Beyazperdeye de uyarlanan Canavarın Çağrısı’nın Carnegie Madalyalı yazarı Patrick Ness’ten, dünya edebiyatının en önemli klasiklerinden Moby Dick’in hikâyesini yeniden yaratan, görsel bir başyapıt: Gökyüzümüzdü Okyanus.
Etkileyici üslubu ve Rovina Cai’nin resimleriyle zihinlere kazınan bu sürükleyici roman, okyanusların en güçlü avcı balinalarından birinin, efsanevi bir insan-avcıyı yakalamak için giriştiği amansız mücadeleyi konu ediniyor.
Metaforik anlatımıyla, okurlarını, kehanetin en “saf” hâli üzerine düşünmeye iten Gökyüzümüzdü Okyanus, şeytanla savaşanların er ya da geç şeytana dönüşecekleri varsayımında bulunan çağdaş bir fabl.
Nice okyanusların, nice derinlerin ve uçurumların en büyük, en acımasız kaptanı Aleksandra, gerçekliği tartışmalı bir deniz efsanesinin, “şeytanın ta kendisi” denen, acımasız bir insan-kaptanın peşinde. Çünkü kehanet de aslında, onun peşinde…
Herman Melville’in ölümsüz eseri Moby Dick’in alabora edilmiş bu güzellemesi, ödüllü yazar Patrick Ness’in ve Rovina Cai’nin ellerinde yeniden can buluyor.
“Şeytanın en büyük kozu, onu görmek istemenizi sağlamaktır. Ve ondan, ancak onu gördüğünüzde korkarsınız. O zaman da iş işten geçmiştir.”
“Patrick Ness’in her zamanki duru, şiirsel üslubu bu kitabı da süslüyor ve anlatının hızına hız katıyor. Kimlik arayışına ve zorlu ahlaki seçimlere eğilen konu, Rovina Cai’nin büyülü, melankolik resimleriyle daha da güçleniyor…” Guardian
1
Bathsheba deyin bana. Aslında adım Bathsheba değil ama bu hikâyede bu ismi kullanacağım. Umudum o ki bu isim, kehanetten, üzerine inşa edilmiş bir geleceğin yükünden, onu elimden çekip koparacak ve dünyaları yerle bir edecek herhangi bir kaderden azade bir isim olur. Abarttığımı düşünüyorsunuz. Ama yanılıyorsunuz.
Biz, kehanetlere inanan bir halkız. Daha küçücük bir çocukken ve ulaştığımız yerin ötesindeki denizden bihaber, şaşkın bir yavruyken, büyükannem lafı hiç dolandırmadan şöyle demişti bana: “Avlanacaksın.” Söylediği şey, kehanetin ağırlığını taşıyordu. “İyi de biz avcı değiliz ki,” diye karşılık vermişti annem. Yüzünde, büyükanneme karşı takındığı o her zamanki korkulu, şaşkın ifade vardı. “Biz avlanmayız. Hiçbir zaman avlanmadık.” Sesi hem umutlu hem de umuttan yoksundu; beni bir zamanlar öfkeden çılgına çeviren ama şimdi hatırasıyla yüreğimi tam ortasından ikiye yaran bir tınıyla doluydu. “Tabii, ufak tefek avları saymazsan,” diye ekledi, umudunu yitirmiş bir umutla, “her ailenin mecbur kaldığı…”
“Ben hiçbir şeyi mecbur kaldığım için yapmam,” dedi büyükannem. Yapmadı da. Böylece, ileride dönüşebileceğim her şey, sahip olabileceğim tüm farklı gelecekler ve sonsuz olasılıkları içinde var olan tüm farklı yaşam veya ölümlerim, büyükannemin o kelimeyi tek bir kez daha yinelemesiyle yok olup gitti: “Avlanacaksın.” Bu bir kehanet miydi? Ya da büyükannemin içine fena hâlde doğan bir gerçek miydi? Yoksa, kehanet söz konusu olduğunda genelde hissedildiği gibi, bir tür buyruk muydu? Eğer geleceği öngörüyorsanız ve eğer bunu olanca gücünüzle yapıp ona dört elle sarılıyorsanız, bu geleceğin ne kadarına siz sebep olmuşsunuzdur? İşte bunlar, peşimi hiç bırakmayan sorular.
Gerçi o sıralar bunların çok da önemi yoktu; çünkü eğitimim vakit kaybetmeden başlamıştı ve annem de hiçbir zaman büyükanneme karşı çıkacak kadar güçlü duramamıştı. Önce okul, sonra mesleki eğitim; yepyeni bir hayata açılan yelkenler… ta ki tayfalık dönemimin başladığı on altıncı yaşıma kadar. İşte o zaman orada, tam da bu hikâyenin başladığı yerdeydim: sırtıma bağlı zıpkınlarla, büyük avcı gemisi Aleksandra’nın güvertelerinin yanında yüzüyordum; yelkenlerimiz akıntının peşinde, altımızda uçurum, üstümüzde okyanus, okyanus gökyüzümüz. Ve yaşanmış olabilecek her şey, aslında çok, çok uzun zaman önce sona ermişti. Ne de olsa ben, yani bu değersiz ama hevesli üçüncü tayfa, daha önce eşi benzeri görülmemiş, nihai bir ava başlamak üzereydim. Bir efsanenin, bir masal kahramanının, bir şeytanın avıydı bu. Bizim için dua edin. Çünkü bu, onu nasıl bulduğumuzun hikâyesi.
2
“Dikkatli bakın,” dedi Kaptan Aleksandra. Gemimiz, alışılageldiği gibi, bu güçlü kadının adını taşıyordu; gerçi daha çok onun vücudu geminin büyük bir kısmını taşıyor da denebilirdi. Bir uçları geminin baş kısmına tutturulmuş halatlar, Kaptan’ın biz üç genç tayfanınkinden daha geniş olan yüzgecine bağlıydı. Kaptan gemisini sırtlamıştı; öyle olması gerekirdi ve öyle olması daha uygundu. Uçurumun üzerinde sessiz sakin seyrediyorduk.
Ben sol gözcüydüm ve yukarıda, Kaptan’ın yanında, bizden biraz daha önde giden birinci tayfa Treasure’la uyumlu bir şekilde yüzüyordum. Diğer taraftaysa ikinci tayfa Wilhelmina, kısaca “Willem” vardı; yani sağ gözcü. Altımızdaki uçurumun yüzeyini taradık: Güneş aşağıda parıldıyordu; kavurucu bir ışığın üzerinde yol almak gibiydi bu. Arkamızda, Aleksandra’da, denizciler hazırlandı. Kaptan büyük ödüle yaklaştığımızdan emindi. Kokusunu alabiliyordu, öyle demişti; ve böyle bir şey mümkün görünmese de, bu yolculukta geçen aylar boyunca ondan şüphe etmemeyi öğrenmiştik.
Asla şüphe etmemek. Kaptan Aleksandra nam salmıştı ama aynı zamanda kötü de bir şöhretti bu; yalnızca küçük bir kısmı, avlanmadaki başarısından geliyordu. Bir insan-mızrağının kısa, paslı ucunun, onun koca kafasına hâlâ saplı olduğunu herkes bilirdi. Sağ kalan kaptandı o; kafasındaki mızrak, yaydığı ses dalgalarına bir ölçüde sekte vurduysa da, yine de pes etmemiş, başarmıştı. Ve herkesin, herkesin, onunla ilgili bir konuda hemfikir olmasını sağlamıştı: Kaptan Aleksandra, denizdeki en iyi avcıydı. “Bir şey yaklaşıyor,” dedi.
Gözleri ileriye kilitlenmiş, devasa kuyruğu suları iyice döver olmuştu. “Bir şey geliyor.” “Nerede?” diye fısıldadı Willem, sağ yanımdan. Altımızdan geçen beyaz köpüklere umutsuzca bakınıp duruyordu. “Sessiz olun,” diye karşılık verdi Treasure. Bu kız, kıdemli tayfaydı. Peki sizce, bunu unutmamıza izin veriyor muydu? Etrafımızdaki tüm su, yaydığımız ses dalgalarından çıkan “klik”lerle doluydu. Kaptan konuyu bize bıraktı; bana kalırsa, iyi koku alan burnuna, gözlerine ve sezgilerine güveniyordu. “Bir fersahtan az,” dedi Treasure. “Hemen ileride, sağda.” “Dikkatli bakın,” dedi Kaptan yeniden. “Tamam,” diye yanıtladı Willem. “Tamam, yerini tespit ettim.” “Peki ya sevgili Bathshebamız?” diye sordu Kaptan, arkasına bakmadan. Çünkü sesim çıkmamıştı. Henüz yerini tespit edememiştim.
Alnımın hemen altındaki, mumsu bir sıvıyla dolu koca yumakta yankılanan bir karşılık bulmaları için, ses dalgalarımı çılgınca sağa sola gönderdim. Sağ taraftan, Treasure ve Willem’ın kati bir şekilde iddia ettikleri yerden hiçbir şey duymuyordum. Bir klik sesi daha çıkardım, fakat yine hiçbir şey yoktu. Tek hissettiğim, bomboş okyanusun kendisiydi. Evet, en acemi tayfa bendim ve avımızdaki bir yılım henüz dolmak üzereydi ama beceriksiz değildim. Ve her ne kadar içimdeki endişe giderek büyüse de, Treasure ve Willem’ın, Kaptan’ı etkilemek için yalan söylediklerinden de şüphelenmeye başladım; belki de, dikkatsiz tayfalar için kurdukları, benim bile haberdar olduğum tuzaklardan birine düşüyordum.
“Bathsheba?” diye seslendi Kaptan tekrar. Sesi bir şekilde hem şakacı hem de tehditkârdı; öyle ki kendimi, hayatı avcısının geçici hevesine bağlı bir av gibi hissettim. Bir klik sesi daha çıkardım. Bir kez daha. Ve yine, hiç. Sonra bir kez daha ve… Keskin bir dönüşle sola yöneldim. “O tarafta değil,” dedim ve buna kendim bile şaşırdım. Bir klik daha çıkardım. Gergindim. Ama emindim. “Çeyrek fersah uzaklıkta. Sol, sonra tekrar sol.” “Hadi orad…” diye başladı Treasure. “Öyle mi?” dedi Willem. “Aynen öyle, Bathshebamız,” dedi Kaptan, ileri doğru inip çıkarak. Arkamızdaki devasa gemiyi önce biraz sola, sonra tekrar, bir parça daha sola çekti. “Ben de buldum!” dedi Treasure. Sesi, çok geç kaldığı için epey gür çıkmıştı. “İşte geliyor,” dedi Kaptan. Ve av başlamıştı.
3
Gelin her şeyi en başından açıklığa kavuşturayım: Avlanmaktan nefret ediyorum ama o sıralar seviyordum. Tabii artık şimdi, olan biten onca şeyden sonra; onca ölümden, hiçbir zaman gelmeyecek bir kurtarıcıyı bekledikten sonra, kimse avdan nefret ettiğim için beni suçlayamaz. (Gerçi şimdi bile, bazılarınızın arasında hevesli fısıldaşmalar olacaktır; gözlerinizde küçük bir coşku ya da “içimdeki heyecana kulak vermek için hikâyeyi tekrar anlatabilir misin lütfen” gibisinden çekingen ricalar… Kimin heyecanıymış ki bu? Benim olmadığı açık.)
(Ayrıca, bu konuyu askerlerle konuştum ve beni, “Evet, savaşa olduğu gibi ava da düşkün olanlar var,” diyerek onayladılar. “Bunlar, güvenli yerlerinde, kahramanlıklarının hayalini kurarlar, tarihte edinecekleri yerlerin hayalini kurarlar. Çocuklarının karnını doyurmayacak, görünmez bir gururdur bu ama onları komşularından farklı bir yere de taşır; asla çaresizliği hayal etmezler, kan ve acıyı hayal etmezler, bir kalbin nasıl da üst üste, defalarca öldüğünü hayal etmezler.” İşte bu yüzden ben de, savaşları tamamıyla sona ermeden önce neredeyse bütün askerlerin yaptığı gibi, yalnızca en ahmak olanların bozmaya yelteneceği derin bir sessizliğe gömülmüştüm.)
Ama şimdi burada, ilk ve son kez, hikâyemi anlatıyorum işte. Eskiden olduğum gibi değilim artık. Söyledim zaten: O zamanlar her şeyden bihaber bir cahildim ve bu dediğimde gayet ciddiyim. Gerçi, insanların bizim üstümüzde başaşağı yaşadıklarını, onlara göre okyanusun aşağıda, uçurumun ise yukarıda olduğunu ve kütlelerimizin sadece suyun tam yüzeyinde buluştuğunu, o sıralarda bile biliyordum.
Ama aynı zamanda, yazarlarımızın, balinaların da o şekilde yaşadıkları –yani insanlarla karşılaşmak için derinlere inmek yerine yukarı yüzerek yaşadıkları– dünyalarla ilgili tahmin yürüttüklerini de biliyordum. Tabii bu, inandığımız tüm değerlere bir nevi hakaretti ve tıpkı, insanların da aslında hiçbir zaman sahip olmadıkları bir hâkimiyete sürekli inanmaları gibi, hayalden ibaretti. Geçmişimizi de öğrendim: balinalarla insanlar arasındaki avların binlerce yıldır nasıl devam ettiğini, toplumlarımız birbirini yansıtıp birlikte büyürken savaşın iki tarafı da yeni yeni buluşlara nasıl ittiğini… Uzun lafın kısası, avlanmayı sevmeyi öğrendim. Hem de yalnızca eylemin kendisi için değil; tarihteki yeri için, benim kişiliğimdeki yeri için. Avlanmayı gerçekten sevdim. O sıralarda bununla ilgili şahsi nedenlerim de vardı elbette; fakat genç bir balinanın başka sebeplere, insanların bizi çok eskiden beri avladığı ve bizim de buna karşılık insanları avladığımız gerçeğinden başka bir sebebe, ihtiyacı var mıydı ki? Bu bir balinanın göreviydi ve kader böyle buyurduysa bana da onu kucaklamak düşerdi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGökyüzümüzdü Okyanus
- Sayfa Sayısı168
- YazarPatrick Ness
- ISBN9786052349595
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Zeno’nun Bilinci ~ Italo Svevo
Zeno’nun Bilinci
Italo Svevo
Modern İtalyan edebiyatının büyük ustası Italo Svevo'nun başyapıtı sayılan Zeno'nun Bilinci, yarıda kalan bir ruhbilimsel çözümlemenin öyküsüdür. Hastanın, başka bir deyişle romanın başkişisi Zeno'nun psikanaliz seanslarına inancını yitirip yüzüstü bıraktığı doktor, öç almak için...
- Olimpos Kahramanları – Neptün’ün Oğlu ~ Rick Riordan
Olimpos Kahramanları – Neptün’ün Oğlu
Rick Riordan
Denizler tanrısı Poseidon’un oğlu Percy Jackson, uzun bir uykudan uyanıyor ve aniden kendini yılan saçlı iki kadınla yüz yüze buluyor. Sorun şu ki, bu...
- Kamelyalı Kadın ~ Alexandre Dumas
Kamelyalı Kadın
Alexandre Dumas
Gerçek bir aşkın dokunaklı ve yürek burkucu hikâyesi… Hukukçu Mösyö Armand Duval’in yolu bir gün kamelya çiçekleriyle ünlenmiş Matmazel Marguerite Gautier ile kesişir. Armand’ın...