Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Duygusal Sermaye
Duygusal Sermaye

Duygusal Sermaye

Mehmet Semih Söylemez

“Duygusal sermaye” kavramı ile hatırlatmak ve vurgulamak istediğimiz şey, özne algısının giderek değiştiği dünyamızda, “özne”nin hâlâ insan olduğudur. Bu kavram, bir kurumu oluşturan unsurların,…

“Duygusal sermaye” kavramı ile hatırlatmak ve vurgulamak istediğimiz şey, özne algısının giderek değiştiği dünyamızda, “özne”nin hâlâ insan olduğudur. Bu kavram, bir kurumu oluşturan unsurların, o kuruma dair üretmiş oldukları duyguların ve etkileşimlerin toplamını ifade eder. Duygusal sermaye, birlikte yaşamaktan ve birlikte üretmekten haz duyan insanların ışıklı yüzlerle yer aldıkları üretim alanları için üretilen düşüncelerin bütünüdür.

Mehmet Semih Söylemez’in kaleminden Duygusal Sermaye…

İçerisinde insanı ve insana ait olan her şeyi bulacağınız mükemmel bir eser. Unutmayın, fabrikalardan, kurumlara, küçük-büyük işletmelere kadar insanın olduğu her yerde duygusal sermaye mutlaka vardır.

Elma Yayınevi’den siz okuyucularımıza…

GİRİŞ

Bazı işler, insanın genlerinde olmalı derler. Bana kalırsa ahşap işleri, yani marangozluk bu tür işlerin başında gelir. Mesela kendi çocukluğumu düşünüyorum… Kentlerin bugünkü gibi ağır beton bloklarla yüklenmediği zamanlarda büyüyen, en azından toprağa temas etme şansı elde eden her çocuk, muhakkak eline bir dal parçası alıp bunu bir şeylere benzeterek oyunlar oynamıştır. Eğer yeteneği varsa, birkaç parça tahtayı bir araya getirerek yepyeni bir oyuncak yapmıştır. Zaten, bir zamanlar gerçekten çocuk olan herkes, oyuncağın mağazalarda değil, hayatın ve sokağın kalbinde bulunduğunu öğrenmiştir. Ve özellikle de ağaç, çocukluğun masal dünyasının en temel yapı malzemesidir. Hayatında ilk kez marangoz atölyesine adım atan bir çocuk, önce makine seslerini ve ahşap kokusunu duyar ve bu loş ortamı keşfe çıktıkça gündelik hayatta kullandığı bir ürünün, mesela bir masanın ya da bir sandalyenin nasıl üretildiğini öğrenir.

Atölyede çalışan işçilerin giysilerinden pencere pervazlarına dek hemen her yerde talaş ve toz tarafından örtülmüştür. Atölyenin yaşını, her şeyi kaplayan tozun kalınlığından çıkarmak mümkündür. Ahşaptan yayılan sıcaklık, nem ve koku ile atölyenin pencerelerinden yansıyan güneş ışığının havada salınan talaş ve toz ile buluştuğu andaki görsel dansı birbirlerini tamamlar. Zamansız bir masaldan fırlamışçasına büyülü görünen bu atmosfer ile henüz çocuk yaşta tanışan bir insanın burada olup bitenlere, yani ahşap işlerine ilgi duymaması imkânsızdır.

Çocuğun bilinçaltına işleyen bu masalsı atmosfer, sonraki yaşlarında yavaş yavaş solgun bir eski zaman fotoğrafına dönüşür ve eğer koşullar uygun olursa veya hayat bir şekilde yol açarsa, o çocuğun ahşap sektörüne girmesi işten bile değildir. Ben de o çocuklardan biriyim… Ve Edip Cansever’in de dediği gibi, “Gökyüzü gibi bir şey şu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor…” İnsan, çocukluğundan çeşitli ayrıntıları hatırlarken, en sıradan bir anının dahi nasıl da anlamlarla yüklü olabileceğini görünce ister istemez şaşırıyor. Örneğin benim çocukluğumda, evlerde odun sobası kullanılırdı. Yorucu bir günün ardından, akşam sobanın kenarında boş bir yere ilişip o huzur verici sıcaklığı hissetmek, yanan odunlardan yükselen çıtırtıları işitmek ve üzerine koyduğumuz portakal kabuklarından yayılan mayhoş kokuyu duymak, benim için benzersiz bir keyifti. Elbette her sefanın bir cefası olduğu gibi, akşam sobanın tadını çıkarabilmemiz için yakacak odunların gündüzden hazır edilmesi gerekirdi ve bu da benim sorumluluğumdaydı.

O buz gibi havada odun kırmak, kırılan odunları toplayıp eve getirmek ve sonra da sobanın yanına tek tek dizmek, her çocuk için olduğu gibi benim için de bir tür angaryaydı. Sadece bu kadarıyla da bitmezdi; bir de kırılan odunlardan geriye kalan artıkların, odun parçalarının ve talaşın da temizlenmesi gerekirdi. Şimdi dönüp geriye bakınca, o günlerde, bir süpürge aracılığıyla kurtulmaya çalıştığımız bütün o ağaç artıklarının, sonradan dev bir endüstrinin yapıtaşı olacağını ve bizim de bu endüstrinin bir parçası olup yaptığımız işin en temel hammaddesinin kesilen ya da budanan ağaçların artıklarından üretilen MDF ve sunta olacağını söyleselerdi, aklım alır mıydı bilinmez. Bir insanın doğumuyla ölümü arasında sürdüğü ömrü, o insanın önünde uzanan sonsuz sayıda seçenek arasında yaptığı tercihlerin bütünü olarak da görebiliriz.

Her ne kadar basite indirgenmiş bu hali ile insan ömrü, seçeneklerin ve tercihlerin rasgeleliği ile bir hayli belirsiz görünüyor olsa da eninde sonunda her insan, başka insanlarla etkileşim halinde bir ömür sürer ve tercihlerimizi belirleyen de bu etkileşimdir. Herhalde “başka insanlarla etkileşim” deyince de akla ilk olarak ailenin gelmesi gerekir. Özellikle de bizimki gibi bir toplumda, ailesinin belirleyiciliğinden azade bir hayat sürebilen çok ama çok az insan olsa gerek diye düşünüyorum. Üyesi olduğum Söylemez ailesinin ahşap sektöründe yer alması da tek tek bizim yaşamlarımızın ailenin kaderini belirlemesi ile ailenin bizim hayatlarımız üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olması biçiminde işleyen etkileşimin bir sonucu olsa gerek… AGT’nin tohumlarını atan ve bugünlere gelmesinde en büyük pay sahibi babam Ahmet Söylemez, Ankara Üniversitesi Fen Fakültesini bitirdikten sonra alüminyum ve ahşap dahil olmak üzere birkaç farklı sektörde çalışmış. Babam, Türkiye’nin çeşitli kentlerindeki büyük çaplı fabrikalarda kariyerine devam ederken, ailesi olarak biz de onunla birlikte o kent senin, bu kent benim dolaşmış olduk. Ve ben de böyle bir babanın oğlu olarak, çok küçük yaşlardan itibaren fabrikalarla ve üretim yapılan alanlarla tanışıp üretime ilgi duymaya başladım.

Babamın kariyerindeki duraklardan biri de 1970’lerde Sovyetler Birliği tarafından Konya’nın Seydişehir ilçesinde kurulan Etibank Alüminyum Tesisleridir. Burada geçirdiğimiz yıllardan belleğimde iz bırakan en önemli şey, fabrikanın silüeti idi. Onun gökyüzünü kaplayan devasa yapısı, nedendir bilinmez beni çok etkilerdi.

Çocukluk yıllarımdan itibaren üretim alanlarının içinde bulunmuş olmam, yeni yeni tanımaya başladığım dünyayı ve toplumsal çevreyi benim gözümde “üretim” ve “fabrika” gibi kavramlarla sıkı sıkıya ilişkili hale getirmişti. Sonraki yıllara dair anılarımda, babamın yeni işi olan Kastamonu’daki Yongapan Yonga Levha Fabrikası önemli bir yer tutar. Bugün ahşap sektörünün önemli kurumlarından biri olan bu tesisin hemen bitişiğinde lojmanlar vardı ve biz de burada oturuyorduk. Çocukluğumun bir bölümünü işte bu lojmanlarda, hemen bitişiğimizdeki fabrikadan çıkan talaşın kokusu ile birlikte geçirdim. Babamın, ahşap sektörünün gerçek anlamda endüstriyel ürünlerinden biri olarak kabul edebileceğimiz yonga levha sektöründe çalışmaya başlaması sayesinde, bir tasarı olarak AGT’nin ilk nüveleri de atılmış oldu. Bu, bizim için deyim yerindeyse “bir çağrı” idi. Böylece Söylemez ailesi için kader ağlarını örerken, biz de metal sektörünün “soğuk” ikliminden, “ahşap”ın sıcak iklimlerine yelken açmış olduk.

Nasıl ki hayatımızla ilgili tercihlerimizi sosyal çevreyle olan etkileşimimiz belirliyorsa, ailemin tercihlerini (ya da isterseniz buna “kader”i de diyebilirsiniz) belirleyen faktörlerden biri de içinde yaşadığımız ülkenin, yani Türkiye’nin özgül koşullarıdır.

Ülkemiz, değişkenlik gösteren özellikleri ve dinamiklerinin olağanüstülüğü ile ticaret alanını bir taraftan sislerle kaplarken, diğer taraftan bol ışıklı hale getirmekte. Doğru zaman ve yer tercihlerinin yollarını aydınlattığını birçok insan yaşayarak deneyimlemiştir. Söylemez ailesinin bugününü biraz da Türkiye’nin bu olağanüstü dinamizmi belirlemiştir. Nitekim aile olarak Antalya’ya yerleşip burada AGT serüvenine başlama kararını alırken bizi motive eden şey de yine bu dinamizm olmuştur. Söz konusu değişim ve dönüşüm dinamiklerini daha yakından anlayabilmek için AGT’nin Antalya’da üretime başladığı dönem olan 1980’li yılların başında Türkiye ve dünyanın içinde bulunduğu koşulları kabaca gözden geçirmek gerek. Ekonomik koşullar açısından 1980’li yılların başlarına damgasını vuran şey, Türkiye’de ithal ikameci kalkınma modeli olarak adlandırılan korumacı iktisat politikalarından vazgeçilerek serbest piyasa ekonomisine uyum sağlama yönünde verilen çabalardır.

Özel sermaye birikimi bakımından henüz emekleme dönemindeki Türk toplumu; uluslararası piyasa, döviz kuru, borsa gibi serbest piyasa ekonomisinin temel kavramlarıyla bu yıllarda yeni yeni tanışmaktadır. Kalkınma alanında ise ithalata karşı yüksek gümrük duvarlarıyla korunan yerli sanayiye dayalı büyüme yerine, gümrük duvarlarının esnetildiği, ithal mal girdisine izin verilen ihracata dayalı büyüme modeline geçilmektedir. Kentleşme ile birlikte, kent ve kırsal bölge nüfusunun, kent lehine geliştiği bir dönem başlamıştır. Buna bağlı olarak tarımsal üretimdeki işgücü girdisi gerilemiş, daha fazla sayıda insan hizmet sektörüne ve sanayiye kaymıştır. Sanayileşme ise yavaş yavaş devlet güdümünden çıkarak özellikle Marmara ve Ege gibi belli başlı bölgelerde, özel sermaye elinde yoğunlaşmaya başlamıştır.

İşte böylesine büyük çaplı dönüşümlerin yaşandığı bir dönemde, Marmara gibi sanayinin merkezi haline gelen bir bölgede yatırım yapmaktansa, Antalya gibi henüz turizm sektörünün bile tam anlamıyla gelişmemiş olduğu, adı narenciye ile birlikte anılan bir kentte yatırım yapmaya karar vermemiz, bizim için bir tür “kırılma”ydı.

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) İş Dünyası
  • Kitap AdıDuygusal Sermaye
  • Sayfa Sayısı288
  • YazarMehmet Semih Söylemez
  • ISBN9786059367424
  • Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviElma Yayınevi /

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur