Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Görünmez İzler
Görünmez İzler

Görünmez İzler

Anna Hope

Dans eğitmeni olan Hettie, babasının ölümüyle kendisini evin geçimini sağlarken bulmuştu. Fazlasıyla katı annesi ve savaştan eski hâlinin bir gölgesi olarak dönen abisi de…

Dans eğitmeni olan Hettie, babasının ölümüyle kendisini evin geçimini sağlarken bulmuştu. Fazlasıyla katı annesi ve savaştan eski hâlinin bir gölgesi olarak dönen abisi de ona hiç yardımcı olmuyordu. Hettie uzun süredir hayata, savaşa, ailesine ve belki de en çok kendisine öfke duyuyordu.

Evelyn, sevdiği her şeyi kaybettikten sonra Emeklilik Bürosu’nda çalışmaya başlamıştı. Her gün yüzlerce yaralı askere ve onların karşılık bulmayan hizmetlerine tanık olmak, inançlarını derinden sarsıyordu. Umut edebilmek bile onun için imkânsızdı artık.

Ada ise her sokakta, savaşta kaybettiği oğlunu görüyordu. Zaman sanki donmuştu ve ona nasıl davranacağını bilemeyen yirmi beş yıllık kocası ondan gitgide uzaklaşıyordu. Bir gün evine gelen genç bir adam belki de ona yıllardır tutunduğu acıdan kurtulmak için bir şans verecekti.

Meçhul Asker’in naaşı, savaşta ölen tüm askerleri onurlandırmak adına yapılan anıtmezara doğru ilerlerken bu üç kadının hayatları da hızla birbirine yaklaşıyordu.

İz
1. Bir şeyin bir yerde bıraktığı belirti
2. Yücelik, ululuk, şeref, değer, itibar
3. Yaşanmış bir şeyden geriye kalan belirti, eser

1. GÜN
7 Kasım 1920, Pazar

Üç asker Fransa, Arras’taki kışlalarından çıkıyor. Bir albay, bir çavuş, bir de er. Saat gece yarısına yaklaşmış, havada acı bir soğuk var. Adamlar giriş kapısının yakınlarına park edilmiş bir sahra ambulansına doğru gidiyor; albay çavuşla birlikte öne oturuyor, er de arkaya biniyor. Çavuş motoru çalıştırıyor ve önlerinde uzanan yola doğru sürüyor. Kamyonet tekerlek izleriyle dolu yolda sarsılarak ilerlerken genç er tavandan sarkan bir kayışa tutunuyor. Zaten başı dönüyor, arabanın bu kadar sarsılması da işini kolaylaştırmıyor. Bu soğuk sabahın insana ceza gibi gelen bir tarafı var: Birkaç dakika önce uyandırıldığında, yalnızca giyinip dışarı çıkması söylenmişti ere. Bildiği kadarıyla bir kabahati yok ama ordunun sağı solu belli olmuyor ki. Altı ay önce Fransa’ya geldiğinden beri bir sürü kuralı ihlal etti ve nedenini nasılını ancak sonradan söylediler kendisine.

Gözlerini kapatıyor, kamyonet sarsılıp sallanırken kayışa daha sıkı tutunuyor. Burada bir şeyler görmeyi umut etmişti. Yaşının savaşamayacak kadar küçük olması nedeniyle kaçırdığı türden şeyler. Abisinin eve yazdığı mektuplarda anlattığı türden şeyler. Bir Alman siperini ele geçirirken ölen, cesedi hiç bulunamamış kahraman abisinin. Ancak işin aslı şu ki, pek de bir şey görmemişti. Kamyonetin ön tarafında çavuş bütün dikkatini yola vererek öne eğilmiş. Yolu avucunun içi gibi bilse de yol boyunca birkaç tehlikeli mermi çukuru bulunduğundan gündüzleri araba kullanmayı yeğliyor.

Bir lastiğini kaybetmeyi hiç istemez, bu gece olacak iş değil. Onun da bu kadar erken saatte, önceden hiçbir şekilde uyarılmaksızın burada ne işi olduğuna dair zerre fikri yok ama yanındaki albayın gergin sessizliğinden, bir şey sormaması gerektiğini anlıyor. İşte askerler motor ayaklarının altında gürlerken böyle oturuyorlar; şimdi kırlardan geçiyorlar, gerçi görünürde bunu belli edecek hiçbir şey yok – farların ışığının ötesinde hiçbir şey görünmüyor, sadece arada sırada, ürkmüş bir hayvan önlerindeki yolda koşup yeniden karanlığa dalıyor, hepsi o. Yarım saat kadar yol aldıktan sonra albay kaba bir sesle emrediyor.

“Dur. Burada dur.” Elini gösterge paneline vuruyor. Çavuş ambulansı emniyet şeridine çekiyor. Motor sarsılıyor, sonra duruyor. Her yere sessizlik hâkim, askerler arabadan iniyor. Albay fenerini yakıyor, kamyonetin arka tarafına uzanıyor. İki kürek çıkarıp ikisine birer tane veriyor. Sonra çuval bezinden büyük bir çanta alıp onu da kendisi yükleniyor. Alçak bir duvara tırmanıyor, adamları da peşinden gidiyor.

Ağır ağır yürüyorlar, fenerlerinin ışığı önlerinde aşağı yukarı dans ediyor. Donmuş toprak, çamurun sert olduğu ve üzerinde kolaylıkla yürünebileceği anlamına geliyor ama er yine de dikkatli; arazi eğri büğrü metal parçalarıyla ve bazıları derin çukurlarla dolu. Er, patlamamış top mermilerinin her tarafa saçılmış olduğunun farkında. Arazideki cesetleri ve savaş malzemelerini toplasınlar diye getirilmiş olan Çinli işçiler için cenaze töreni düzenleniyor sık sık. Sadece geçen hafta beş kişinin öldüğünü gördü, cesetleri sıra hâlinde dizilmişti. Kazmak üzere getirildikleri mezarlara gömülmüşlerdi.

Ne var ki soğuğa ve belirsizliğe karşın er durumdan keyif almaya başlıyor. Harap olmuş ağaçların tepelerinde tekinsizce yükseldiği ve tehlikenin yakınlığını hissettirdiği bu yerde karanlığın içinde olmak heyecan verici. Başka bir görevde olduğunu hayal edebiliyor âdeta. Kahramanca bir görevde. Eve mektup yazmaya değecek bir görevde. Çok geçmeden yer eğim alıyor ve üç adam kendilerini topraktaki bir çukurun başında dururken buluyor. Bir siperin kalıntıları. Albay aşağıya inip siper boyunca yürümeye başlıyor, diğerleri de siperin zikzak hattında tek sıra hâlinde onun peşinden gidiyor. Er, boyunu siperin yan tarafıyla karşılaştırıyor. Kendisi uzun boylu bir adam değil, siper de yüksek değil.

Sağ taraflarında bir yeraltı sığınağının kalıntılarının önünden geçiyorlar, sığınağın kapısı tuhaf bir açıyla bükülmüş, menteşelerinden birinin yerinde yeller esiyor. Er sığınağın önünde bir an duraklayıp fenerini içeri tutuyor ama görecek pek bir şey yok: sadece duvara yaslanmış bir masa ve üstünde ağzı açık, paslı bir konserve kutusu. Er, ışığını rutubetli delikten geri çekip diğerlerine yetişmek için hızlanıyor. Önünde albay sola sapıp daha düz, daha kısa bir sipere giriyor, oranın sonunda da doğrudan ilki gibi kısa, zikzaklı bölümler hâlinde kazılmış olan bir diğerine çıkıyor. Çavuş alçak sesle, “Cephe hattı,” diyor. Birkaç metre sonra albayın feneri siper duvarına asılmış paslı bir merdiveni aydınlatıyor.

Adam merdivenin önünde durup çizmeli ayağını ilk basamağa koyuyor, dayanıp dayanmayacağını görmek için ağırlığını veriyor. “Komutanım?” Konuşan kişi çavuş. “Ne var?” Albay başını çeviriyor. Çavuş boğazını temizliyor. “O tarafa gitmek zorunda mıyız, komutanım?” Er, albayın yutkunmasını, âdemelmasının yavaşça aşağı yukarı oynamasını seyrediyor. “Daha iyi bir fikrin var mı?” Çavuşun buna verecek bir cevabı varmışa benzemiyor. Albay dönüyor, birkaç hızlı sıçrayışla merdivenden tırmanıyor. Çavuş, “Sikerim böyle işi,” diye homurdanıyor. Yine de kıpırdamıyor. Onun arkasında duran er, merdivenden tırmanmaya can atıyor.

Diğer tarafta sadece aynı kahrolasıca ülkenin topraklarından daha fazlası olduğunu bilmesine rağmen bir tarafı orada başka bir şey olup olmadığını merak ediyor – uğruna buraya geldiği şeye daha yakın bir şey: Hakkında kendi kendine bile konuşmaya cesaret edemediği o muğlak, görkemli, harika şey. Ama çavuş kıpırdayana kadar yerinden kıpırdayamaz, çavuş da olduğu yere kök salmış gibi. Tepelerinde albayın çizmeleri beliriyor, fenerin ışığı yüzlerine tutuluyor. “Nerede kaldınız? Yukarı çıkın. Hemen.” Albay, makineli tüfek gibi konuşuyor, sözcüklerini âdeta saçıyor. “Emredersiniz, komutanım.” Çavuş gözlerini kapatıyor, neredeyse dua edermiş gibi görünüyor, sonra dönüp merdivene tırmanıyor. Er de kanı kulaklarında uğuldayarak onu takip ediyor. Yukarı çıktıklarında soluklanmak için duraklıyorlar, fenerlerinin ışığı karşılarındaki manzarayı boydan boya tarıyor: Altı, yedi metre genişliğinde, paslanmakta olan kocaman spiral teller, tarih öncesinden kalma bir yılanın iskeleti gibi iki yöne doğru göz alabildiğine uzanıyor. “Vay anasını,” diyor çavuş. Sonra biraz daha yüksek sesle, “Bunların arasından nasıl geçeceğiz?” diye soruyor. Albay cebinden bir tel makası çıkarıyor. “Al bakalım.” Çavuş makası alıp elinde tartıyor. Telden anlıyor, çok tel kesip açmışlığı var. İstihkâm telleri. Tel döşemişliği de çok var. İşi doğru dürüst yapacak kadar vakitleri olduğunda boşluklar bırakırlardı – diğer tarafın göremeyeceği boşluklar. Ama burada boşluk yok. Teller birbirine girmiş, ezilmiş, kıvrılıp içeri göçmüş. Harap olmuş. Buradaki her şey gibi. “Tamam.” Küreğini ere veriyor.

“Işığı bana tut.” Eğilip kesmeye başlıyor. Işığını sabit tutmaya çalışan er, gözlerini tele dikiyor. Kıvrımları arasına takılıp kalmış bazı şeyler var, uzun süredir oradaymış gibi görünen şeyler. Ayazla katılaşmış lime lime hâldeki kumaş parçaları var, fenerin ışığı kemiklerin solgun beyazlığına vuruyor ama bunların insana mı yoksa hayvana mı ait olduklarını anlamaya imkân yok. Burada kırsal tuhaf kokuyor – havada topraktan ziyade metal kokusu var, er bunun tadını ağzında hissedebiliyor.

Telin diğer tarafında çavuş doğrulup dönüyor, diğerlerine peşinden gelmeleri için işaret ediyor. İyi iş çıkarmış, öbür ikisi onun açtığı dar geçitten kolaylıkla geçiyorlar. “Bu taraftan.” Albay, her tarafına minicik haçlar saçılmış engebeli zeminde uzun adımlarla yürüyor: beyaz tahtadan yapılmış haçlar, bir çift mermi kovanını birbirine tutturarak uydurulmuş eğreti haçlar. Başaşağı çevrilerek çamura saplanmış şişeler de var, bazılarının içindeki kâğıt parçaları hâlâ göze çarpıyor.

Albay sık sık bunlardan birinin yanında duruyor, yazıları okumak için diz çöküp fenerini üstüne tutuyor ama sonra yoluna devam ediyor. Albay yazılara bakarken er de onun yüzünü inceliyor. Kimi arıyor olabilir ki? Albay sonunda diğerlerinden biraz uzakta duran küçük ahşap haçlardan birinin yanına çömeliyor. “Burası.” Adamlara yanına gelmelerini işaret ediyor. “Burayı kazın.” Haçın üstünde titrek kurşunkalemle çiziktirilmiş bir tarih yazılı ama isim yok. Er kendisine söyleneni yapıyor, küreğini kaldırıp sert toprağa ayağıyla bastırıyor. Çavuş da ona katılıyor ama birkaç kürek dolusu toprak kazdıktan sonra duruyor.

“Komutanım?”
“Ne var?”
“Ne arıyoruz, komutanım?”
“Bir ceset,” diyor Albay. “İşe devam etseniz iyi olur. Bütün gün burada oyalanamayız.”
İki adamın gözleri birbirine kenetleniyor, çavuş bakışlarını kaçırıyor, yere tükürüp kazmaya devam ediyor.

Çamur, donmuş kabuğunun altında daha yumuşak ve yapışkan. Uzun süre kazmaları gerekmiyor. Çok geçmeden metal metale sürtünüyor. Çavuş küreğini bırakıp diz çöküyor, metal bir miğferin üstündeki çamuru temizliyor. “Bulduk galiba, komutanım.” Albay ışığını çukura tutuyor. “Devam edin,” diyor gergin bir sesle. Adamlar iyice eğiliyor, eldivenli elleriyle cesetteki çamurları mümkün olduğunca temizlemeye çalışıyorlar.

Ama aslında bir ceset değil bu, sadece üniforma kalıntıları içindeki bir kemik yığını var karşılarında. Etten geriye bir şey kalmamış, sadece kafatasının yan tarafında birkaç siyah-kahverengi kalıntı görünüyor. Albay, “Temizleyebildiğiniz kadar temizleyin,” diyor, “sonra da künyesini arayın.” Ölü adam toprakta sağ kolu altında kalmış bir şekilde yatıyor. Adamlar uzanıyor, onu kaldırıp çeviriyorlar. Çavuş çakısını çıkarıp omzun olması gereken yeri kazıyor. Adamın askeri künyeleri duruyor ama okunacak gibi değiller. Renkleri çoktan solmuş, toprağa karışmış; bir zamanlar ne olduklarını anlamak imkânsız. “Okuyamıyorum, komutanım. Özür dilerim, komutanım.” Çavuşun terli yüzü, harcadığı çabadan ötürü fenerin ışığında kıpkırmızı. “Cesedin çevresini kontrol edin.

İyice bakın. Kimliğini belirleyebilecek herhangi bir şey istiyorum.” Adamlar emredileni yapıyor ama hiçbir şey bulamıyorlar. Yavaş yavaş doğruluyorlar. Er, topraktan çıkardıkları adamın bükülmüş bir şekilde yan yatan eksik kalıntılarına bakarak sırtını ovuşturuyor. İçine birdenbire davetsiz bir düşünce doğuyor: Abisi burada ölmüştü.

Fransa’da böyle bir arazide. Cesedini bulamamışlardı. Ya buradaki oysa? Ne var ki bunu bilmenin bir yolu yok. Er yeniden albaya bakıyor. Bu cesedin onun aradığı olup olmadığını bilmenin de bir yolu yok. Zamanlarını boşa harcadılar. Albayın yüzünde görmeyi beklediği öfkeye kendisini hazırlayarak onun tepkisine bakıyor. Albaysa başını sallamakla yetiniyor. Sigarasını yerde ezerek, “Güzel,” diyor. “Şimdi onu alın ve şu çantanın içine koyun.”

Hettie taksinin buğulanmış camını koluyla silip dışarı bakıyor. Pek bir şey göremiyor, hele gece kulübüne benzeyen hiçbir şey yok etrafta, yalnızca karanlık, boş sokaklar. Leicester Meydanı’ndan sadece birkaç saniyelik mesafede olduklarına kimse inanmaz.

Di öne doğru eğilerek şoförle konuşuyor. “Burada inelim lütfen.” “Borcunuz bir pound.” Adam ışığı yakıyor, motor boşta. Hettie payına düşen on şilini uzatıyor. Haftalığının üçte biri. Para ön tarafa uzatılırken içine oturuyor. Ama taksi lüks bir şey değil, en azından bu saatte çünkü otobüsler çalışmıyor, metro da kapalı.

Arabadan inerlerken Di, “Buna değecek,” diye fısıldıyor. “Yemin ederim. Hayatım üstüne yemin ederim.” Taksi uzaklaşırken elleri birbirini buluyor, aydınlatılmamış bir ara sokakta yürürken dans ayakkabıları çakıllarla camları eziyor. Soğuğa rağmen Hettie’nin belinde ter birikiyor. Saat biri geçmiş olmalı, hayatında hiç bu kadar geç bir saatte dışarıda bulunmamıştı. Hammersmith’te kimbilir kaçıncı uykularında olan annesiyle erkek kardeşini düşünüyor. Kiliseye gitmek için kalkmalarına pek fazla bir şey kalmamış. “Burası olmalı.” Di eski, üç katlı bir evin önünde durmuştu. Panjurları kapalı pencerelerin ardından ışık görünmüyor, kapıyı da yalnızca küçük, mavi bir ampul aydınlatıyor. “Emin misin?” diye soran Hettie’nin nefesi buz gibi havada buhar şeklinde önünde toplaşıyor. “Bak.” Di duvara çivilenmiş küçük levhayı işaret ediyor. Tabela sıradan görünümlü; bir doktorun, hatta belki bir dişçinin tabelası bile olabilir. Ama oraya, bronzun üstüne bir isim kazınmış.

Dalton’s. Efsanevi gece kulübü. O kadar efsanevi ki bazıları öyle bir yer olmadığını söylüyor. “Hazır mısın?” Di hayaletimsi görünen mavi bir gülümsemeyle sırıtıyor, sonra elini kaldırıp kapıyı çalıyor. Kapıda bir panel kayarak açılıyor. Bir ışık dikdörtgeni içinde soluk renkli iki göz. “Buyurun?” “Humphrey’yi göreceğim,” diyor Di. Havalı sesiyle konuşmuştu. Arkasında duran Hettie’nin içinden gülmek geliyor. Ama kapı açılıyor. İçeri ancak biraz sıkışarak girebiliyorlar.

Diğer tarafta, bir dolaptan biraz daha büyük bir giriş var; orada genç bir kapı görevlisi yüksek, ahşap bir masanın arkasında oturuyor. Bakışları kahverengi paltosuyla İskoç beresi içindeki Hettie’nin üstünden kayıp geçiyor ama koyu renk gözlü, şapkasının altından saçlarının kırpık uçları biraz çıkan Di’ye takılıp kalıyor. Di’nin bir bakışı var, önce aşağıya ve yana doğru,sonra ağır ağır yeniden yukarıya. Erkekler o bakıştan gözlerini alamaz. Di şimdi de o bakışıyla bakıyor. Hettie, görevlinin gözlerinin oltaya tutulmuş bir balığınki gibi biraz yerinden fırladığını görebiliyor. Adam sonunda önünde açık duran büyük defteri göstererek, “İmza atmanız gerekiyor,” diyor. “Elbette.” Di eldivenini çıkarıp eğiliyor, alışkın bir çeviklikle imzasını atıyor. Kalemi Hettie’ye uzatarak, “Senin sıran,” diyor.

Aşağıdan müziğin gümbürtüsü geliyor: Neşeli bir trompet. Bir kadının sevinçli bağırışı. Hettie kalbinin sesini duyuyor: güm-güm-güm. Kutusundan taşıp alt çizgiye geçmiş olan Di’nin imzasının mürekkebi ışıldıyor. Hettie eldivenini çıkarıp ismini çiziktiriyor: Henrietta Burns. “Girin bakalım.” Adam defteri tekrar kendisine çekip arkasındaki aydınlatılmamış merdiveni işaret ediyor. Di önden iniyor. Merdiven eski ve gıcırtılı. Hettie dengesini sağlamak için elini uzatınca rutubetli duvarın parmak uçlarının altında pul pul döküldüğünü hissediyor. Kafasında böyle canlandırmamıştı, burası bütün ihtişamın gözler önüne serildiği Palais’ye hiç benzemiyor.

Küf kokulu bu merdivenin öyle pek ahım şahım bir yere çıkacağını düşünmezsiniz. Ama artık müziği, insanların konuşmasını, zeminde hızla hareket eden ayakları açık seçik duyabiliyor ve merdivenin sonuna vardıklarında bir paniğin pençesine düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Di’nin koluna uzanarak, “Yanımdan ayrılma, tamam mı?” diyor. “Elbette.” Di onu yakalayıp kolunu sıktıktan sonra kapıyı iterek açıyor.

Birbirine yakın duran, dans eden insanlığın kokusu üstlerine saldırıyor. Kulüp, Hettie’nin annesinin evinin alt katından daha büyük değil ama tıklım tıklım dolu, her masa sıkış tıkış, dans pisti ise herkese açık bir kükreme alanı. Çoğu kişi şık giyinmiş –erkekler siyah-beyazlar, kadınlar renkli gece elbiseleri içinde– ama bazıları kostümlü baloya gelmiş gibi görünüyor. En şaşırtıcısı da minicik sahnede çılgın bir tempoyla çalan dört kişilik grubun zenci bir şarkıcısı olması, Hettie böyle bir şeyi ilk defa görüyor. İçerisi baş döndürücü, sanki yukarılarındaki şehirde eksik olan bütün renk yer altına kaçırılmış.

“Müthiş!” Di ona sırıtıyor. Hettie nefesini bırakarak, “Müthiş!” diye katılıyor ona. “İşte Humphrey!” Di, kalabalığı yararak onlara doğru gelen sarı saçlı bir adama el sallıyor. Hettie onu iki hafta önce Palais’deki o geceden hatırlıyor, Di’yi bir dans için tutmuştu – sonra bir daha, bir daha, ta ki gece sona erene dek. (İşleri bu. Dans öğretmeni, Hammersmith Palais. Haftanın altı akşamı dans için tutulabilir, dans başına altı peni.) Humphrey, Di’yi yanağından öperek, “Harika!” diyor. “Gelebildin. Ve bu da…” “Henrietta,” diyor elini uzatarak. Humphrey onlardan pek büyük değil, rahat bir tavırla el sıkışıyor ve hoş, çilli bir yüzü var. Hiç değilse iyi biri gibi görünüyor. Di’nin geçmişte birlikte olduklarından bazılarının aksine.

Palais’deki bir yılın ardından Hettie’nin erkekler konusunda bir pusulası gelişti. Birinin yanında iki dakika geçirdikten sonra nasıl bir insan olduğunu anlıyor. Evli mi yoksa suçluluğa batmış hâlde yalnız bir gece geçirmek için dışarı mı sıvışmış, söyleyebiliyor. Sizi üstünüzde giysileriniz olmadan hayal ettiklerinde gözlerinde beliren o buğulu bakış. Bazen de Humphrey gibi gerçekten tatlı oluyorlar. “Gelin,” diyor Humphrey gülümseyerek, “şuradayız.” Kalabalık masaların arasında ellerinden geldiğince ilerleyerek onun peşinden gidiyorlar.

Hettie yavaş ilerleyebiliyor çünkü gruba, cildi şaşkınlık verecek derecede koyu renkli olan şarkıcılarına, Palais’deki hiç kimsenin cesaret edemeyeceği bir çılgınlıkla hareket eden dansçılara bakmak için arkasına dönüp durduğundan geri kalıyor. Sonunda sahneden pek de uzak olmayan köşedeki bir masaya vardıklarında, frak giymiş kısa boylu bir adam apar topar ayağa kalkıyor. “Diana, Henrietta,” diyor Humphrey. “Bu Gus.” Hettie’nin o akşamki kavalyesi tıknaz, kendisinden çok da uzun olmayan, güçsüz bir adam. Saçları seyrelmeye başlamış, sıcaktan kafa derisi parlıyor. Gülümsemesinin ardında Hettie’nin yüreği daralıyor.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Don Kişot ~ Miguel De Cervantes SaavedraDon Kişot

    Don Kişot

    Miguel De Cervantes Saavedra

    Yeni Çağın gerçek anlamda ilk best-sellerı, ince, parıltılı bir espri anlayışının en büyük jonglörü Don Kişotun okurlarla buluşmasının üzerinden tam dört yüz yıl geçti....

  2. Kusursuz Mürebbiye ~ Tessa DareKusursuz Mürebbiye

    Kusursuz Mürebbiye

    Tessa Dare

    “Âşık olmaya hazırlanın!” −Bridgerton serisinin yazarı Julia Quinn “Bayıldım! Birçok kez yüksek sesle güldüm… Onun yazdıklarını çok seviyorum.” −Jodi Picoult New York Times’ın çoksatan...

  3. Sopalar ve Kemikler – Ters Çocuklar 2 ~ Seanan McGuireSopalar ve Kemikler – Ters Çocuklar 2

    Sopalar ve Kemikler – Ters Çocuklar 2

    Seanan McGuire

    Jacqueline annesinin ideal kızıydı; kibardı, sessizdi ve her zaman bir prenses gibi giyinirdi. Jillian babasının ideal kızıydı; maceracı, heyecan arayan ve biraz da oğlan...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur