Yirminci yüzyıl Alman deneyimini bir güne sığdıran Dokuz Buçukta Bilardo, mimar Fähmel ailesinin üç kuşağı ve bir kilise üzerinden
Nazi rejiminin miras bıraktığı ölümün ve yıkımın artçı şoklarına odaklanıyor. Savaş sonrasında kendine normal bir hayat kurmaya çalışan Robert Fähmel’in rutin alışkanlıklarının, oğlu Joseph’in kız arkadaşıyla olan konuşmasının ve sekseninci doğum gününü kutlayacak olan aile reisi Heinrich’in gençlik yıllarının bile ardında herkesin unutmaya çalıştığı ancak kaçamadığı bir geçmişin lekesi vardır. Halen savaşın yaralarını tam olarak sarmamış bir ülkenin toplumsal belleğinde yaşanan tahribatı monologlar ve geriye dönüşlerle zengin bir anlatı halinde resmeden bir modernist başyapıt.
“Böll’ün Thomas Mann’ın gerçek mirasçısı olduğu iddiasını savunmak için Dokuz Buçukta Bilardo yeterli olacaktır.”
The Scotsman
*
1
Bu sabah Fähmel ilk kez kibar davranmadı ona, neredeyse kabaydı. On bir buçuğa doğru aradı, bir terslik olduğu sesinden belliydi; sesindeki titremelere alışık değildi kadın. Sözleri son derece kesin çıktığı için sesinin tonu kadını korkutmuştu: Bütün kibarlığı, bu sesin içinde bir formüle indirgenmişti; sanki kadına su yerine H2O sunuyordu.
“Lütfen,” dedi, “size dört yıl önce verdiğim küçük, kırmızı kartı masanızdan alın.” Kadın sağ eliyle çekmeceyi açtı, bir paket çikolata, bir bez ve kaol şişesini kenara itti, kırmızı kartı çıkardı. “Lütfen, kartın üstünde yazanı bana okuyun.” Titreyen sesiyle okudu kadın: “Yalnızca annem, babam, kızım, oğlum ve Herr Schrella bana ulaşabilir, başka hiç kimse!”
“Lütfen, son bölümü tekrarlayın.” Kadın tekrarladı: “Başka hiç kimse.” “Hem size verdiğim telefon numarasının, Prens Heinrich Oteli’ne ait olduğunu nereden bildiniz?” Kadın sesini çıkarmadı. “Dört yıl önce verilmiş olsa da, direktiflerime uymanız gerektiğini unutmayın… Lütfen.”
Kadın sesini çıkarmadı.
“Aptal kadın…” Bu kez “Lütfen” demeyi unutmuş muydu? Mırıldanmalar duydu kadın, sonra bir ses, “Taksi!” diye seslendi; “Taksi”, kalk borusu. Kadın telefonu kapattı, küçük kartı masanın ortasına koydu, biraz rahatlamıştı; dört yıl içinde ilk kez olan bu kabalık, neredeyse nezaket gibiydi.
Kafası karışık olduğunda ya da çok kesin kurallarla belirlenmiş olan işinden sıkıldığında dışarı çıkıp pirinç levhayı temizlerdi: “Dr. Robert Fähmel, Statik Hesaplar Bürosu, öğleden sonra kapalıdır.” Trenlerden çıkan buhar, her şeye sinen egzoz gazı, sokağın tozu toprağı; bezi ve kaol şişesini her gün çekmeceden çıkarmasına neden oluyordu. Bu temizlik anlarını on beş dakikaya, yarım saate yaymak hoşuna gidiyordu. Biraz ötede, Modest Sokağı, 8 numaralı evin tozlu camlarının ardında zangırdayan baskı makinelerini görebiliyordu; yorulmak bilmeden beyaz kâğıdın üstünü döşeyip duruyorlardı. Makinelerin titremesini hissedebiliyordu; yola çıkmış ya da motorlarını yeni çalıştırmış bir gemide sandı kendini. Kamyonlar, çıraklar, rahibeler; sokaktaki yaşam, manavların önündeki sandıklar: portakal, domates, lahana. Yan binada, Gretz’in dükkânının önünde iki çırak, bir yabandomuzunu çengele asıyor, domuzun koyu renk kanı asfalta damlıyordu. Sokağın gürültüsünü ve pisliğini seviyordu kadın. Kafa tutmak geldi içinden, işten ayrılmayı düşündü; izbe bir avludaki pis bir dükkânda çalışsaydı, elektrik kablosu, baharat ya da soğan satılan bir yer, aşağı sarkmış pantolon askıları ve çeşit çeşit dertleri olan leş gibi patronlar yılışıklık etmeye kalkarlarsa en azından onları tersleyebileceği bir yer; dişçide bekleyerek geçireceği bir saat için savaşması gereken bir yer; nişanlanan bir iş arkadaşına ev hediyesi ya da aşk konulu bir kitap almak için para toplanan bir yer; iş arkadaşlarının pis şakalarını duyunca kendisinin temiz kaldığını göreceği bir yer… Yaşam… Bu kusursuz düzen değil, kusursuz giyinen ve kibarlıkta kusur etmeyen bu patron değil. Korkuyordu ondan; bu kibarlığın arkasında küçümseme seziyordu; onunla işi olan herkes payını alıyordu bundan. Ama kadının dışında kiminle işi vardı ki? Anımsayabildiği kadarıyla, onu birisiyle konuşurken hiç görmemişti – babası, oğlu, kızı dışında. Annesini de hiç görmemişti; zihinsel engellilerin bakıldığı bir sanatoryumda kalıyordu. Kırmızı kartın üstündeki şu Herr Schrella ise hiç aramamıştı. Fähmel sohbet saatleri düzenlemezdi; telefonla soru sormak isteyen müşterilerden yazılı olarak başvurmalarını rica ederdi kadın.
Kadının bir yanlışını yakalarsa yalnızca elini şöyle bir sallar ve şöyle derdi: “Neyse tekrar yapın lütfen.” Pek sık olmazdı bu, çünkü yaptığı az sayıdaki yanlışı, kadının kendisi fark ederdi. Yine de “lütfen” demeyi asla unutmazdı adam. Kadın izin istediğinde saatlerce, günlerce izin verirdi; kadının annesi öldüğünde şöyle demişti: “Öyleyse büroyu dört günlüğüne kapatalım ya da bir hafta mı istersiniz?” Oysa kadın bir hafta falan istemiyordu, dört gün bile istemiyordu, üç gün yeterdi; boş evin içinde o üç gün bile uzun geldi. Adam, kilisedeki ayine ve cenaze törenine tepeden tırnağa siyahlar içinde geldi elbette, babası, oğlu, kızı da; hepsinin elinde dev gibi çelenkler vardı, kendi elleriyle mezara koydular ve rahibin konuşmasını dinlediler. Kadın, yaşlı babayı severdi, adam şöyle fısıldadı ona: “Biz Fähmel’ler ölüm nedir biliriz, onunla içli dışlıyızdır sevgili yavrum.”
Kadının tüm izin isteklerini karşı koymadan kabul ederdi; bu yüzden yıllar geçtikçe ondan bir ricada bulunmak daha zor gelir oldu. Çalışma süresini giderek azaltmıştı; ilk yıl sekizden dörde kadar çalışmıştı kadın, ama son iki yıldır işi o denli azalmıştı ki, sekizden bire kadar bitiyordu; hatta oyalanmak için bile zamanı kalıyor, temizlik anlarını yarım saate yayıyordu. Pirinç levha gıcır gıcır oluyordu! Kaol şişesinin kapağını iç geçirerek kapattı, bezi katladı. Baskı makinelerinin sesi hâlâ geliyordu, durup dinlenmeden beyaz kâğıdın üstünü döşeyip duruyorlardı, yabandomuzunun kanı hâlâ akıyordu. Çıraklar, kamyonlar, rahibeler: sokaktaki yaşam…
Masanın üstünde kırmızı kart; mimarın kusursuz elyazısı: “…başka hiç kimse.” Kadın sıkıcı saatler boyunca uğraşıp didinerek merakından yüzü kızararak telefon numarasının nereye ait olduğunu öğrenmişti: “Prens Heinrich Oteli.” Bu ad, sezgi gücünü kamçılamıştı: Sabah dokuz buçukla on bir arasında Prens Heinrich Oteli’nde ne işi vardı adamın? Telefonda buz gibi bir ses: “Aptal kadın.” Gerçekten de “lütfen” dememiş miydi? Tarzındaki bu değişiklik kadını umutlandırdı, bir makinenin de yapabileceği bu iş konusunda onu avuttu.
Kendisinden önceki sekreterin bıraktığı kopyalar arasında, dört yıl boyunca değişmeyen iki mektup örneği bulmuştu; biri, sipariş veren müşteriler içindi: “Bize olan güveniniz için teşekkür ederiz. Siparişinizi en kısa zamanda ve en doğru biçimde karşılayarak güveninizi boşa çıkarmayacağız. Saygılarımızla.” İkinci mektubu, statik belgelerini müşterilere geri göndereceği zaman yazacaktı: “Ekte, X inşaat planı için istenen belgeler yer almaktadır. Y tutarındaki ücretin banka hesabımıza yatırılmasını rica ederiz. Saygılarımızla.” Gereken değişiklikleri yapmak ona kalıyordu elbette; X’in yerine şöyle yazacaktı: bir editör için orman kenarında ev, bir öğretmen için ırmak kıyısında ev, Holleben Caddesi’ndeki demiryolu üstgeçidi. Y’nin yerine ise, basit bir formüle göre kendi hesaplayacağı ücreti yazacaktı.
Adamın birlikte çalıştığı üç kişiye Kanders, Schrit ve Hochbret’e yazılacak mektuplar kalıyordu geriye. Onların siparişlerini geliş sırasına göre göndermesi gerekiyordu. “Böylece,” demişti Fähmel, “adalet otomatik olarak yerine gelir ve işimiz şansa kalmaz.” Belgeler geri gelince Kanders’in hesapladığını Schrit’e, Hochbret’in hesapladığını Kanders’e, Schrit’in hesapladığını Hochbret’e gönderiyordu– kontrol için. Fişleri doldurması, harcamaları hesaba geçirmesi, çizimlerin fotokopisini çekmesi ve adamın özel arşivi için her inşaat planından, kartpostalın iki katı büyüklüğünde fotokopi çıkarması gerekiyordu. Ama en çok zaman alan iş, pul yapıştırmaktı: yeşil, kırmızı, mavi Heuss’u süngere sürüp pulu, sarı zarfın sağ üst köşesine temizce yapıştırıyordu; arada kahverengi, mor, sarı bir Heuss çıkmasını, değişiklik sayıyordu.
Fähmel, günde bir saatten fazla büroda kalmamayı ilke edinmişti; “saygılarımla” ve “ücret” bölümünün altına adını yazardı. Bir saatte karşılayabileceğinden fazla sipariş gelirse kabul etmek istemezdi. Böyle durumlar için çoğaltılmış kâğıtların üstünde şöyle yazardı: “İş yoğunluğu nedeniyle değerli siparişinizi ne yazık ki kabul edemiyoruz. İmza: F.”
Sabahları sekiz buçukla dokuz buçuk arasında onun karşısında oturan kadın, bir kere bile temel ihtiyaçlarını giderirken görmemişti onu; ne yerken ne içerken. Burnunu çektiğini de hiç görmemişti. Bunlardan daha temel şeyleri düşününce yüzü kızardı. Adamın sigara içmesi, kadının kaçırdıklarının yerini tutmuyordu: Kar beyazı sigara fazla kusursuzdu, yalnızca kül tablasındaki kül ve izmarit avutuyordu kadını; en azından bir artıktı bu, bir şeyin tüketildiğini kanıtlıyordu. Güçlü patronların yanında çalışmıştı kadın, çalışma masaları kaptan köşkü gibi olan, fiziksel yapılarıyla korku salan; ama bu büyük adamlar bile arada sırada bir fincan çay, bir kahve içmişler, bir sandviç yemişlerdi. Yiyip içen güçlü adamların görüntüsü, kadını her zaman heyecanlandırmıştı. Ekmek kırıntıları düşerdi, sosis zarları ve vıcık vıcık yağlı jambon parçaları sağda solda kalırdı, ellerin yıkanması, mendillerin çıkarılması gerekirdi. Orduları yöneten granitten alınların ardında uysallık belirirdi, bir zamanlar bronz anıtlara dönüşerek gelecek kuşaklara büyüklüklerini bildiren yüzlerdeki ağızlar yıkanırdı. Sekiz buçukta evin arka bölümünden gelen Fähmel, kahvaltı izleri taşımazdı; tipik bir patron gibi ne sinirli, ne sakin olurdu; saygılarımla sözcüğünün altına adını kırk kez yazması gerekse bile, imzası okunaklı ve güzel olurdu; sigara içer, imza atar, çizimlere pek bakmaz, tam dokuz buçukta paltosunu ve şapkasını alır, “Yarın görüşürüz,” der ve çekip giderdi. Dokuz buçuktan on bire kadar Prens Heinrich Oteli’nde, on birden on ikiye kadar Café Zons’ta bulunurdu, yalnızca annesi, babası, kızı, oğlu ve Herr Schrella ulaşabilirdi ona. On ikide dolaşmaya çıkar, birde öğle yemeği için kızıyla Löwen’de buluşurdu. Öğleden sonralarını, akşamlarını nasıl geçirdiğini bilmiyordu kadın, tek bildiği, sabah yedide Komünyon ayinine katıldığı ve yedi buçuktan sekize kadar kızıyla birlikte, sekizden sekiz buçuğa kadar tek başına kahvaltı ettiğiydi. Oğlu uğradığı zaman gösterdiği sevinç hep şaşırtırdı kadını; daha sonra mutlaka pencereyi açar, Modest Kapısı’na kadar uzanan yola bakardı, çiçekler getirtir, arkası gelecek ziyaretler için bir kâhya kadın tutardı; burnundaki küçük yara izi heyecandan kızarırdı; evin loş arka bölümüne temizlikçi kadınlar doluşur, eskiciye verilmek üzere sahanlığa koyulmuş şarap şişelerini gün ışığına çıkarırlardı; gittikçe daha fazla şişe toplandı, sahanlığın boyu yetmediği için, önce beşli, sonra onlu sıralar halinde dizildiler; bu koyu yeşil, durağan şişe ormanını yüzü kızararak merakına engel olamayarak sayardı kadın: İki yüz on şişe, mayıs başından eylül başına kadar içilmiş, günde bir şişeden fazla eder.
Adam asla alkol kokmazdı, elleri titremezdi. Koyu yeşil, durağan orman gerçekliğini yitirdi. Kadın bu ormanı gerçekten görmüş müydü, yoksa yalnızca düşlerinde mi yaşıyordu? Ne Schrit, ne Hochbret, ne de Kanders’le yüz yüze gelmişti; birbirlerinden çok uzakta küçük yuvalarına kurulmuşlardı. Biri ötekinin yanlışını yalnızca iki kez yakaladı: Schrit’in kentteki yüzme havuzunun tabanını yanlış hesapladığını Hochbret ortaya çıkardı. Kadın çok heyecanlanmıştı ama Fähmel, çizimin kenarlarına kırmızı kalemle alınmış notların hangisinin Schrit’e, hangisinin Hochbret’e ait olduğunu belirlemesini rica etti yalnızca. Onun besbelli bu meslekten olduğunu ilk kez anladı kadın: Yarım saat boyunca elinde hesap cetveli, tablolar ve ucu açılmış kurşunkalemlerle çalışma masasının başında oturmuş, sonra şöyle demişti: “Hochbret haklı, yüzme havuzu en çok üç ay içinde çökerdi.” Schrit için tek bir yergide, Hochbret için tek bir övgüde bulunmadı ve –yalnızca bir kereliğine– raporu kendisi imzalarken güldü; gülüşü de kibarlığı kadar korkunçtu kadına göre.
İkinci yanlışı Hochbret yapmıştı; Wilhelm çukurluğundaki demiryolu üstgeçidinin statik hesaplarında. Bu kez yanlışı fark eden Kanders’ti ve kadın, Fähmel’i bir kez daha –dört yıl içinde ikinci kez– çalışma masasında hesap yaparken gördü. Yine Hochbret’in ve Kanders’in kırmızı kalemle aldıkları notların hangisine ait olduğunu belirlemesi gerekti; bu olay üzerine, değişik çalışma arkadaşlarına, değişik renkler vermek geldi aklına: Kanders’e kırmızı, Hochbret’e yeşil, Schrit’e sarı.
Bir parça çikolata ağzında erirken ağır ağır yazdı kadın: “Bir film yıldızı için hafta sonu evi.” Çikolatanın ikinci parçası ağzında erirken şöyle yazdı: “Kamu yararına olanların en yararlısı olan dernek için genişletme inşaatı.” Zaten müşteriler, adları ve adresleriyle birbirlerinden ayrılıyorlardı, gerçek olduklarını yanlarına eklenen çizimlerden anlıyordu kadın; taş ve yapay maddeden döşemeler, T demirleri, cam tuğlalar, çimento çuvalları… Bunları gözünde canlandırabiliyordu, oysa her gün adreslerini yazmasına karşın Schrit, Kanders ve Hochbret’i canlandıramıyordu. Büroya hiç gelmemişlerdi, hiç telefon etmez, mektup yazmazlardı. Hesaplamalarını ve belgelerini yorumsuz gönderirlerdi. “Mektubu ne yapalım?” demişti Fähmel. “Bizim amacımız itiraflar toplamak değil ki.”
Kadın bazen raftan ansiklopediyi alır, her gün zarfların üstüne yazdığı yerlerin adlarına bakardı: Schilgenauel, nüfus 87, 83’ü Rom.–Kat., XII. yüzyıldan kalma kilisesiyle ünlü. Orada oturan Kanders’ti, kişisel özelliklerini sigorta kartı ortaya koyuyordu: otuz yedi yaşında, bekâr, Rom.–Kat… Schrit kuzeyde oturuyordu, Gludum’da, nüfus 1988, 1812’si Prot., 176’sı Rom.–Kat., salça endüstrisi. Misyoner okulu. Schrit: kırk sekiz yaşında, evli, Prot., biri on sekiz yaşının üzerinde iki çocuk sahibi. Hochbret’in oturduğu yere ansiklopediden bakmasına gerek yoktu, dış mahallelerden birinde oturuyordu; Blessenfeld’de, minibüsle yalnızca otuz beş dakika uzaklıkta. Adamı ziyaret etmek gibi budalaca bir düşünceye kapılıyordu sık sık, sesini duyarak, onu görerek, elini sıkarak varlığından emin olmak istiyordu; ama adamın daha otuz iki yaşında olması ve bekâr olduğu gerçeği, böyle içten davranmaktan alıkoyuyordu kadını. Gerçi ansiklopedi Kanders’in ve Schrit’in oturdukları yeri, tıpkı bir insanın kimliği gibi tanımlıyordu, Blessenfeld’i de kadın biliyordu ama her ay onlar için sigorta bedelleri yatırsa da, posta havaleleri doldursa da, onlara dergiler ve tablolar gönderse de, yine de bu üçünü gözünde canlandıramıyordu; kırmızı karttaki şu Schrella denen adam kadar gerçekdışıydılar. Schrella, patrona her zaman ulaşabilirdi ama dört yıl boyunca bir kez bile ona ulaşmaya çalışmamıştı.
Adamın ilk kabalığının nedeni olan kırmızı kartı masada bıraktı. Saat ona doğru büroya gelen ve Fähmel’le acilen, acilen, çok acilen görüşmek isteyen beyin adı neydi? Uzun boylu, kır saçlıydı, yüzü hafifçe kızarmıştı, seçkin yemeklere para akıtan birine benziyordu, takım elbisesi de buram buram kalite kokuyordu; güç, gurur ve erkeksi çekiciliği öylesine birleştirmişti ki, karşı konulmaz olmuştu; gülümseyerek mırıldandığı unvanının içinde bakana benzer bir söz geçmişti; bakanlık danışmanı, müdürü ya da yöneticisi. Kadın, Fähmel’in bulunduğu yeri bilmediğini iddia edince adam, dilinin altındaki baklayı hemen çıkardı, bunu yaparken de elini kadının omzuna koydu: “Şimdi, sevgili yavrum, onu nerede bulabileceğimi söyleyin artık.” Kadın da söyleyiverdi, bunun nasıl olduğunu anlayamadı, uzun süredir kafasını kurcalayan bu sır, ruhunun derinliklerinde gizliydi oysa: “Prens Heinrich Oteli.” Okul arkadaşı gibi bir şeyler mırıldandı adam, acil, acil, çok acil bir durum varmış, savunmayla ilgili, silahlarla ilgili. Giderken ardında öyle bir puro kokusu bıraktı ki bu, bir saat sonra Fähmel’in babasının heyecanla havayı koklamasına yol açtı.
“Tanrım, Tanrım, bir ot olmalı bu – bir ot!” Yaşlı adam duvarları kokladı, burnunu çalışma masasına yaklaştırdı, sonra şapkasını giydi ve birkaç dakika sonra puro dükkânının sahibiyle birlikte geri döndü, elli yıldan beri oradan alışveriş yapardı. İkisi bir süre çevreyi koklayarak kapının ağzında durdular, yerinde duramayan köpekler gibi bir aşağı bir yukarı gidip geldiler, dükkân sahibi masanın altına girdi, belli ki koca bir duman bulutu çökmüştü oraya, ayağa kalktı, ellerini silkeledi, zafer kazanmışçasına gülümsedi ve şöyle dedi:
“Evet, Sayın Özel Danışman, Partagas Eminentes bu!”
“Bana bulabilir misiniz bundan?”
“Elbette, depoda var.”
“Burada kokladığım kokunun aynısı çıkmazsa yandınız demektir.”
Dükkân sahibi bir kez daha kokladı. “Partagas Eminentes. O değilse kafamı keserim, Sayın Özel Danışman.
Tanesi dört mark. İstiyor musunuz?”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDokuz Buçukta Bilardo
- Sayfa Sayısı312
- YazarHeinrich Böll
- ISBN9789750751622
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Son Söz Aşkın ~ Julia Quinn
Son Söz Aşkın
Julia Quinn
Şahane Bir Kadının Gizli Günlüğü, Yüreğe Söz Geçmiyor, Bana Sevdiğini Söyle adlı çok okunan kitaplarından sonra yeni kitabıyla beklenen, Epsilon okurlarının zevkle takip ettiği...
- Kördüğüm ~ Heidi Betts
Kördüğüm
Heidi Betts
ÖFKELERİ SONSUZA DEK SÜRECEK MİYDİ? YOKSA AŞK, HER DÜĞÜMÜ ÇÖZECEK KADAR GÜÇLÜ MÜYDÜ? Birbirine rakip iki köşe yazarı, gelecekte başlarına gelecekten habersiz bir şekilde...
- Zaman Haritası ~ Felix J. Palma
Zaman Haritası
Felix J. Palma
Her şeyden çok sevdiğiniz insanın öldürüldüğünü bilseydiniz ve intihardan önceki tek seçeneğiniz zamanı tersine çevirip bu cinayeti önlemek olsaydı, dünyanın akışını değiştirme pahasına bunu...