Fabrikanın bacasının tüttüğü ilk gün başladılar can almaya. Dişlerine kan değmiş kurt sürüsü gibi denize daldılar. Yaş almış demediler, küçük demediler, yavrulama zamanı demediler. Köstence’nin göğü yağ kokusuyla doldu. İnsanlar öğürerek gezer oldu. Süngüyle vurmak başka ama tüfekle avlanmak dayanılır değildi. O tarraka, o gümbürtü! Dağlara kaçtım kaç defa. Mağaralara girdim. Solucanlarla çıyanlarla geçirdim günlerimi.
Ama sabah olup gün doğunca o sesler yine her yanı tutuyordu.Deli İbram Divanı, öykücülüğümüzün yaşayan büyük ismi Ahmet Büke’nin romanda da ne kadar mahir olduğunu gösteren, uzun yıllar akıllarda kalacak, konuşulacak bir eser. Ege insanının doğayla, tarihle, efsanelerle beslenen hayatı, coğrafyamızın kangren olmuş adaletsizlik, gelir eşitsizliği sorunlarıyla harmanlanıyor, bir ada ve deniz hikâyesi olarak biçimleniyor. İzmir’in de yer yer karakter olarak belirdiği bir dönem romanı olan Deli İbram Divanı, deniz edebiyatımızın klasikleri arasına girmeye aday.
Ayağı Çap Bir Attı Zaman
Osman askerliğini İstanbul 1. Ordu Komutanlığı’nda, Selimiye’de yapmıştı. Acemiliği bitince onu ordu rezervi diye geçen 3. Süvari Tümeni’ne verdiler. Sabah akşam atları tımar ettikten sonra kuyruk örmesi, ince uzun parmakları, atlara gösterdiği özen ve yakasında her daim taşıdığı iğne iplik nedeniyle İzmirli bölük komutanı yüzbaşının dikkatini çekmişti. Bir gün yüzbaşı aniden ahırlara çıkıp geldi. “Asker, sen mesleğini söyledin mi acemi ocağında?” Osman esas duruşta, karşı duvarlara bakıp susmuştu.
“Yok, kızmayacağım. Zaten evraklarına baktım. Şimdi senden de duyayım.”
“Komutanım, ben biraz dikişten anlarım.”
“Terzisin yani?”
Osman daha bir sıkı sarıldı esas duruşuna. Cevap
vermedi.
“Kadın elbisesi de bilir misin?”
“Gelir elimden.”
“Mantoluk kumaş alsam becerebilir misin?”
“Kumandanım, uygun patron kalıbı, dikiş malzemesi olursa eğer…”
“Onlar kolay. Ölçü almak gerekir, değil mi?”
Osman başını çevirip yüzbaşının gözlerinin içine baktı. En karanlık ve en aydınlık zamandı şimdi. Bir kadere karar verme ânıydı sanki. “Evet komutanım. Eğer bedene oturacak bir manto isterseniz ölçü almak şart.” Yüzbaşı hiç konuşmadan arkasını dönüp gitti. Osman ne kadar beklese de tümenin terzihanesine alınmadı. Bölükçü de bir daha görülmedi ahırların orada. O yine sabah ve akşamları tımar işindeydi. Bir ay sonra yüzbaşının postası geldi. Bölük komutanı odasına çağırıyordu. Koşarak gitti, kapı hafif aralıklı. Tıklatıp içeri baktı. “Gel” işaretiyle girdi. Kısa künye ve esas duruşta bekledi. “Al bakalım, oku şunu,” dedi yüzbaşı. Osman hafif hafif titreyen parmaklarıyla, içinden mırıldanarak kâğıda baktı.
Kıymetli Eşim, Üst komşumuzun akşam sanat okuluna giden kızı yardım etti, sağ olsun. Bütün ölçülerimi aldık. İstediğim kalıbı da birlikte bulup seçtik. Hakeza kumaşı da sizin yolladığınız parayla Kemeraltı’nın en iyi kumaşçısı Artidi Bey’den aldım. Hepsini yolluyorum. Aramızda geçen bunca hadiseden sonra hâlâ beni düşünüyor olmanıza hatta gelen kışı düşünüp bu mantoyu hayal etmenize ne desem bilemiyorum. Kalbimi bir başkasına kaptırmam, ne kadar istesem de bundan kendimi alamamam, size açılmam, beni her halimle kabul etmeniz… Keşke zamanı tersine çevirebilseydim. Keşke bu çaresiz aşka düşmeseydim. Sizi ve kendimi bu kadar acımasız bir çavlanın içine atmasaydım. Ama hepsi için artık çok geç. Geçirdiğimiz güzel zamanların hakkı için şunu da size söylemem gerekir ki, çok mutluyum. Ölesiye kederler içinde olmayı Allah’tan isterdim. Ama içim içime de sığmıyor. Ve sizden son kez rica ediyorum, bana kim olduğunu sormayın. Söylememe imkân yoktur. Elbette sizin istediğiniz zaman ve şartlarda evliliğimizi bitirmeye hazırım. Daha önce de bunu söylemiştim. Bunun bir an önce olmasını da niyaz ederim.
Aynur
Osman bembeyaz olmuştu. Yüzbaşı ise masanın üzerinde, sarı kâğıdı yırtılarak açılmış paketteki kumaşı inceliyordu. Neden sonra başını kaldırdı. “Yan odaya bir masa koydurttum. Terzihaneden malzemeler gelecek. Portatif bir sefer yatağı da var. Yemeğini benim posta getirecek. Artık ahır ve nöbet yok. Gece gündüz buradasın bundan böyle. Şu mantoyu bitir bakalım,” dedi. Osman’ın o saatten sonra günleri farklı akar olmuştu. Sabah yine kalk borusuyla uyanıyordu ama koşarak erat helasına gitmesine gerek yoktu. Tümen binasındaki temiz lavaboları kullanabiliyor, sinek pisliği birikmemiş aynalarda kalın kaşlarını, gaga burnunu ve sert dudaklarını süzebiliyordu. Komutanın postasıyla birlikte arka bahçeye çıkan sahanlıkta kahvaltısını yapıyordu. Herkes eğitime ya da işlerine seğirtirken o küçük odasına gidip kumaşa ve ölçülere gömülüyordu. Odaya bir de terzi prova mankeni gelmişti. Onu pencerenin yanına, güzel ışık alan bir köşeye yerleştirmişti. Kestiği kumaşları arada gidip üzerine koyuyor, iğneleyip dikiş yerlerini belirliyordu. Bir defasında kendine engel olamamış, tek ayaklı ahşap mankene sarılıp, “Ah Leyla, ah!” demişti. Ansızın kapı açılıverdi. “Emret komutanım!” “Rahat,” dedi yüzbaşı. Yürüyüp masaya geldi. Makaslara, boşlanmış mezuraya, iğneliğe, kumaş parçalarının arasına yuvarlanmış dikiş yüzüğüne baktı.
“Nasıl gidiyor?” “Gayet iyi komutanım.” “Ne zamana biter?” Osman’ın askerde ilk öğrendiği şey, verilen işi yavaş yapması gerektiğiydi. Ne kadar iyi iş çıkarsan da gereğinden hızlı bitirirsen beğenilmezdi. “Komutanım, akşamları ışık altında işlemek istemiyorum. Ne olur ne olmaz, gözümden kaçar, bir hata olur. O yüzden sadece gün ışığında çalışıyorum. Bu aralar hava yağmurlu. Benim oda da malumunuz biraz kuzeye bakıyor. Yani…” “Yani ne zaman biter?” “En kısa zamanda bitiririm komutanım.” Yüzbaşı tabakasından bir cigara çıkarıp yaktı.
Pencereden ıslak avluya, aralarında güvercinlerin dinlendiği mevsimin son çınar yapraklarına baktı. Bundan sonra her ikindi vakti Osman’ın küçük odasına gelmeye başladı. Artık esas duruş, selam falan istemiyordu. Uzun uzun dikişi, prova mankeniyle masa arasında mekik dokuyan Osman’ı izliyordu. Birlikte camdan bahçeye bakıp tütün tüttürmeye başlamışlardı. Sonunda pek suskunluk da kalmadı aralarında. “Demek Köstencelisin?” “Öyle komutanım. Yerlisiyiz.” “İlkmektepten sonra götürdüler seni İzmir’e ha?” “Evet. Boğulacaksan büyük denizde boğul, derdi anam. Gerçi İstanbul’u görünce bizim oraları yine göl sayılır ya. Ekmek derdi işte. Anam beni aldı, büyük dayısının evine götürdü. Emekli kaptandı Yusuf Reis. Eski gemilerde çalışmış. Yelken zamanlarında. Loçadan kıç üstüne kadar çıkmış ama.” “O ne demek?” “Çekirdekten yetişmiş yani. Denizin çıraklığından ustalığına kadar varmış. Sonra bir gemi yangınında yaralanmış. Onun kapısını çaldık işte annemle.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıDeli İbram Divanı
- Sayfa Sayısı208
- YazarAhmet Büke
- ISBN9789750755408
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Her Dağın Gölgesi Deniz’e Düşer ~ Evrim Alataş
Her Dağın Gölgesi Deniz’e Düşer
Evrim Alataş
“Büyüyordum… Nenem Xacê’nin eteğinin altında, jandarma baskınları arasında, radyonun dibinde, duydukları haberlerle asılan yüzleri izleyerek, asılanların isimlerini duyarak, toprak yiyip, köpek kovalayarak, telden arabalarla...
- Ateşte Açan Çiçekler ~ Halit Ertuğrul
Ateşte Açan Çiçekler
Halit Ertuğrul
ATEŞTE AÇAN ÇİÇEKLER adlı bu çalışma, ATEŞTE YEŞERDİM isimli kitabımızın devamıdır. ATEŞTE AÇAN ÇİÇEKLER, kendisine bir çıkış yolu arayan insanların; ibretli ve esrarlı hadiselerle...
- Yeniden Doğuş ~ Miyase Sertbarut
Yeniden Doğuş
Miyase Sertbarut
Aradığın şeyi bulana kadar bütün odalar senindir. Eski bir tabloya hapsedilen soylu bir kız, tamamlanamayan efsunlu bir nakış, yaptıkları pahasına yok edilmeyi göze alan...