Arthur Conan Doyle Vakfı 125 yıllık tarihinde ilk kez yeni bir Sherlock Holmes romanının yayımına onay verdi ve önceki romanlarıyla New York Times bestseller listelerinde zirveye yükselen Anthony Horowitz’i İpek Evi’nin yazarı olarak seçti.
Bir kez daha “Av Başladı.”
Londra, 1890. 221B Baker Caddesi. Yassı kasketli tuhaf bir adam tarafından tehdit edilen Edmund Carstairs, Sherlock Holmes ve Dr. John Watson’ı ziyaret edip yardımlarını ister.
Holmes ve Watson kendilerini derin bir uluslararası komplonun içinde bulurlar. Yeraltı dünyası, Londra’nın loş sokakları, keşhaneler… Olayları aydınlattıkça karşılarına gizemli İpek Evi çıkmaya başlar. Nedir bu İpek Evi? Duvarlarının ardında neler olup bitmektedir? İpek Evi’nin korkunç gizemi, “son” Sherlock Holmes macerasında…
***
Önsöz
Çağımın en dikkate değer ve en nev-i şahsına münhasır şahsiyetlerinden biriyle kurduğum kadim ilişkiye sebep olan garip tesadüfler silsilesini sık sık düşünmüşümdür. Eğer felsefi tarzda işleyen bir zihnim olsa idi, kendi kaderimizi tayin etmemizin ve hatta bize o an son derece önemsiz gibi gelen amellerimizin, uzun vadede nasil neticeleneceğini kestirmemizin mümkün olup olmadığına cevap arardım.
Bir misal verecek olursam, beni Beşinci Northumberland Hafif Piyade Tugayı’na asistan doktor olarak tavsiye eden kuzenim Arthur, bunun benim için faydalı bir tecrübe olacağını düşünmüştü ve benim bir ay sonra apar topar Afganistan’a tayin edileceğimi tahmin etmiş olamazdı. Zira o sırada, daha sonra İkinci İngiliz – Afgan Savaşı adını alacak ihtilaf henüz başlamamıştı bile. Peki Maiwand’da parmağının ufacık bir hareketi ile omuzumdan içeri bir mermi yollayan Gazi’ye ne demeli? O gün dokuz yüz İngiliz ve Hintli can verdi ve hiç şüphe yok ki onun niyeti şahsımı da bu sayıya dâhil etmekti. Ne var ki nişanı şaştı ve epeyce ağır bir şekilde yaralanmış olsam da, beni sırtlanıp, düşmanın kontrolundaki bölgede iki mil boyunca taşıyarak, İngiliz hatlarının gerisine ulaştıran, iyi kalpli ve sadık emir erim Jack Murray sayesinde, hayatım kurtuldu.
Murray o yılın eylül ayında Kandahar’da öldü, dolayısıyla benim yaralı olarak eve yollandığımı ve beni kurtarmak için gösterdiği çabayı boşa çıkarmamak saikiyle, birkaç ay boyunca Londra sosyetesinin kıyılarında müsrif bir yaşam sürdüğümü hiç öğrenemedi. Bu sürenin sonunda, mali kaynaklarımın hızla erimekte olduğu gerçeğinin dayattığı zaruret sebebiyle, ciddi ciddi Güney sahiline gitmeyi düşünmeye başlamıştım. Ayrıca deniz havasının bana iyi geleceği yolunda bir tavsiye de almıştım. Elbette Londra’da nispeten ucuz bir oda bulmak benim açımdan daha arzuya şayan bir tercihti ve hatta az kalsın Euston Road’da bir borsa simsarı ile ev arkadaşı olacaktım. Ancak görüşmemiz iyi geçmedi ve ben de hemen ardından kararımı verdim. Hastings’e gidecektim. Brighton kadar keyifli değildi belki, ama onun yarı fiyatınaydı. Şahsi eşyalarımı topladım. Yola çıkmaya hazırdım.
Ama sonra karşımıza Henry Stamford çıkıyor ki kendisi yakın bir arkadaşım olmasa da, St. Bart’s isimli mağazada terzim olmuş eski bir tanıdıktı. İşte bu Stamford bir önceki gece geç saatlere kadar içmiş olmasa, o gün başı ağrıyor olmazdı ve o gün başı ağrıyor olmasa, o sırada çalışmakta olduğu kimya laboratuvarından izin almazdı. Stamford o gün Piccadilly Circus’ta boş boş dolanırken, birden aklına Regent Street’ten yürüyerek, Arthur Liberty’nin Doğu Hindistan Mağazası’na gitmek ve oradan karısına bir hediye almak gelmiş. Şimdi bunu düşünmek garip geliyor ama, Stamford oraya ulaşmak için diğer yolu kullansa, ben Criterion Bar’ından çıkmak üzereyken onunla karşılaşmayacak ve dolayısıyla Holmes ile hiç tanışmamış olacaktım.
Zira, daha önce başka bir yerde de yazdığım gibi, kendisiyle aynı hastanede çalışan ve kimyager olduğunu düşündüğü bir adamla ev arkadaşı olmamı bana öneren kişi Stamford’dı. Stamford beni, o sıralar kan lekelerini izole etmeye yarayacak bir yöntem üzerine çalışan Holmes ile tanıştırdı. Onunla ilk karşılaşmamız garip, huzursuz ve kesinlike unutulamazdı… ki daha sonra yaşayacaklarımızı oldukça iyi tarif eden bir ilk işaretti bu.
Hayatımın en önemli dönüm noktası bu oldu. Benim, hiçbir zaman edebi hırslarım olmamıştı. Hatta biri bana, günün birinde kitapları yayınlanan bir yazar olacağımı söylese, bu fikre gülerdim. Ancak, tüm samimiyetimle ve hiç böbürlenmeden söyleyebilirim ki, o büyük adamın maceralarını kayıt altına alarak epey bir şöhret kazandım; ölümünden sonra onun için Westminster Abbey’de düzenlenen anma törenine davet edildiğimde de bundan hiç de azımsanmayacak bir onur duydum ve bu daveti en derin saygılarımla reddettim. Holmes genellikle benim yazı üslubumla alay ederdi ve eğer orada kürseye çıkarsam, onun omzumun başında durup, söylediklerimle mezarın ötesinden dalga geçeceği hissinden, ne yapsam kurtulamadım.
Holmes, hep onun yeteneklerini, olağanüstü içgörüsünü ve parlak zekâsını abarttığımı düşündü. Öykülerimi onun daha açılış paragraflarında fark etmiş olduğuna yemin ettiği bir çözümü en son sayfalara bırakacak şekilde kurgulamamla dalga geçti. Beni birçok defa kaba saba bir romantizm yapmakla suçladı ve benim Grub Street’te öbeklenen meşhur olma heveslisi yeteneksiz yazar adaylarından çok da farklı olmadığımı söyledi. Ancak genel olarak kanaatim bana haksızlık yaptığı yönündedir. Onu tanıdığım tüm yıllar boyunca, macera heveslisi edebiyatın en kötü örneklerini saymazsak, roman ya da öykü okuduğuna hiç şahit olmadım ve kendi tasvir yeteneğim konusunda çok iddialı olmasam da, öykülerimin gayet iyi iş gördüğünü ve daha iyisini onun bile yazamayacağını rahatlıkla söyleyebilirim. Nitekim Holmes kalemi eline alıp, Godfrey Emsworth’un garip öyküsünü kendi kelimeleriyle yazmaya giriştiğinde, bunu kendisi de itiraf eder gibi olmuştu. Bu olay Rengi Atmış Askerin Macerası başlığı ile sunuldu ki, bence bizzat bu başlık dahi mükemmellikten uzaktır, zira, malum olduğu üzere, “renk atmak” kıımaş için kullanılmaya daha uygun bir fiildir.
Neyse, dediğim gibi, edebi çabalarım nedeniyle bir miktar takdir topladım ama elbette asıl amacım hiçbir zaman bu olmadı. Kaderin yukarıda kısaca özetlediğim cilveleri, dünyanın en büyük müşavir dedektifinin başarılarını gün ışığına çıkartmak üzere beni seçti ve ben de oldukça meraklı ve hevesli bir halk kitlesine altmış kadar macera sundum. Ancak benim için Holmes’ün kendisi ile kurduğum kadim dostluk her zaman daha kıymetli oldu.
Holmes’un Downs’daki evinde kaskatı bir halde uzanmış olarak bulunmasının, o büyük zekânın ebediyen susmasının üzerinden bir yıl geçti. Haberi duyduğumda sadece en yakın dostumu ve yoldaşımı değil, aynı zamanda, birçok anlamda varlık sebebimi de yitirmiş olduğumu fark ettim. Birçok insan, iki evliliği, üç çocuğu, yedi torunu, başarılı bir tıp kariyerini ve Majesteleri Kral VII. Edward’ın 1908 yılında şahsıma tevdi ettiği üstün hizmet nişanını, bir yaşamı muvaffak addetmek için kâfi görebilir. Ama ben öyle görmüyorum. Onu hâlâ özlüyorum ve bazen, uyanık anlarımda, o tanıdık kelimeleri duyar gibi oluyorum: “Av başladı, Watson!” Bu sözcükler bana Baker Caddesi’nin karanlığına ve sisine elimdeki beylik tabancamla bir daha hiç dalamayacağımı hatırlatmaktan başka bir işe yaramıyor. Çoğu zaman Holmes’ün günün birinde hepimizin üstüne çökmesi mukadder olan o büyük karanlığın öte yanında beni beklediğini düşünüyorum ve ne yalan söyleyeyim ona katılmak için sabırsızlanıyorum. Yalnızım. Eski yaram bana tarifsiz bir ızdırap veriyor ve kıtayı feci ve manasız bir savaş kavururken, içinde yaşadığım bu dünyayı anlamaktan artık aciz kaldığımı düşünüyorum.
Peki öyleyse elime kalemimi son bir kez alıp, belki de unutulması daha hayırlı olacak bu hatıraları neden canlandırıyorum? Bencilce sebeblerim olduğu söylenebilir. Ömrünün sonuna gelmiş birçok yaşlı adam gibi ben de bir çeşit teselli arıyor olabilirim. Bana bakan hemşireler yazmanın bana iyi geleceği ve zaman zaman içine düşme eğiliminde olduğum karamsar ruh hallerimi engelleyeceği konusunda beni temin ediyorlar. Ama başka bir sebep daha var.
Yassı Kasketli Adam ve İpek Evi maceraları, birçok açıdan, Holmes’ün kariyerinin en heyecanlı olanları ama, okunduğunda açık olarak anlaşılacak sebeplerle, onları o dönem anlatmam mümkün değildi. Bu iki macera öylesine iç içe geçmiş durumdaydı ki, birini diğerinden ayırmak mümkün değildi. Ancak Holmes külliyatını tamamlamak amacıyla onları yazmayı hep arzuladım. Bu mevzuda bir formülün peşinde koşan bir kimyager, veyahut belki de, nadir pullar toplayan ama koleksiyonuna dahil edemediği bir ya da iki numune kaldığı için, kataloğundan duyduğu gurur zedelenmiş bir koleksiyoncu gibi hissettiğim söylenebilir. Kendime hâkim olamıyorum. Yazmam gerek.
Bu daha önce mümkün değildi ve burada sadece Holmes’ün şöhrete karşı beslediği malum korkudan bahsetmiyorum. Hayır, birazdan tasvir edeceğim olaylar, en basit ifadesiyle, neşredilmeyecek kadar korkunç ve tahayyül ötesiydi. Hâlâ da öyleler. Tüm toplumun dokusunu zedeleyecek bir mahiyette olduklarını söylemek hiç de abartılı olmaz ve bu, özellikle de şu savaş yıllarında, benim göze alabileceğim bir şey değil. İşimi bitirdiğimde, bunu yapacak gücüm kaldığını farz edersek tabii, taslağım paketlenecek ve bazı başka özel belgelerimin de muhafaza edildiği, Charing Cross’taki Cox ve Ortakları’nın kasalarına yollanacak. Paketin yüz yıl boyunca açılmaması için talimat vereceğim. O zaman dünyanın neye benzeyeceğini, beşeriyetin nasıl bir gelişme kaydetmiş olacağını bilmek kabil değil tabii, ama kimbilir, belki gelecekteki okuyucular benim şimdiki okuyucularıma nazaran skandala ve yozlaşmaya daha bir alışkanlık kazanmış olurlar. Holmes’ün son bir portresini ve daha önce görülmemiş bir noktayı onlara miras olarak bırakacağım.
Ama kendi dertlerim için kâfi miktarda enerji harcadım. Çoktan Baker Caddesi 221B adresinin kapısını açmış ve birçok maceranın başlamış olduğu odaya girmiş olmalıydım. Pencerenin ardındaki ışığın pırıltısını ve beni sokaktan yukarı çağıran on yedi basamağı görür gibiyim artık. Ne kadar da uzak geliyorlar, oraya son gidişimin üzerinden ne kadar da çok zaman geçmiş. Evet. İşte orada, piposu elinde. Bana doğru dönüyor. Tebessüm ediyor. “Av başladı…”
BİR
Wimbledonlı Galeri Sahibi
“Soğuk algınlığı hoş değil, tabii” dedi Holmes, “ama karının yardımıyla çocuğun kısa zamanda iyileşeceğini düşünmekte haklısın.”
“İnşallah,” diye yanıtladım, sonra durdum ve gözlerim faltaşı gibi açılmış bir halde, şaşkınlıkla, ona bakakaldım. Elimdeki çayı dudaklarıma götürmek üzereyken yarı yolda durdum ve sehpaya öyle bir şiddetle geri koydum ki, fincan ile tabak birbirlerinden ayrılır gibi oldular. “Allah aşkına, Holmes!” diye bağırdım. “Zihnimi okuyorsun. Sana, ne çocuk ne de onun hastalığı hakkında tek kelime etmediğime yemin edebilirim. Karımın burada olmadığını biliyorsun. Bu kadarını benim burada olmamdan çıkartabilirsin. Ama onun neden burada olmadığını sana henüz anlatmadım ve davranışlarımda da bu konuda ipucu verecek bir şey olmadığından eminim.”
Bu konuşma 1890 yılının kasım ayının son günlerinde geçmekteydi. Londra merhametsiz bir kışın pençesindeydi, sokaklar öyle soğuktu ki gaz lambaları bile buz kesmişti ve verdikleri azıcık ışık da bitmek bilmeyen sis tarafından yutuluyordu. Dışarıda insanlar başları önlerinde, yüzleri örtülü hayaletler gibi kaldırımlarda sürükleniyor, caddeden tıkır tıkır arabalar geçiyor, atlar da bir an evvel ahırlarına dönmek için adeta can atıyorlardı. Ve ben, ocakta yanan ateş, havadaki bildik tütün kokusu ve -arkadaşımın kendisini çevrelemeyi tercih ettiği dağınıklık ve karmaşaya rağmen- her şeyin yerli yerinde olduğuna ilişkin hissiyatımla, içeride olmaktan ziyadesiyle memnumdum.
Bir süreliğine eski odama yerleşmek ve Holmes ile birlikte kalmak niyetimi ona telgraf ile bildirmiş, onun da buna müspet karşılık vermesinden memnun olmuştum. Muayenehanem, ben olmadan da kendisini idare edebilirdi. Ve aklımda tümüyle iyileştiğine kani olana dek, arkadaşıma bakmak vardı. Zira Holmes, acımasız ve hınçlı bir düşmanını, ölmek üzere olduğuna inandırmak saikiyle, üç gün boyunca kendini kasten açlığa mahkum etmiş ve ne bir lokma yemek yemiş, ne de bir damla su içmişti. Plan gayet başarılı bir şekilde işlemişti ve adam artık Scotland Yard’dan Müfettiş Morton’un mahir ellerindeydi. Ancak ben Holmes’ün kendisini bu şekilde zorlamış olmasından endişe duyuyor ve kendisini toplayana kadar ona göz kulak olmak istiyordum.
Dolayısıyla onun, Bayan Hudson’un tepsiyle getirdiği ve ikimize de servis yaptığı büyük bir tabak dolusu ekmeği, balı, kaymağı, keki ve çayı iştahla atıştırdığını görmek beni ziyadesiyle memnun etmişti. Holmes iyileşme yolunda görünüyordu, üzerinde robdöşambırıyla büyük koltuğunda rahatça uzanmış, ayaklarını da ateşe doğru uzatmıştı. Her zaman gayet zayıf, hatta iskelet gibi bir fiziği olmuştu, keskin gözlerini vurgulayan karga gibi bir burnu vardı, ama en azından yüzüne renk gelmişti ve sesinden ve tavrından artık eski haline kavuştuğu anlaşılabiliyordu.
Beni sıcak bir şekilde karşıladı ve onun karşısındaki yerimi aldığımda, sanki bir rüyadan uyanıyormuş gibi, garip bir hissiyata gark oldum. Sanki geçtiğimiz iki yıl hiç yaşanmamış, ben sevgili Mary ile hiç tanışmamış ve Agra incilerinden kazandığım para ile aldığım Kensington’daki evime hiç taşınmamıştım. Hâlâ Holmes ile birlikte yaşayan, onunla bir sırrı daha aydınlatan, iz sürmenin heyecanını paylaşan bir bekar olabilirdim pekala.
Ve sanırım Holmes de böyle olmasını tercih ederdi. Holmes aile hayatım konusunda nadiren konuşurdu. Düğünümüz sırasında yurtdışındaydı ve sanırım bu bir tesadüften ibaret değildi. Evliliğimin tümüyle yasak bir konu olduğunu söylemek haksızlık olur ama aramızda bu mevzuyu uzun uzun tartışmamak konusunda sessiz bir mutabakat vardı. Holmes saadetimin ve rahatlığımın farkındaydı ve bunu bana çok görmeyecek kadar da cömertti. Eve ilk vardığımda Bayan Watson’un Hatırını sual etmişti ama ne o benden daha fazla malumat istemişti, ne de ben ona vermiştim ki onun sözlerini daha bir akıl sır ermez kılan tam da buydu.
“Bana sanki bir sihirbazmışım gibi bakıyorsun,” dedi Holmes, gülerek. “Sanırım artık Edgar Allan Poe okumaktan vazgeçtin.”
“Poe’nun dedektifi Dupin’den mi bahsediyorsun?” dedim.
“Dupin ‘akılcı muhakeme’ adını verdiği bir yöntem kullanırdı, bilirsin. Ona göre bir insanın en derin düşüncelerini dahi onun tek kelime etmesine gerek kalmadan okumak mümkündü. Tek yapman geren insanların davranışlarını, tavırlarını, mimiklerini, mesela ufacık bir kaş hareketini incelemekti. O zaman bu fikir beni çok etkilemişti, ancak eğer doğru hatırlıyorsam sen dudak bükmüştün…”
“Ve hiç şüphesiz şimdi bunun bedelini ödeyeceğim,” diyerek onu onayladım. “Ama şimdi sen bana, ciddi ciddi, benim bir tabak dolusu ekmek önündeki tavırlarımdan, akıl yürüterek, daha önce hiç görmediğin bir çocuğun hastalığını öğrenebileceğini mi söylüyorsun?”
“Onu ve bir sürü başka şeyi daha.” diye yanıtladı Holmes. “Buraya Holbom Viaduct istasyonundan geldiğini söyleyebilirim. Evden aceleyle çıktığını, ama buna rağmen trenini kaçırdığını da. Sanırım tüm bunların sebebi ise şu sıralar bir hizmetçinin olmaması.”
“Yok artık Holmes!” diye bağırdım. “Bu kadarı da fazla ama!”
“Yanlış mı?”
“Hayır. Tüm söylediklerin doğru. Ama böyle bir şey nasıl mümkün olabilir ki…”
“Gayet basit bir gözlem ve akıl yürütme meselesi aslında. Biri diğerini besliyor. Eğer şimdi sana açıklayacak olsam, çocuk oyuncağı gibi gelir…”
“Ama sanırım açıklaman konusunda ısrar edeceğim.”
“Eh, sen beni ziyaret etme lûtfunu gösterdiğine göre, benim de senin nezaketine bu dileğini yerine getirerek karşılık vermem doğru olur,” diye yanıtladı Holmes, esneyerek. “Önce buraya gelmene sebep olan olaylarla başlayalım. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, evliliğinin ikinci yıldönümü pek yakın, öyle değil mi?”
“Hakikaten öyle, Holmes. Yarın değil, ertesi gün.”
“Dolayısıyla karından ayrı kalmak için garip bir zaman bu. Biraz evvel senin de dediğin gibi, bende kalmayı, hem de uzunca bir süre kalmayı tercih etmen, karının bir zaruret nedeniyle bir süreliğine senden ayrı düştüğü anlanıma gelir. Peki bu nasıl bir zaruret olabilir? Hatırladığım kadarıyla, o zaman ki adıyla Bayan Marry Morston İngiltere’ye Hindistan’dan gelmişti ve burada ne bir ailesi ne de arkadaşları vardı. Camberwell’de yaşayan Bayan Cecil Forrester onu oğluna bakmak üzere mürebbiye olarak istihdam etmişti ki sende onunla bu vesileyle tanışmıştı. Bayan Forrester eşine çok destek olmuştu, hem de onun buna en çok ihtiyacı olduğu bir dönemde. Dolayısıyla ikisi arasındaki yakın münasebetin sürmüş olduğunu tahmin ediyorum.”
“Evet, gerçekten de öyle.”
“Öyleyse karını senden uzağa çağıran biri varsa, bu kişinin Bayan Forrester olması kuvvetle muhtemeldir. Dolayısıyla böylesi bir davetin sebebi ne olabilir diye kendime sorduğumda ve bu soğuk havalarda, aklıma ilk olarak bir çocuğun hastalığı geliyor. Eski mürebbiyesine kavuşmak hasta yavrucağı çok rahatlatacaktır, eminim.”
“Adı Richard ve dokuz yaşında,” diyerek onayladım Holmes’ü. “Ancak söz konusu hastalığın soğuk algınlığı olduğuna, daha ciddi bir şey olmadığına nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”
“Eğer daha ciddi bir şey olsaydı, eminim sen şahsen ilgilenmek isterdin.”
“Yürüttüğün mantık şu ana dek her açıdan kusursuz,” dedim. “Ama benim tam da o anda bunları düşündüğümü nasıl bilebildiğini açıklamıyor.”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Polisiye Roman (Yabancı)
- Kitap Adıİpek Evi
- Sayfa Sayısı296
- YazarAnthony Horowitz
- ÇevirmenMurat Özbank
- ISBN9786053752318
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kağıt Kız ~ Guillaume Musso
Kağıt Kız
Guillaume Musso
Kitapları dünyada 10 milyonun üstünde satılan ve 33 dile çevrilen Fransa’nın en çok satan yazarı Musso’dan soluk soluğa okuyacağınız sıra dışı bir roman… “Fırtınalı...
- Deniz Kurdu ~ Jack London
Deniz Kurdu
Jack London
Jack London’ın roman kişileri, insan ile doğa arasında bir zanıanlarki birlikteliği arar, onun izlerini bulur, içlerindeki doğaya çarpar, onu yüzeye çıkartabildikleri ölçüde vahşileşir, insanlıklarından...
- Beyaz Diş ~ Jack London
Beyaz Diş
Jack London
Beyaz Diş vahşi bir hayvanın gözünden, hem doğal hayata hem de insanların acımasız dün yasına eleştirel bir bakış… Beyaz Diş Alaska’nın sert doğa koşullarında...