Hanımefendi?” diye sordu.
Genç kadın “Evet.” anlamında kafasını sallayarak oturduğu yerin adresini tarif etmeye başladı. Bir süre dar sokaklardan girip dik yokuşlardan aşağı inerek Teşvikiye’ye geldikler. Şair Nedim caddesindeki adını göremediği bir sokaktan sağa döndüklerinde üzerindeki sıvaların kimi yerlerinin döküldüğü dört katlı bir apartmanın önünde birkaç dakikalığına durdular, kadının içeri girmesini beklemeden sahil yoluna geçtiler. Saat gece yarısını çoktan geçtiğinden yol oldukça tenhaydı ve bu yüzden sadece önlerindeki birkaç aracı sollayarak hızla yol aldılar. Bebek’teki yalıya geldiklerinde Ertürk tamamen sızmıştı. Şoför dâhil tüm hizmetlilerin alışık olduğu bir durumdu.
* * *
İnsanlar tarafından yeni tanınmaya başladığı zamanlarda her akşam başka bir kadını koluna takar, ünlü eğlence merkezlerine giderdi. Ertesi sabah herhangi bir gazetenin magazin sayfasında, ufak da olsa kendisiyle ilgili haber çıktığında ne kadar da mutlu olurdu.
Son günlerdeki aşırı ilgiden oldukça rahatsızdı. Peşindeki foto muhabirleri ve hayranlarından köşe bucak kaçıyordu. Yalan dostluklardan, vefasızlıklardan yorulmuş; herkesin birbirinin ayağını kaydırmak için uğraştığı bu sahte dünyadan bıkmıştı.
Ertesi sabah menajeri aradığında hâlâ uyuyordu. Gözlerini zar zor açarak başucundaki telefonun ahizesini kaldırdı.
“Bu sabah gazeteleri gördün mü?”
“Hayır, henüz bakmadım; ne var, ne olmuş?”
“Sahiden de hatırlamıyor musun? Bir gazete muhabirine tekme tokat girişmiş, üstüne üstlük okkalı bir yumruk atmış, ağzını yüzünü dağıtmışsın. Durum ciddi görünüyor; belgeli, şahitli, ispatlı. Adam seni mahkemeye vererek yüklü tazminat alabilir. Hemen bir basın toplantısı ayarlıyorum. Bugün lüks bir lokantada da öğle yemeği verir, özür dilersin.”
“Peki, tamam.”
“Sakın geç kalayım deme!” diyerek telefonu kapattı.
Yatağına tekrar uzandı. Gece olanları gözünün önünde canlandırmaya çalıştı. Zilzurna sarhoştu ve zerre kadar hatırlamıyordu. Düşündü, kendini zorladı en son neredeydi, eve nasıl geldi. Birazcık sıkça gittiği içkili mekândan çıkarken gazetecilerin üstüne üşüştüklerini ve yanındaki kadınla ilgili sorular sorduklarını anımsadı. Aslında kadınla orada tanışmıştı. Onun için bir gecelik avuntu olan kadının adını bilmiyordu, ya da hatırlamıyordu. O sırada bir foto muhabirinin fotoğraf makinesinden çıkan ışık gözlerini kamaştırmış, o da kendini kaybedip muhabirin suratının ortasına bir yumruk atmıştı. Ne olduğunu bile anlamadan bir anda kendisini küçük düşürecek bir olayın içinde buluvermişti.
O gün öğle yemeğini basın mensuplarıyla birlikte yediler. Ertürk, en sevimli maskelerinden birini yüzüne takarak özür dileyince olay tatlıya bağlandı. Ünlü aktör yaşadığı talihsiz olaydan sonra oradan biraz uzaklaşıp kafasını dinlemenin zamanının geldiğini düşündü.
* * *
Birkaç ay önce Çanakkale’nin şirin bir beldesinde hatta birazcık dışında kalan tatil köyünde yazlık satın almış, henüz gidip görmemişti. Orada tanınmayacağını düşünerek bir süreliğine bu ortamlardan kaçmaya karar verdi. Ne zaman döneceğini bilmediğinden uçak biletini sadece gidiş olarak aldı. Piyasanın en tanınan film şirketinin yapımcısı, yeni çekilecek sinema filmi için başrol teklif etmişti. Karşı çıkacağını bildiği hâlde menajerine telefon açtı.
“Tatile çıkmak istiyorum.”
“Şaka ediyor olmalısın. Film anlaşmasının tam ortasında mı? ”
“Kesin kararımı verdim.”
“Hata ediyorsun.”
“Beni vazgeçirmeye çalışma, faydası yok!”
Menajeri Ertürk’ün emrivaki cümlelerinden kararlı olduğunu fark etti. Israr etmenin yersiz olduğunu düşünerek en azından tatilinin kısa olmasını rica etti.
“Peki ama nereye gideceksin?”
“Seni gittiğim yerden ararım. Bana cep telefonumdan ulaşabilirsin.”
Babacan bir tavırla “İyi tatiller, hava değişimi biraz olsun aklını başına getirir inşallah!” dedi.
* * *
Uçaktan indi, konveyör bandının önünde vakit geçmek bilmiyordu. Bavulu geldiğinde kaptığı gibi birkaç kişiyi itip kakarak çıkış kapısına yöneldi. Hava oldukça kötüydü. Şiddetli bir yağmur vardı. Rüzgârın sesi âdeta insanın kulaklarını tırmalıyordu. Havaalanının arka çıkışında taksi, dolmuş ve şehir içi servislerine ayrılan duraklar üstü kapalı, korunaklıydı. Orada duran taksilerden bir tanesine el işareti yaparak çağırdı.
Taksici elindeki valizleri alarak bagaja yerleştirdi. O ise arka koltuğa çoktan oturmuştu.
Şoför, direksiyona geçer geçmez “Nereye gideceğiz beyim?” diye sordu. Ertürk, adres yazılı kâğıdı cebinden çıkartıp adama uzatarak “Şu adrese lütfen.” dedi.
Adam, kalın camlı okuma gözlüklerini takarak kâğıda dikkatlice baktı. Okunaksız el yazısıyla yazılmış adresi tahminen doğrulamak ister gibi,
“Burayı biliyorum, bizim Demir Leblebi’nin oturduğu sokak.” dedi.
“Demir leblebi mi? Ne tuhaf bir isim bu öyle.”
“İsmi değil Beyim, lakabı… Aslında mesleği avukattır. Burada yaşayanlar böyle hitap eder.” derken bir yandan da aracı hareket ettirdi. Birkaç dakika sessizce yol aldılar. Silecekler ön cama vuran yağmur tanelerine yetişemiyordu. Öndeki araçlardan sıçrayan çamurlu sular zaman zaman görüş mesafesini düşürüyordu.
Ertürk, dikiz aynasından taksicinin kendisine baktığını fark etti. “Acaba tanımış mıdır?”diye düşündü. Bir önceki gün aynanın karşısında kendisine yeni bir görünüm vermek için saatlerce uğraşmıştı. Koyu renk gözlerine yeşil lens takmış, saçlarının rengini sprey boya kullanarak biraz açmış, zaten kaç gündür traş olmamış, kirli sakal bırakmıştı. İşi bittiğinde sonuca kendisi bile şaşırmıştı. Yıllarca filmlerde ona verilen görünümün dışına çıkmış ve sıradan bir insan haline bürünmüştü. Hâlâ kendisini izleyen şoförün bakışlarından son derece rahatsızdı. Kendisini daha fazla tutamadı. “Bir şey mi oldu?” diye sordu.
“Affedersiniz, birisine benzettim de.”
“Benzettiğiniz kişi iyi biri mi bari?”
“Evet, mükemmel bir insandır, kendisi benim amcaoğlu olur.”
İçi rahatlamıştı, gülümsedi.
Taksi şoförü “Sanırım ilk kez geliyorsunuz. Sizi daha önce gördüğümü sanmıyorum; görmüş olsam mutlaka anımsardım, hafızam iyidir benim.”
“Evet, ilk defa geliyorum. Doğa fotoğrafçısıyım.”
Bu tabiri daha önce duymadığı her halinden belli olan adam, “O da ne demek?” diye sordu.
“Değişik yerlere giderek tabiatta aklınıza gelebilecek her şeyin resmini çekiyorum.”
“Hım! Eğlenceli bir iş olsa gerek; inanın tam yerine geldiniz. Kasabamızda ağaç, çiçek boldur.”
Gerçi yeni işi hakkında hiçbir şey bilmiyordu, sadece bir filmde fotoğrafçı rolü almıştı. O zamanlar konuyla ilgili anlatılan birkaç teferruatın sonradan işine yarayabileceğini hiç düşünmemişti. Şimdi kasabadaki insanları inandırmak kalıyordu.
Çenesi fazlasıyla düşük taksi şoförü susmak bilmiyor kasaba hakkında bildiği, bilmediği, sonradan öğrendiği, kulaktan kulağa duyduğu ne varsa sayıp döküyordu. Burası Çanakkale’den kırk beş, elli dakika uzaklıkta şirin bir tatil kasabasıydı. Yol boyunca kasabanın nüfusundan tutunda gezilecek yerler, hatta civardaki yaşayan insanlara kadar pek çok şey anlatmıştı.
Deniz suyunun fazla sıcak olmadığını, kışları yağmurun eksik olmadığını, soğuk ve rüzgârlı geçse de, buradaki oksijeni hiçbir yerde bulamayacağını, bu yüzden havasının yazın bile bunaltmadığını, anlattıkça anlattı. Durdu anlattı, kalktı anladı, yol boyunca susmadan tekrarladı.
Ara sıra müşterisinin dinleyip dinlemediğini anlamak için göz ucuyla dikiz aynasından izliyor, ardından konuşmasına devam ediyordu. Buralarda yetiştirilen ürünlere sıra geldiğinde kasabaya girmişlerdi. O sırada aracın penceresinden bakan Ertürk, deniz kenarındaki limanda kıyıya sürekli karşı tarafa yolcu ve araba taşıyan feribotların yanı sıra küçük balıkçı kayıklarını gördü. Beyaz renkteki deniz feneri ilgisini çekti. Sahile yakın kafeterya ve lokantaların önünde insanların oturması için ahşap görünümlü, yağmurdan sırılsıklam ıslanmış banklar yan yana sıralanmıştı. Taksicinin konuşmaya başlamasıyla tekrar başını çevirerek onun anlattıklarını can kulağıyla dinledi; çünkü iyi bir oyuncu sahneye iyi uyum sağlayan demekti. Bu yüzden ne kadar öğrenirse o kadar iyi olacağını düşünüyordu.
Aklından bunları geçirmeye devam ederken o sırada taksici hızını kesmeden anlatmaya devam etti.
“Beyim, bizim buraların sardalyesi, iri kırmızı domatesi, zeytinyağı meşhurdur. Hele ki peynir helvasını ve düğünlerde yapılan keşkeğini muhakkak tatman gerek! Hem Gelibolu’ya da yakındır. Buranın halkı ve yazlıkçılar pazar kurulduğunda oraya giderek alış veriş yaparlar.”
Başıyla denize doğru bir işaret ederek “Yalnız limandan arabalı vapura binerek karşı kıyıya geçmek gerekiyor.” dediğinde; iki tarafı çam ağaçlarıyla süslenmiş bir sokağa girdiler. Evler iki katlıydı; her evin bahçesinde meyve ağaçları, değişik renklerde güller ve çiçekler vardı. Ağaç yapraklarının daha canlı olması, özellikle de yeşilin koyu tonu Ertürk’ün dikkatini çekmişti.
Adının Şehmuz olduğunu öğrendiği şoför, bir evin önüne geldiklerinde arabayı durdurdu.
“Buyurun Beyim, işte geldik. Verdiğiniz adres burası.”
Ertürk, memnuniyetini kendine özgü içten gülümsemesiyle ifade ederken, dışarıya baktı. Yağmur bir nebze olsun azalmamış aksine daha şiddetli yağmaya başlamıştı. Gök yarılmış, yer köpürmüş bereket fışkırıyordu doğanın her bir yanından. Yola çıkarkenki hesapsızlığına lanet etti, yanına şemsiye almadığı için bin pişmandı. Cüzdanından çıkardığı elli lirayı şoföre uzattı. Adam elini cebine atıp paranın üstü vermeye niyetlenince de “üstü kalsın.” dedi.
Gömleğinin cebinden çıkarttığı taksi durağına ait kartı ona uzattı “Bu doğa fotoğrafçılığı iyi kazandırıyor galiba. Benim küçük oğlana söyleyeyim de üniversite tercihinde sizin bölümü seçsin bari.” derken yüzünde güller açmıştı. Yağmur, çamur umurunda değildi artık. Kendini dışarı attığı gibi arabanın bagajından bavulu aldı. O sırada Ertürk de dışarı çıkmış, birkaç saniyede sudaki balıklar kadar ıslanmışlardı.
Koca bavulu sürükleyerek bahçe kapısından aşırdı ve doğal kayrak taşından yapılmış patika yoldan hızlıca geçip koşarak evin kapısına kadar götürdü. Bir yandan da “Ne zaman isterseniz gece ya da gündüz aramanız yeterli, hemen gelirim.” diye söyleniyordu.
Zaten sırılsıklam olan Ertürk’ün acelesi yoktu. Hırçın esen rüzgâra rağmen, özgürlüğün kokusunu ciğerlerine çekerek başını yukarı kaldırıp evine baktı. Kendini bir masal kitabının içinde geziyormuş gibi hissediyordu. Havaya nemli toprak kokusu hâkimdi. Gözüne çarpan ilk güzellik yeni açmış zambaklar oldu; büyük ağaçlar, renk renk çiçeklerle dolu bahçeydi burası. Biraz ileride ahşaptan el işçiliği ile yapılmış kamelya vardı.
Yolda yer yer çukurlara yağmur suları dolarak, âdeta küçük gölcükler oluşturmuş, sırılsıklam ıslanan bir serçe yan bahçesindeki kiraz ağacının dalına sinmişti.
Bahçe kapısından içeriye girerken yan taraftaki evin üst katında dalgın bakışlarla etrafı seyretmekte olan, tahminen otuz beş yaşlarında, hâlâ çekici ve güzel bir kadını fark etti. “Demir leblebi” lakaplı kadın o olmalıydı.
Göz göze gelmemek için kafasını çevirdi; görmezden gelmek en doğrusuydu. Gök gürültüsüyle irkildi.
* * *
“Bu mevsimde böyle hava görülmüş şey değil.” diye düşündü İnci.
Şiddetli rüzgârın arkasından yağmur yeniden bastırınca hava epey soğumuştu. Karşıdaki evin hemen yanında devrilecekmiş gibi duran bir tarafı yere doğru eğilmiş ağaca gözü takıldı. Gök gürlüyor, ardı ardına şimşekler çakıyor, bembeyaz perdeleri dalgalanarak hem dışarıya doğru uçup ıslanıyor, hem de görüş alanını daraltıyordu. Önce onları toplayıp içeriye aldı, ardından camı kapattı.
O sırada çoktandır boş duran yandaki evin önünde bir taksinin durduğunu fark etti. Araçtan bir adam inmiş, tepesinden aşağı dökülen yağmur sularını umursamaz hâlde etrafı seyrediyordu. Başını kaldırıp yukarıya baktığında bir adım geri çekildi İnci. Görünmemek en doğrusuydu. Yağmurdan kaçacağına ıslanmayı tercih etmesi garipti. Normal insanlarla karşılaşmak istedikçe dengesizlere rastlaması hayra alâmet değildi. Bütün huzurunun kaçacağı içine doğmuş gibi tuhaf bir his yaşarken rüzgârın uğultusunu dinledi. Bir anlamda doğanın gücünü göstermesi gibiydi.
Yeni komşusunun artık evine girdiğini düşünerek pencerenin pervazına dirseklerini yaslayıp uzakları seyretmeye koyuldu. Rüzgâr olanca hiddetiyle yağmur damlalarını cama doğru savuruyordu. Mat ve puslu görüntü anılarına köprü kuruyor, durgun olmayan suların tortusunu yüzeye çıkarması gibi unutmak istediği her şey capcanlı olarak göz hizasında beliriyordu. O sırada denizin üzerinde dalgalarla boğuşan yolcu gemisine takıldı balköpüğü gözleri.
Uzun zamandır seyretmekten kaçındığı bu manzara anılarının dehlizine sürüklüyor gibiydi. Beyazlar içerisindeki sevgilisine son kez el sallamıştı o gün ve aylarca artık dönmeyecek olan birini bekledi durdu. Ümidini hiç kesmemiş, kesememişti. Kimse de cesaret edip “Boşuna bekleme bu vakitten sonra dönmez!” diyememişti. Sözde nişanlanmışlar döndüğünde de evleneceklerdi. Sevdiği adam kaptanlığı bırakıp kasabada birlikte yaşayacaklarını söylemiş, bu söylemlerine de inandırmıştı. İnci hukuk fakültesini o yıl bitirmiş küçük bir avukatlık bürosunda asistan olarak çalışıyordu. İleride büro açacak ve sevdiği erkekle evlenerek ömür boyu mutlu yaşayacaklardı.
Kendi kendine güldü. “Ne kadar safmışım. Nasıl inanabildim?” diye düşündü. Çok değil, birkaç ay sonra aldığı mektupla hayatı alt üst olmuş, yaşadığı hayal kırıklığının yüreğinde bıraktığı izler yıllar yılı sızlamıştı. Üstelik yolculukta tanıdığı zengin bir kadınla evlenmek üzere olduğunu yazması inanılacak gibi değildi. Öfkelenmiş, incinmiş, kırılmıştı. Kasabalının ona zavallı terk edilmiş bir kadın gözüyle bakmasına neden olmuştu. Bundan böyle hiçbir erkek için gözyaşı dökmeyeceğine, üzülmeyeceğine dair kendisine söz vererek ayakta kalmayı başarmıştı.
O gün kalbinin kapılarını kapatmış, hayata arka penceresinden bakmaya başlamıştı. Kendisini tamamen işine vermiş kısa zamanda adından söz edilen iyi bir avukat olmayı başarmıştı. Davasında haklı olması şartıyla kimseden fazla ücret istemez haksızlığa tahammül etmez sonuna kadar mücadeleyi bırakmazdı. Alın teriyle kazanılan paranın bereketine inanırdı. Kasabalı, ondan hem çekinir bir o kadar da sevip sayarlardı. Hayat onu olgunlaştırmıştı. Kaptan sevgilisi terk edeli neredeyse on sene olmuştu. Bu arada her zaman erkeklerden kaçmış, bir gönül macerası yaşamamış ve kendisine yapılan tekliflerin hiçbirisini kabul etmemişti.
O sırada duyduğu sesle irkilerek düşüncelerinden sıyrıldı. Biraz daha sesin geldiği yöne kulak kabarttı. Bir an içine ürpertiyle karışık korku düştü. Sonunda arka tarafta kapatmayı unuttuğu pencerenin, rüzgârın şiddetiyle çarptığını fark edince rahatladı. Sessizliği sevmez; gürültüye tahammül edemezdi. İnsan canlısı olmadığından sosyal yaşantısı yok denecek kadar azdı. Aslında fazla durgun yaşantıda ona göre değildi. İkilemler içinde debelense de mutsuzluğunu her zaman saklamayı becerirdi.
Merdivenlerden alt kata inerek mutfağa doğru yürüdü. Kendisine iki dilim kepek ekmeği çıkarttı ve buzdolabından aldığı kaşar peynirini içine koyarak tost makinesine yerleştirdi.
Çaydanlığın altını yaktı ve su kaynadığında fincanına poşet çay yaptı. Mutfakta karnını doyurarak tekrar üst kattaki odasına çıktı. Geceliğini giyip yatağına uzandı. Başını koyar koymaz yastıkla bütünleşerek uyuyan insanlara gıpta ederdi. O ise saatlerce sağa sola dönüp durduktan sonra hatırlayamadığı bir an diliminde uyuyabilir, bazen de gün ışıdığında hâlâ gözünü kapatmamış olurdu.
Ertesi sabah kulaklarını tırmalayan, direkt beynini hedef almış, bangır bangır müzik sesiyle uyandı. Saate baktı, dokuza geliyordu. Yatağından kalktı, gürültünün nereden geldiğini anlamak için camı açtı. Yan komşunun evinden geliyordu. Birden oraya bir gün önce gelen kişiyi hatırladı.
Üzerinde pamuklu pembe sabahlığı, ayağında pelüş terlikleri, saçında bigudileriyle, evinden dışarı çıkarak yan evin bahçe kapısından içeri daldı ve evin ziline ısrarla birkaç kez bastı. Sonunda kapı açıldı, bir önceki gün pencereden gördüğü adamı karşısında buldu.
“Bugün pazar olduğunu unuttunuz galiba.”
“Galiba. Size de günaydın Hanımefendi.”
“Şu müziğin sesini biraz kıssanız diyorum.”
“Efendim, anlamadım, biraz daha yüksek sesle konuşur musunuz?”
“Müzik diyorum müzik…” diyerek biraz daha sesini yükseltti. Karşısındaki adam ona gülerek cevap verdi. Adamın umursamaz ve alaycı tavrı karşısında daha fazla sinirlenen İnci, tam arkasını dönmüş gidecekti ki, “Buyurun bigudiniz” lafıyla tekrar döndü. Elinden sertçe çekerek bu aptal bulduğu adamdan bigudisini aldı. Evine doğru hızlı ve kızgın adımlarla yürüdü.
Arkasından yine aynı ses, “Size de iyi günler.”
Gazeteci çocuğun bıraktığı günlük gazeteleri alarak içeriye girdi. Buzdolabından çıkarttığı birkaç yumurtayı tavaya kırdı, önceden hazırladığı rendelenmiş kaşar peynirinden göz ayarı, ölçüsüz atarak silkelemeye başladı. Çok geçmeden omleti hazırladı. Telefon çaldığında gazeteleri mutfak masasının üzerinde okumaya dalmıştı.
“Günaydın, kahve suyunu ocağa koy, beş dakikaya kadar oradayım.”
Arayan, en kadim dostu Anatolya’ydı. Yurt dışında Büyükelçi olan babası, o daha küçücük bir çocukken anneannesinin yanına bırakmıştı. Anatolya ismini Türkiye hayranı yabancı bir arkadaşı önermişti. Anadolu anlamına gelen ismi kadar naif, dost canlısı, onun kadar özverili olsa da kolay kolay kimseye boyun eğmeyen inatçı kişiliği ile bilinirdi.
Onları birbirine sımsıkı kenetleyen konu aynı meslekten olmalarıydı. İkisi de hukuk eğitimi almıştı. Birbirinden ayıran konu ise: Anatolya’nın mutlu bir evliliği birisi Gül diğeri Gonca adındaki iki kızı ve bir köpeği olmasıydı. O şanslı sayılabilecek azınlıktandı; kendisiyle ve insanlarla barışık, akıllı ve alımlı olması, kimseyi takmayan yapısının ardında iyiliksever kalbi, arkadaşlıklarının bunca yıl kesintisiz devam etmesini sağlamıştı. Birkaç senedir kasabanın yardımseverler derneğinin başkanlığını yapan Anatolya’nın hızı İnci’ye fazla gelirdi. O insanlarla çarçabuk kaynaşıp kolay dostluk kurabilen birisi değildi. Her zaman temkinli hareket etmeyi sever, insanlara güvenmezdi.
Belki de almış olduğu katı ve kuralcı aile terbiyesinden kaynaklanan bir durumdu. Ailenin tek çocuğu olarak normal şartlarda şımartılması gerekiyordu; oysaki çok çocuklu ailelere göre yaptıklarından ve yapmadıklarından kendisi sorumluydu, önünde abi-abla, arkasında kardeş olmaması nedeniyle sürekli göz hapsindeymiş gibi hissederdi. Babası balıkçıllık yaparak geçimlerini sağlardı. Yumuşak yüzlü ve iyi kalpli birisiydi Şemsi Bey. Küçük eski bir teknesi vardı. Balık avına çıktığında haftalarca yüzünü görmedikleri olurdu. Okul çıkışında deniz kenarına giderek babasının dönmesini beklerdi. Yıllar yılı denizin getireceği babayı beklemiş, sonra da bir erkeğe âşık olup; umutsuzca onu da geri getirmesini istemişti. Denizin sadece ölenlerin cesetlerini karaya vurarak geri verdiğini, yaşayanları hep daha uzaklara sürükleyip götürdüğünü sonradan anlamıştı.
Zavallı annesi yaşam şartlarının ağırlığına, geçim sıkıntısına boyun eğmiş sıradan Anadolu kadını gibi dikiş dikerek eve katkıda bulunmaya çalışan vefakâr ve cefakâr bir insandı. Buna rağmen halinden her zaman memnun görünürdü Rabia Hanım. Ne gariptir ki evde genellikle sesini yükselten annesi olurdu. Babası, ortalık duruluncaya kadar hemencecik ortadan sıvışır; kahveye gider, arkadaşlarıyla tavla atar ya da okey oynardı.
Söz dinleyen, uslu bir çocuk olmasına rağmen, ebeveynlerinin her kızgınlığından payına düşeni alırdı İnci. En çok da oyuna dalıp eve saatinde gitmediği akşamlar güzel bir fırça yer, televizyon izlemesi yasaklanırdı.
Annesine göre her genç kız derli toplu olmalı; dikiş dikmesini, yemek yapmasını bilmeliydi. Her anne gibi o da kendi prototipini yetiştirme kaygısındaydı. “Anasını gör kızını al.” deyimini doğrularcasına.
Muhtemelen, çocukluğunda annesi de anneannesinden aynı terbiyeyi almıştı. Oldukça kuralcı ve zeki bir kadın olan Rabia Hanım, kızının ufak tefek yalanlarını yakaladığında, karşısına alır, bunun ne kadar yanlış davranış olduğunu saatlerce açıklamaya çalışır, kızından her zaman doğruyu söyleyeceğine dair sözler alırdı. Belki de bu yüzden annesi gibi o da hayatı boyunca yalandan nefret etti. Her kişide rastlanması zor olan bu meziyet Anatolya ile güvene dayalı dostluklarının yapı taşıydı.
İnci, geceliğini çıkartarak keten kumaştan siyah renkte bir pantolon ve üzerine koyu renkte bir tişört geçirdi. Aşağıya inerek fincanları hazırlamaya koyuldu. O sırada kapının zilinin çaldığını duydu ve gidip kapıyı açtı.
“Günaydın İnci.”
“Günaydın. İçeri gel lütfen.”
Anatolya “Hava çok güzel, dışarıda oturalım.” diyerek masanın yanındaki sandalyelerden birini çekti. Meraklı bir şekilde, “Yan eve birileri mi taşındı? Dün gece ışıkları yanıyordu.”
“Ne yazık ki evet!”
“Tanıştın galiba.”
“Kimmiş?”
“Henüz ben de bilmiyorum. Ukala, sersem herifin teki!”
“Bekâr mı? Evli mi? Çocukları var mı?”
Ardı ardına soru sormaya başlamıştı.
“Anatolya lütfen biraz soluk alır mısın?”
“Biliyorsun ev çoktandır boştu ve doğal olarak kim olduğunu merak ediyorum. Hadi söylesene kaç kişiydiler?”
İnci, dolgun dudaklarını yarım kıvırarak umursamaz bir şekilde, “Öğrenmek istediğin bir aile olup olmadığıysa; benim gördüğüm yalnız bir adamdı. Yanında kimse yoktu. Eğer karısından ayrı tatil yapan birisi değilse bekâr olmalı. Dün öğleden sonra taksiyle geldi. Bugün sabah da biraz tartışarak tanışmış olduk.”
Arkadaşı hayretle, “Tartıştınız mı?” diye sordu. “Sana inanamıyorum, adam daha dün geldi ve sen adamı hemen kendine düşman ettin yani? Bazen kasabalının sana takmış olduğu ismi hak ettiğini düşünüyorum.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Yalan mı yani? İstesen de istemesen de erkekler bu dünyanın bir parçası ve onlarla yaşamayı, daha doğrusu kavga etmeden yaşamayı öğrenmen gerekiyor. Dişi bir kaplan gibi her gördüğün erkeğin üzerine atlamaktan vazgeç lütfen.” diye arkadaşına takıldı.
“Peki, kavga etmeni gerektirecek bu kadar önemli şeyin ne olduğunu sorabilir miyim?”
“Sabahın köründe müziği sonuna kadar açmıştı. Gidip kısmasını söyledim, fakat o alay eder gibi konuşunca ben de sanırım sert davrandım; aman canım boş ver bunları, ben gidip kahvelerimizi getireyim.”
Onun mutfağa gitmesinden faydalanan Anatolya, yerinden kalktı, yan bahçede bir şeylerle meşgul olan yeni komşunun kim olduğunu öğrenebilmek için duvarın yanına giderek, “Günaydın” dedi.
Ertürk, başını kaldırıp Anatolya’ya doğru baktı. Anatolya hafızasını yokladı. Sanki onu bir yerlerde gördüğünü düşündü. Adam tanıdık gelmişti. Yine de hissettirmemek için sormayı tercih etti.
“Yeni taşındınız galiba, ben de birkaç ev ötede oturuyorum. Sizi görünce hoş geldiniz demek istedim.”
“Teşekkür ederim, burada komşuluk ve dostluğa değer veren insanlar olduğunu bilmiyordum. Ben de daha ilk günden buradaki insanların hepsinin kaba olabileceklerinin endişesini duymaya başlamıştım.”
“Sanırım arkadaşımdan bahsediyorsunuz, tartışmışsınız galiba.”
“Size bir soru sorabilir miyim?”
“Evet, tabi ki…”
“Her zaman bu kadar çekilmez birisi midir?”
Anatolya gülümsedi ve “Hayır, aksine çok tatlı ve sevecendir.”
“Hiç belli olmuyor da!” derken derin nefes aldı, sözlerine bir şeyler ilave edecek gibi dudaklarını araladığı sırada İnci, “Anatolya kahven soğuyor” diye seslendi.
Genç kadın “Henüz tanışamadık bile…” diyerek elini uzattı ve “Ben Anatolya” dedi.
Aktör iş eldivenlerini çıkarttı ve: “Ben de Ertürk.” diyerek, kibarca genç kadının elini sıktı. Aslında insanlar onu, Hüray Özmen olarak tanıyorlardı. Ama burada gerçek adını kullanamayacağından, ünlü olmadan önceki adını söylemeyi tercih etmişti. Nasıl olsa insanlar onu bu isimle tanıyamazlardı.
Anatolya “Tanıştığımıza memnun oldum. Sonra yine görüşürüz, şimdi gitmem gerek. Bir gün eşimle ziyaretinize gelmek isterim, eminim ki iyi anlaşacaksınız.”
“Eşinize selamlarımı iletin lütfen, bir akşam bekliyorum.” diyerek
İnci, geri döndüğünde arkadaşını hâlâ bahçe duvarının yanında yeni komşusuyla sohbet ederken buldu. Ne konuştuklarını duyamıyordu. Kendisine yönelen alaylı bakışlarla çileden çıkartmak üzereydi. İlgilenmiyormuş gibi yaparak sandalyesini ters çevirdi ve sırtı onlara dönük oturup kahvesinden bir yudum aldı.
Anatolya arkadaşının yanına geldiğinde: “Adamcağızı epeyce paylamışsın anlaşılan.” diyerek az önce kalkmış olduğu sandalyeye tekrar oturdu.
“Sana böyle mi söyledi?”
“Tam olarak değil, konuştuklarından öyle anladım.”
“Bu adamla fazla yüz göz olma lütfen.”
“Bir akşam ziyareti için söz verdim bile.”
“Sana inanamıyorum. İçimden bir ses, buraya uygun birisi olmadığını söylüyor.”
“Acaba mesleği ne? Sormak aklıma bile gelmedi ki.”
“İkimizin aynı konuyu konuşuyor olmasından neden emin değilim ki ben?”
“Bana kızma lütfen; içseslerim ikinizin anlaşacağını söylüyor.” derken yan tarafında bahçe işlerinden hiç anlamayan adama, bir de arkadaşının yüzüne dikkatle baktı.
“Tamam. Sen istediğini yapabilirsin, benden bu adama katlanmamı bekleme lütfen.”
Arkadaşı gülümsedi ve “Peki sen nasıl istersen.” dedi. “İtiraf etmeliyim ki oldukça yakışıklı ve çekici bir adam.” diye de ekledi.
“İnan bana umurumda değil.” derken lafı değiştirmek için, “Sahile gidip biraz yürüyelim mi?” diye sordu.
“Çocukları alıp hemen gelirim.”
“Bekliyorum, arabayla gelirsen iyi olur. Dönüşte alışveriş yaparız belki.”
Anatolya, yirmi dakika kadar sonra iki çocuğunu aracının arkasına oturtmuş ve İnci’nin kapısının önünde park etmişti.
Bir gün önceki havadan eser kalmamıştı. Öyle güzeldi ki, insan ister istemez kendisini daha huzurlu ve enerjik hissediyordu. Gökyüzü açık ve bulutsuzdu. Saat on bir olmasına rağmen, güneş neredeyse tam tepeye yükselmiş ışık saçan kocaman bir portakal gibiydi.
Küçük bir kasaba olduğundan genellikle insanlar birbirini tanırdı. Sahilde dolaşırken birkaç kişiyle karşılaşıp selamlaştılar. Çocuklar parkta oynadı, salıncağa ve kaydırağa bindiler. Oradaki bir çay bahçesine oturdular, İnci ve Anatolya çay, kızlar da dondurma siparişi verdiler. Akşam saat dörde kadar oyalandılar ve dönüşte yolun üzerindeki yeni açılan büyük alışveriş merkezine uğradılar.
Anatolya’nın büyük kızı Gül, “anne çişim geldi. Hadi ama, biraz çabuk olun lütfen!”diye zırladı. Küçük kardeşi Gonca’da her zamanki gibi ablasının yaptığını taklit ederek:
“Benim de, benim de çişim geldi.” diyerek mızırdanmaya başladı.
“Tamam çocuklar geldik.” dedi Anatolya ve arabayı alışveriş merkezinin alt katındaki otoparka çekti.
“İnci seninle yiyecek içecek bölümünde buluşuruz.”
“Tamam.”
Anatolya, iki kızının da ellerinden tuttu ve tuvalete doğru koşar adım yürüdüler. Çocukla markete gitmekle keçiyle gitmek arasındaki farksızlık hakkındaki espri aklına geldi. Annelik ne zor işti. Öte yandan da en büyük mutluluk…
Üç buçuk saat süren alışveriş dönüşü çocuklar arabanın arka koltuğunda uyuyakalmışlardı.
“Sana bagajın kapısını açmamı ister misin?”
“Hayır, ben halledebilirim.”
İnci, paketleri kucağına aldı. “İyi akşamlar, Berke’ye selâmlarımı ilet lütfen.” derken tam arkasını dönmüştü ki yan komşusu Ertürk’le burun buruna geldi ve aynı anda adım atınca; en üstte zaten eğreti duran kesekâğıdındaki elmaların tamamı yere döküldü.
“Affedersiniz durun size yardım edeyim.”
Birlikte dökülenleri toplamaya başladılar. Tekrar yukarı kalktıkları sırada kafaları birbirine çarptı ve elindekiler tekrar düştü. İnci iyice sinirlenmişti.
“İnanamıyorum! Nasıl bu kadar sakar olabiliyorsunuz?”
“Ben sadece yardım etmek istemiştim, üzgünüm hemen toparlarım.”
“Aman, aman! Eksik olsun, lütfen benden uzak durun.”
Ertürk, o sırada arabasından inerek, onlara kahkahalarla gülen Anatolya’ya doğru döndü.
“Görüyorsunuz işte kibarlıktan hiç mi hiç anlamıyor!”
“Arkadaşımın kusuruna bakmayın lütfen.”
“Benim namıma özür dilemeyi bırak da, gelip bana yardım et!”
“Ha! Aklıma gelmişken, eşime sizden bahsettim, yarın akşam uğrayıp orta şekerli kahvenizi içeriz tabi sizce de uygunsa.”
“Bekliyorum. İyi akşamlar ikinize de.”
“Sana inanamıyorum! Bu adamla bu kadar yakınlaşman doğrumu acaba? Daha kim olduğunu bile bilmiyoruz.”
“Ne kadarda kuşkucusun İnci, adam sana kibar olmaya çalıştıkça…”
“Evet, lütfen bitir cümleni!” dedi ve arkadaşının yüzüne baktığında hiç de öyle bir niyeti olmadığını anlayarak, “Ne yani, bana geçimsiz mi demek istiyorsun? Ona ne demeli; ukala olduğu kadar sakar adamın da teki!”
“Peki, seninle daha fazla tartışmayacağım. Şimdilik iyi akşamlar; yarın sen de geliyorsun, haberin olsun!”
“Asla, o adamın evine asla götüremezsin beni!”
Tabi ki bu söylediklerini arkadaşı duymamıştı. Hızla sokağı dönen arabanın arkasından bakakaldı.
Ertürk, eve döndüğünde uzunca bir süre nasıl bu kadar sakar olabildiğinin şaşkınlığını üzerinden atamadı. Buraya gelme kararının hata olabileceğini bile düşündü. Oysaki yaptıklarından pişmanlık duyan birisi değildi. Son olaydan sonra bu agresif kadından mümkün olduğunca uzak durmaya karar vererek kendisine derin bir uyku hediye etti.
Ertesi gün öğleye kadar tembellik etti daha sonra bahçenin oldukça bakımsız olduğunu gördü. Şortunu giyip evden dışarı çıktı ve işe gülleri budamakla başladı. Temmuz ayının ilk günleriydi ve bunaltıcı bir sıcak vardı. Hayatı boyunca eline bağ makası diye bir nesne almamıştı. İstanbul’daki villasının bahçıvanı bahçe işleriyle ilgilenir; temizlik ve evi derleyip toplamaya yardımcı kadın gelirdi. Burada ise bir kendi, bir de yine kendisi vardı. Her şeyi tek başına halletmek durumundaydı.
Öncelikle alet ve edevatların bulunduğu depodan bir bahçe süpürgesini eline alarak dökülen yaprakları bir araya toplamaya başladı. Terlemişti, üzerindeki tişörtü çıkartarak oradaki bir ağacın dalına astı. Göz ucuyla gördüğü bitişik komşusunu fark etse de, umursamayarak işine devam etti.
İnci, o sırada işten dönmüş birkaç gündür ihmal ettiği sulama işini yapmak üzere bahçesine inmişti. Gün boyu sıcaktan kavrularak yaprakları yana düşmüş çiçekleri sulamak için hortumu eline aldı ve suyu açtı.
Biraz ileride yeni komşusunun da çalıştığını gördüğü hâlde ilgilenmiyormuş gibi yaparak duvarın dibindeki ağaçları sulamak için hortumu çekti ve çeşmenin musluğunu biraz daha açtı. Tabi açar açmazda birdenbire suyun tazyikli gelmesiyle hortum elinden yukarıya doğru havalandı. Yan bahçede çalışmakta olan yeni komşusunu sırılsıklam ıslattığını far ettiğinde mazeret bulmak için çok geç kalmıştı.
“Yine mi siz?”
“Affedesiniz inanın isteyerek olmadı.”
Utanmış aynı zamanda bu adama karşı mahcup olmaktan canı sıkılmıştı.
“Bana sakar diyene bakın.”
“Ne demek istiyorsunuz? Özür diledim ya!”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıAşk İncisi
- Sayfa Sayısı208
- YazarEyşan Utku
- ISBN9786054478316
- Boyutlar, Kapak13x21, Karton Kapak
- YayıneviKaNeS Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Baba ve Piç ~ Elif Şafak
Baba ve Piç
Elif Şafak
Elif Şafak’ın Baba ve Piç adlı kitabını okudunuz mu? Okuyun. Üzerine çok yazıldığı için çok kısadan söyleyeceğim: Farklı katmanları, farklı okumaları, farklı çağrışımları keşfetmek...
- Çöplüğün Generali ~ Oya Baydar
Çöplüğün Generali
Oya Baydar
Oya Baydar’ın yeni romanı Çöplüğün Generali, hayalî bir ülkede geçiyor. Okurumuza bir hayli tanıdık gelecek bu ülkede, günün birinde, çöplüklerde, boş arazilerde gömülüp bırakılmış...
- Cennet ~ Muammer Yüksel
Cennet
Muammer Yüksel
Türk Romancı ve beyin cerrahı (Keşişin On Günü romanının yazarı, 2002) Muammer Yüksel, İslam ve Hıristiyan dünyasının kültürel köklerini sarsacak bir roman trilojisine CENNET’e...