Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Büyücü
Büyücü

Büyücü

John Fowles, Meram Arvas

Çağının yarı-entelektüel bunalımlarını geçirmekte olan, Oxford mezunu Nicholas Urfe, İngiltere’nin kasvetinden ve aşktan kaçmak için ücra bir Yunan adasına İngilizce öğretmeni olarak gider. Tek…

Çağının yarı-entelektüel bunalımlarını geçirmekte olan, Oxford mezunu Nicholas Urfe, İngiltere’nin kasvetinden ve aşktan kaçmak için ücra bir Yunan adasına İngilizce öğretmeni olarak gider. Tek başına sıkıntılı günler geçirdiği, şair olduğuna dair hayallerinin de suya düştüğü bir sırada, gizemli milyoner Conchis ile tanışır…

Büyücü, insan zihninin labirentlerinde dolaşan metafizik bir eğlence trenidir adeta. Bu labirentlerde gerçeklikle sanrı arasındaki gri bölge kahramanımızca ihlal edilir. Birbiri ardına gelişen ürkütücü olayların, aşk ve ihanetin sonucunda Urfe başta kendi akıl sağlığı olmak üzere her şeyden şüphelenir bir duruma gelir.

Mitolojik öğelere ve Shakespeare’in ünlü oyunu Fırtına‘ya çeşitli göndermelerin yapıldığı hikâyede John Fowles, savaşın acımasızlığını, bir Akdeniz adasının dinginliğini, insan zihninin karmaşık yapısını, kadın-erkek ilişkisinin doğasını, Tanrı ve özgürlük kavramlarını ustaca anlatımıyla irdeler. Gerçek özgürlüğün ancak kendini tanımakla mümkün olabileceği savından yola çıkılarak hayallerle gerçek deneyimler arasındaki ilişkiler, Fowles’un Pnospero’su Conchis tarafından bir dizi yanılsama, maske ve gösteriyle çarpıcı
bir biçimde sahneye konur.

Büyücü‘de, insanlığın karşı karşıya bulunduğu tehdit, Batı kültürünün duvarları arasına olduğu kadar insanın kendi bilincinin duvarları arasına da gizlenmiştir. Urfe gibi, içinde doğdukları kültürün sosyal yapılarınca dayatılan davranış kalıplarından uzak durma özgürlüğüne sahip olduklarını keşfeden bireylerin çabalarıyla varılabilecek yeni bir bilinç düzeyine yolculuktur bu.

Random House’un 20. yüzyılda İngiliz dilinde yazılmış en iyi yüz yapıt listesinde yer alan Büyücü, kişisel özgürlüğe ulaşmanın ve insanın kendini keşfetmesinin zorluklarına dair bir edebiyat şöleni…

*

“Ancak Marquis de Sade, Arthur Edward Waite, Sir James Frazer, Gufdjieff, Madam Blavalski, C. G. Jung, Aleister Crowlley ve Franz Kafka’dan oluşan bir ekibin tasarlayabileceği, ihtişamlı bir gerilimle örülmüş bir muammanın romanı.”
Financial Times

***

1927’de doğdum, her ikisi de İngiliz ve orta sınıfa mensup bir anne-babanın tek çocuğuydum, onlarsa berbat cüce Kraliçe Victoria’nın bitmek bilmeyen kasvetli döneminde doğmuş, hayatları boyunca da asla onun uzun gölgesinden sıyrılamamışlardı. Beni özel okula gönderdiler, iki yılımı askerlik yaparak harcadım; Oxford’a gittim ve işte orada olmak istediğim kişi olmadığımın farkına varmaya başladım.

İhtiyacım olan anne-baba ve atalara sahip olmadığımı epey önceleri keşfetmiştim. Babam, mesleğinde müthiş yetenekli olduğundan değil de, doğru zamanda doğru yaşta oluşu sayesinde bir tuğgeneraldi; annemse tümgeneral olabilecek birinin eşi nasıl olması gerekiyorsa öyleydi. Yani, babamla asla tartışmaz ve her zaman, o binlerce mil uzakta olsa dahi, sanki yan odadan dinliyormuş gibi davranırdı. Savaş süresince babamı çok az gördüm. Onun bu uzun süreli yokluklarında kafamda ona dair neredeyse bir doğuştan lekesiz(1) imajı yaratırdım, ki o da bunu çoğunlukla izinlerinin ilk kırk sekiz saati içinde -hoş olmasa da yerinde bir benzetmeyle- paramparça ederdi.

Yaptığı işi gerçek anlamda omuzlayamayan tüm adamlar gibi o da görünüş ve ufak tefek işler konusunda çok titizdi; bilgisini artıracağı yerde. Disiplin, Gelenek ve Sorumluluk gibi büyük harfli anahtar kelimelerden oluşan bir cephanelik oluşturmuştu. Eğer onunla tartışmaya yeltenecek olsam -ki çok nadir olurdu bu- hemen bu totem kelimelerden birini çekip, beni bununla coplamaya başlardı, hiç kuşkusuz astlarını da benzeri durumlarda böyle sindiriyordu. Eğer karşısındaki kişi hâlâ teslim olmayı reddediyorsa ya öfkeye kapılır ya da öfkeye kapılmış gibi yapardı. Öfkesi azgın bir köpek gibiydi ve her an elinin altındaydı.

Öyle olmasını dilediğimiz aile geleneğine göre, Nantes Fermanı’nın Feshi’nin ardından Fransa’dan göç etmiştik – on yedinci yüzyılın en çok satan kitaplarından L’Astrée‘nin(2) yazarı Honoré d’Urfé’in uzaktan akrabası soylu Protestanlardık. Doğrusu -eğer II. Charles’ın o yazar bozuntusu arkadaşı Tom Durfey’le, en az diğeri kadar kesinliği olmayan bağımızı da saymazsak- atalarım arasında başka hiç kimse herhangi bir sanatsal eğilim göstermemişti: Nesiller boyu kaptanlar, rahipler, denizciler, küçük arazi sahipleri ve ortak özellikleri şerefli tek bir şey yapmamış olmaları ile azımsanmayacak ölçüdeki kumar ve kaybetme tutkularıydı. Büyükbabamın dört oğlu vardı, ikisi Birinci Dünya Savaşı’nda ölmüş; üçüncüsüyse soyaçekimini (kumar borçlarını) ödemenin nahoş bir yolu olarak Amerika’ya kaçmıştı. Büyük oğulların sahip olduğu varsayılan bütün özellikleri taşıyan en küçük oğul olan babam, onun hâlâ yaşadığına dair tek laf etmezdi; ve benim de onun hâlâ yaşayıp yaşamadığı, dahası Atlantik’in diğer yakasında kuzenlerimin olup olmadığı konusunda en ufak bir fikrim yok.

Okuldaki son yıllarımda, ailemle aramızdaki sürtüşmenin asıl sebebinin benim sürmek istediğim yaşam tarzını tamamıyla hor görmelerinden başka bir şey olmadığını fark etmiştim. İngilizcem “iyiydi”, okul dergisinde takma isimle şiirlerim çıkardı, D.H. Lawrence’ın yüzyılın en büyük şahsiyeti olduğunu düşünürdüm; annemle babamın Lawrence’ı hiç okumadıkları kesindi ve muhtemelen adını da, Lady Chatterley’s Lover [Leydi Chatterley’in Âşığı] ile anılmadıkça hiç duymamışlardı bile. Öyle şeyler vardı ki, annemin o malum duygusal yumuşaklığı ya da babamın ara ara kapıldığı coşku nöbetleri gibi, daha fazla dayanabilirdim elbet; ama ben hep onların içindeki, o sevilmesini istemedikleri yanları sevdim. Ben on sekizime gelip de Hitler öldüğünde, onlar yalnızca bana bakan ve benim de sembolik bir minnettarlık sergilemem gereken kişiler haline gelmişlerdi, daha fazlası da gelmiyordu elimden zaten.

Çifte bir yaşam sürüyordum. Okulda, bir savaş dönemi estetikçisi ve kinik olarak ufak çapta nam salmıştım. Ama askere gitmem gerekiyordu – Gelenek ve Kendini Feda beni buna zorluyordu. Sonrasında üniversiteye gitmeyi kafaya koymuştum, şansıma okul müdürü de arka çıktı. Orduda da bu çifte yaşamımı sürdürmeye devam ettim, herkesin yanında midem bulanarak “Blazer” Tuğgeneral Urfe’ün oğlu rolünü oynuyor, sonra bir köşeye çekilip bir heyecan Penguin New Writing(3) dergileri ve küçük şiir kitapları okuyordum. Yapabildiğim ilk anda kendimi terhis ettirdim.

1948’de Oxford’a girdim. Magdalen’deki ikinci yılımda, annemleri pek az gördüğüm o uzun tatilden hemen sonra babamın Hindistan’a gitmesi gerekti. Beraberinde annemi de götürmüştü. Karaçi’nin kırk mil kadar doğusunda fırtınaya yakalanan uçakları, bir alev topu halinde düştü. İlk şoku atlattıktan neredeyse hemen sonra bir rahatlama ve özgürlük hissine kapılmıştım. Kalan tek yakın akrabam, dayım, Rodezya’da tarımla uğraşırdı, böylece gerçek kişiliğim olarak gördüğüm şeyi kısıtlayacak kimse kalmıyordu aileden geriye. Hayırsız bir evlattım belki, ama o dönem revaçta olan ilkeler konusunda pek sıkıydım.

En azından Magdalen’deki o bir grup tuhaf arkadaşın yanındayken öyle olduğumu düşünürdüm. Les Hommes Révoltes(4) adında küçük bir kulüp kurmuştuk, çok sert şeriler içer, toplantılarımıza giderken (kırkların sonundaki o hırpani parkalıları protesto etmek adına) füme rengi takım elbiseler giyip, siyah kravatlar takardık. Orada varlık ve hiçliği tartışır, anlamsız birtakım davranışları “varoluşçu” olarak adlandırırdık. Daha az aydın olan tipler bunlara kaprisli veya açıkça bencil de diyebilirdi; ama bizler okuduğumuz o Fransız varoluşçu romanlardaki kahraman ya da antikahramanların gerçeğe uygun olmaları gerekmediğini akıl edemezdik. Duyguların karmaşık biçimlerine ait metaforları açık davranış modelleri sanarak, onları taklit etmeye çalışırdık. Derin ıstırapları gerektiği gibi çekiyorduk. Çoğumuz, Oxford’un o ezeli ve ebedi züppeliğine uygun olarak, yalnızca farklı görünmek istiyorduk. Kulübümüzde bunu başarıyorduk işte.

Pahalı alışkanlıklar ve yapmacık tavırlar edinmiştim. Okuldaki derecem pek parlak değildi, ama birinci sınıf bir yanılsamaya sahiptim: Ben bir şairdim. Ne var ki hiçbir şey genel anlamda yaşamın sıkıcılığına ve özellikle de geçim sağlamaya ilişkin çok bilmişliğimden daha az şiirsel olamazdı. Bütün o kinizmin, yaşamla başa çıkamamayı, kısaca bir güçsüzlüğü maskelediğini ve bütün çabaları küçümsemenin de hepsinden daha büyük bir çaba demek olduğunu bilemeyecek kadar toydum. Öte yandan, her daim işe yarayacak bir şeyden, Oxford’un uygar hayata en büyük hediyesinden küçük bir doz nasiplenmiştim ben de: Sokrates dürüstlüğü. Kişinin geçmişine isyan etmesinin yeterli olmadığını böyle gıdım gıdım öğretmişti bana bu. Bir gün arkadaşlarlayken orduya epey bir sayıp sövdüydüm; sonradan odama döndüğümde birden fark ettim ki, o dokunulmaz halimle bile merhum babamın yüreğine indirecek şeyler söylediğime göre hâlâ onun etkisinden kurtulamamıştım ben. Doğru olan, doğuştan değil; yalnızca isyankârlıktan kinik olduğumdu. Nefret ettiğim şeyden kurtulmuş, ama sevdiğim yeri bulamamıştım ve böylece sevilecek hiçbir yer olmadığına inandırmıştım kendimi.

Başarısızlığa karşı tam donanmış bir halde, dünyaya açıldım. Babam zaruri kelimeler cephaneliğine Parasal Tutumluluğu dahil etmemişti; Ladbroke’s’da acayip yüklü bahislere girer ve yeme içme faturaları da hep dudak uçuklatıcı meblağlara ulaşırdı, ne de olsa popüler olmayı severdi, ama hiçbir cazip yanı bulunmadığından ancak içki ısmarlardı işte. Avukatlar ve vergi memurları kendilerine düşen payı aldıktan sonra babamın parasından geriye kalan, hayatımı sürdürmeme yetecek gibi değildi pek. Gel gör ki, başvurduğum her tür işte -Dışişleri, kamu sektörü, kolonyal görev, bankalar, ticaret, reklam- bir bakışta eliyorlardı beni. Birçok görüşmeye gittim. Genç bir idareciden beklenen azim ve hevesi göstermek gibi bir derdim olmadığından hiçbirinde de başarılı olamadım.

Sonunda benden önceki bir yığın Oxford mezununun da yaptığı gibi, Times Eğitim İlavesi‘ndeki bir ilana cevap verdim. Verilen adrese gittim. East Anglia’da adı pek duyulmamış bir özel okuldu; üstünkörü yapılan bir mülakatın ardından kabul edildim. Sonradan öğrendim ki benden başka, her ikisi de Redbrick’ten,(5) yalnızca iki aday daha vardı ve yeni dönem üç hafta sonra başlayacaktı.

Ders vermek zorunda olduğum, hepsi de bir örnek, orta sınıfa mensup oğlanlar yeterince kötüydüler, o klostrofobik küçük kasaba ise kâbus gibiydi; ama asıl dayanılmaz olan öğretmenler odasıydı. Öyle ki derse girmek neredeyse bir kurtuluştu. İç sıkıntısı, her yıl aynı bildik uyuşuklukla geçen hayat, çalışanların üzerine bir bulut gibi çökmüştü. Ve bu, benim günün modasına uygun bunaltılarımdan falan değil, gerçek iç sıkıntısıydı. Buradan boş laflar, ikiyüzlülük ve başarısız olduklarını bilen ihtiyarlar ile başarısız olacaklarını sezen gençlerin aciz öfkesi yayılıyordu etrafa. En kıdemlilerinin darağacı vaizlerini andıran bir halleri vardı; bunların bazısını görünce başınız dönüyor, insanın işe yaramazlığının dipsiz kuyularına bir bakış atmış gibi oluyordunuz… ya da ikinci dönemimde ben öyle hissetmeye başlamıştım.

Hayatımı böyle, adeta Sahra’yı geçmeye çalışarak tüketemezdim; ve ben böyle hissettikçe, kendini bir halt sanan o kemikleşmiş okul da, tüm ülkenin ufaltılmış bir modeli gibi görünmeye başlamıştı gözüme ve birini bırakıp diğerini bırakmamak saçma olacaktı. Bir de artık iyice gına getiren bir kız vardı.

İstifam -niyetim seneyi tamamlamaktı aslında- bir tevekkül içinde kabul edildi. Müdür, kişisel bir yerinde duramama halime dair belli belirsiz göndermelerimden hemen Amerika ya da Dominyonlar’a gitmek istediğimi sandı.

“Daha karar veremedim Müdür Bey.”

“Bence sizden iyi bir hoca olabilirdi, Urfe. Ve siz de bizden yararlanabilirdiniz, bilirsiniz işte. Ama tabii artık çok geç.”

“Ne yazık ki öyle.”

“Böyle o ülke senin bu ülke benim gezmenizi pek tasvip edemeyeceğim aslında. Size tavsiyem, gitmeyin. Yine de… vous l’avez voulu, Georges Danton. Vous l’avez voulu.(6)

Tipik bir yanlış alıntıydı.

Oradan ayrıldığım gün bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Ama ben heyecanla, kanatlanmışçasına tuhaf bir coşkunluk hissiyle doluydum. Nereye gittiğimi bilmesem de neye ihtiyacım olduğunu biliyordum. Yeni bir toprağa, yeni bir ırka, yeni bir dile; ve her ne kadar bunu o zaman bu şekilde ifade edemediysem de, yeni bir gizeme ihtiyacım vardı.

2    İngiliz Kültür Heyeti’nin eleman aldığını duyunca, ağustos ayı başında Davies Caddesi’ne gittim ve Roedean(7) bir ses tonu ve kelime dağarcığı olan, aklını kültürle bozmuş, hevesli bir bayan tarafından mülakata alındım. “Bizlerin” dışarıda doğru biri tarafından temsil edilmesi, demişti sanki gizli bir şey söylüyormuşçasına, korkunç önemli; ama tabii bu feci zahmetli bir işti, bütün o kadrolar ilan edilecek, adaylarla görüşmeler yapılacaktı filan, ayrıca -aslında- denizaşırı ülkelerdeki personelin sayısını azaltmaları gerekiyordu. Nihayet sadede geldi: Ellerindeki tek iş yabancı okullarda İngilizce öğretmenliğiydi – yoksa bu çok mu berbat geliyordu kulağa?

Öyle olduğunu söyledim.

Ağustosun son haftası, yarı şaka yarı ciddi beylik bir ilan verdim. Her yere gider her işi yaparım şeklindeki az ve öz teklifime bir dolu cevap geldi. Tanrının bir kulu olduğumu hatırlatan broşürlerin haricinde, meteliksiz ve uyanık dolandıncılardan üç tane hoş mektup vardı. Bir tanesinde de Tanca’daki sıra dışı ve kârlı bir işten -İtalyancam var mıydı?- söz ediyorlardı, onlara yazdım ama bir yanıt alamadım.

Eylül ayına bir şey kalmamıştı: Umutsuzluğa kapılmaya başlamıştım. Kendimi bir köşeye sıkıştırılmış, çaresizlik içinde yeniden o berbat Eğitim İlavesi‘ne ve oradaki ardı arkası gelmeyen soluk-gri işlerin ardı arkası gelmeyen soluk-gri listelerine itilmiş gibi hissediyordum. Böylece bir sabah yine Davies Caddesi’ne gittim.

Akdeniz civarında öğretmen açıkları olup olmadığını sordum ve o dehşetli niteleyicileri kullanan kadın bir dosya aramaya gitti. Bekleme odasında, içinde kızıl kahveler ve domates kırmızıları olan bir Matthew Smith tablosunun altına oturup kendimi Madrid’de, Roma’da, Marsilya’da veya Barcelona’da, hatta Lizbon’da düşlemeye koyuldum. Dışarıda her şey farklı olacaktı; öğretmenler odası olmayacaktı ve şiir yazabilecektim. Kadın geri geldi. Müthiş üzgündü, ama bütün iyi işler kapılmıştı. Yine de ellerinde bunlar kalmıştı. Milano’daki bir okulla ilgili bir kâğıt uzattı bana. Başımı iki yana salladım. O da onayladı.

“O zaman geriye bir tek bu kalıyor. İlanı daha yeni verdik.” Bir gazete kupürü uzattı.

LORD BYRON OKULU, PHRAXOS

Lord Byron Okulu, Phraxos, Yunanistan. Ekim başı itibariyle İngilızce derslerine girecek öğretmen arıyor. Adayların bekâr ve İngiliz dili ve edebiyatından lisans derecesi almış olmaları gerekmektedir. Modern Yunancayı bilmeleri şart değildir. Yıllık ücret 600 sterlin olup, tümüyle konvertibldir. İki yıllık sözleşme, yenilenmeye açıktır. Yol parası sözleşme başlangıcında ve bitiminde ödenecektir.

İlanda uzun uzadıya bir açıklama içeren birde ek kâğıt vardı. Phraxos Ege Denizi’nde, Atina’dan 80 mil kadar uzakta bir adaydı. Lord Byron, “Yunanistan’ın en ünlü yatılı okullarından biri” olup İngiliz özel eğitim sistemine göre düzenlenmişti – adı da buradan geliyordu. Bir okulda bulunması gereken tüm tesislere sahip görünüyordu. Günde en fazla beş saat ders vermek gerekiyordu.

“Okul hakkında feci iyi şeyler söyleniyor. Dahası ada da cennetten bir parçaymış.”

“Siz gittiniz mi hiç?”

Kadın otuz yaşlarında bir kız kuruşuydu, cinsellikten öylesine yoksundu ki, o şık kıyafetleri ve fazlasıyla ağır makyajıyla acınacak bir görüntü sergiliyordu; tıpkı başarısız bir geyşa gibi. Oraya hiç gitmemişti, ama herkes böyle söylüyordu. İlanı tekrar okudum.

“Neden bu kadar sona kalmış peki?”

“Şey, anladığımız kadarıyla bunlar bir adamı işe almış. Bizim aracılığımızla değil ama. Sonra feci bir karışıklık yaşamışlar.” Ek kâğıttaki bilgilere baktım gene. “Aslına bakarsanız daha önce onlara hiç adam göndermedik. Aslında, şimdi de yalnızca iyilik olsun diye yapıyoruz bunu.” Mesafeli bir tavırla gülümsedi, ön dişleri ne kadar da büyüktü. En efendi Oxford aksanımı kullanarak kendisini öğle yemeğine davet etlim.

Eve döndüğümde kadının restorana getirmiş olduğu formu doldurdum ve sonra hemen çıkıp postaladım. Aynı akşam, ne tuhaf bir yazgıdır ki, Alison’la tanıştım.

3    Kanımca, ahlâk kurallarının gevşediği dönem öncesi şartlar göz önüne alındığında, yaşıma göre oldukça fazla cinsel deneyime sahiptim. Kızlar ya da bazı tür kızlar benden hoşlanırdı; arabam vardı -o günlerde öğrenciler arasında pek yaygın bir şey değildi bu- ve biraz da param. Çirkin değildim; daha da önemlisi yalnızdım, ki bu da her namussuz adamın bildiği gibi, kadınlara karşı ölümcül bir silahtır. Benim “tekniğim”, sağı solu belli olmayan, kinik ve kayıtsız adamı oynamaktı. Derken, beyaz tavşanını ortaya çıkaran bir sihirbaz gibi, öksüz yüreğimi sergilerdim.

Elde ettiğim kadınların çetelesini tutmuyordum elbet, ama Oxford’u bitirdiğimde bakirliğimi yitirişimin üzerinden bir düzine kadar kız geçmiş durumdaydı. Cinsel başarılarımdan da, gelip geçici aşklarımdan da aynı ölçüde hoşnuttum. Bu, golfte iyi olup, oyunun kendisini küçümsemek gibi bir şeydi. Böylece insan oynasın oynamasın, her halükârda iyi kalıyordu. Maceralarımın çoğunu Oxford’dan uzakta, tatillerde yaşıyordum, ne de olsa yeni dönemin başlaması, suç mahallinden uygun bir şekilde uzaklaşabileceğim anlamına geliyordu. Bazen birkaç hafta boyunca can sıkıcı mektuplaşmalar olurdu, ama ben çok geçmeden öksüz yüreğimin sesini susturup, “tüm varlığımla sorumluluğu üstlenir” ve yüzüme Chesterfieldvari(8) bir maske geçirirdim. İlişkilerimi bitirme konusunda en az başlamakta olduğu kadar ustalaşmıştım neredeyse.

Kulağa fazla hince geliyor belki, ki öyleydi de, ama bu, gerçek bir soğukluktan çok, hayat tarzının önemine olan narsis inançlarımdan kaynaklanıyordu. Bir kızı bırakmış olmanın verdiği rahatlık hissini özgürlük aşkı sanıyordum. Belki hoşuma giden bir yanım varsa o da çok az yalan söylememdi; halihazırdaki kurban kıyafetlerini çıkarmadan önce, çiftleşmeyle evlenme arasındaki farkı bildiğinden emin olmaya hep dikkat ederdim.

Ama sonra, East Anglia’da işler karıştı. Eski hocalardan birinin kızıyla çıkmaya başlamıştım. Alelade bir İngiliz hoşluğu vardı, benim gibi taşradan nefret ediyor ve oldukça da ateşli görünüyordu, ama sonradan anladım ki bu ateş bir amaç uğrunaydı: Onunla evlenmemi istiyordu. Basit bir bedensel ihtiyacın hayatımı böylesi karartma riski taşıması beni sinir etmeye başlamıştı. Hatta Janet’e, sevmediğimi ve asla sevmeyeceğimi bildiğim bu süzme salak kıza teslim olmaya çok yaklaştığım bir iki akşam bile olmuştu. Ayrılık sahnemiz, deniz kenarında, arabanın içinde bol dırdır ve gözyaşıyla geçen o son derece hazin temmuz gecesi aklımdan gitmiyordu. Neyse ki hamile olmadığını biliyordum ve o da bunu bildiğimi biliyordu. Kadınlardan bir süreliğine uzak durmaya dair kesin bir kararlılıkla Londra’ya geldim.

Russell Meydanı’nda kiraladığım dairenin alt katına ağustos ayı boyunca uğrayan eden olmamıştı, ama sonra bir pazar günü bir hareketlilik oldu, kapılar çarptı ve müzik sesleri yükseldi. Pazartesi günü merdivenlerde hiçbir ilgi çekici yanı olmayan iki kızın yanından geçtim, aşağı inerken konuşmalarına kulak kabarttığımda, uzun ğ’lerin hepsini uzun y’lere dönüştürerek yaydıklarını duydum. Avustralyalıydılar. Bayan Spencer-Haigh’le öğle yemeği yediğim günün akşamıydı; bir cuma.

Altı gibi kapı çalındı. Karşımda, gördüğüm o iki kızdan incesi duruyordu.

“Ah selam. Ben Margaret. Bi alt katlan.” Uzattığı eli sıktım. “Tanıştıyımıza memnun oldum. Baksana, aşayıda bir parti var. Gelmek ister misin?”

“Haa. Şeyy aslında…”

“Buraya çok gürültü gelecek.”

Tipik bir durumdu: Şikâyetin önüne geçmek için bir davet. Duraksadım, sonra omuz silktim.

“Tamam, peki. Teşekkürler.”

“Eh, güzel. Sekizde.” Aşağı inmeye koyuldu, ama sonra tekrar seslendi. “Getirmek istediyin bi kız arkadaş var mı?”

“Şimdilik yok.”

“E birini buluruz o zaman.”

Ve gözden kayboldu. Daha o anda keşke kabul etmeseydim diye düşündüm.

Böylece, artık birçok insanın gelmiş olduğunu belli eden sesleri duyunca aşağıya indim. Çirkin kızlar -ilk önce hep onlar gelir- birilerine yamanmıştır diye umuyordum. Kapı açıktı. Küçük bir holden geçip içeri girdim ve elimde, hediye olarak getirdiğim bir şişe Cezayir burgonya şarabı ile salon kapısının eşiğinde durdum. Kalabalık odada daha önce gördüğüm o kızlardan birini seçmeye çalıştım. Bangır bangır yayılan Avustralya aksanı, İskoç etekli bir adam ve Batı Hint Adaları’ndan tipler. Pek benlik bir partiye benzemiyordu ve az sonra sıvışı-

————

(1)    Bakire Meryem’in, ilk günahın lekesinden uzak olduğu doktrini, (ç.n.)
(2)    Honoré d’Urfé’nin 1607’den 1627’ye kadar beş cilt halinde yayımlanmış olan ünlü Fransız romanı. Astre: Yıldız sözcüğünden uydurulan ve bahtı açık anlamına gelen Astrée. (y.h.n.)
(3)    Penguin Yayınları’nın yeni çıkardığı ve genç yazarlara ayrılan kitaplar. Penguin Yeni Kalemler. (y.h.n.)
(4)    (Fr.) İsyankâr Adamlar, (ç.n.)
(5)    19. yy’ın sonu ve 20. yy’ın başlarında İngiltere’de kurulan üniversitelere verilen ad. (ç.n)
(6)    (Fr.) Siz istediniz Georges Danton. Bunu siz istediniz. (y.h.n.)
(7)    İngiltere’nin güneyindeki özel bir kız okulu, (ç.n.)
(8)    Lord Chesterfield gibi; zarif, şık. (ç.n.)

Eklendi: Yayım tarihi

“Büyücü” için bir yanıt

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıBüyücü
  • Sayfa Sayısı672
  • YazarJohn Fowles
  • ÇevirmenMeram Arvas
  • ISBN9789755393730
  • Boyutlar, Kapak13x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviAyrıntı Yayınları / 2012

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Fransız Teğmenin Kadını ~ John FowlesFransız Teğmenin Kadını

    Fransız Teğmenin Kadını

    John Fowles

    İngiliz edebiyatının en büyük ustalarından biri olan John Fowles, anlatı kurmaktaki mahareti, çarpıcı üslubu ve deneyciliğiyle dikkati çeken bir yazar. Hiç abartmadan yüzyılın en...

  2. Abanoz Kule ~ John FowlesAbanoz Kule

    Abanoz Kule

    John Fowles

    İçinde sürekli değişen anlamlar ve yankılı imgeler barındıran bu kitap, tekrar tekrar okuyup, her okuyuşta hem elinizdeki yapıtı hem de genel olarak kurmaca sanatını...

  3. Daniel Martin ~ John FowlesDaniel Martin

    Daniel Martin

    John Fowles

    Fowles’un anlatı kurma ve hikâye etme becerisinin belki de en güzel örneği olan Daniel Martin yazarın kariyerinin en önemli romanlarından birisi. Otobiyografik özellikler taşıyan...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. İnci ~ John Steinbeckİnci

    İnci

    John Steinbeck

    Bir Meksika halk hikâyesinden esinlenmiş İnci, bir zamanlar İspanya Kralı’na büyük zenginlikler getiren bir koyda yaşayan fakir bir inci avcısının, Kino’nun ve ailesinin hikâyesini...

  2. Üç Yanlış Üç Ceset ~ Agatha ChristieÜç Yanlış Üç Ceset

    Üç Yanlış Üç Ceset

    Agatha Christie

    Öğrencilerin kaldığı bir pansiyonda patlak veren hırsızlık olayı Hercule Poirot için hiç de ilgi çekici bir durum değildir. Başlangıçta basit bir hırsızlık gibi görünen...

  3. Bayan Peregrine’nin Tuhaf Çocukları ~ Ransom RiggsBayan Peregrine’nin Tuhaf Çocukları

    Bayan Peregrine’nin Tuhaf Çocukları

    Ransom Riggs

    Olaylar ana karakter Jacob’ın gözünden anlatılır. Büyük babasının trajik ölümüyle kâbuslar gören Jacob, büyük babasının anlattığı tuhaf yeteneklere sahip çocukların bulunduğu hikayelerin etkisinde olduğunu düşünüp bunun üzerine Galler’e gider ve hikayelerde adları geçen Tuhaf Çocukları ve Bayan Peregrine’yi bulmak ister.

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur