Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Malazgirt’in Üç Atlısı
Malazgirt’in Üç Atlısı

Malazgirt’in Üç Atlısı

Ahmet Yılmaz Boyunağa

Selçuklu orduları büyük bir hızla Anadolu’ya doğru ilerlerken bu durumdan hoşnut olmayan karanlık güçler de boş durmamaktadır. Selçuklu Sultanı Alparslan’ı öldürmeyi planlayan Hasan Sabbah,…

Selçuklu orduları büyük bir hızla Anadolu’ya doğru ilerlerken bu durumdan hoşnut olmayan karanlık güçler de boş durmamaktadır. Selçuklu Sultanı Alparslan’ı öldürmeyi planlayan Hasan Sabbah, Sultan Alparslan’ın yakın adamlarından Aksungur’un kız kardeşini rehin alır. Kız kardeşinin hayatına karşılık Aksungur’dan Sultanı öldürmesini ister. Bu korkunç teklif karşısında çılgına dönen Aksungur, hem kardeşinin hem de Sultan Alparslan’ın hayatını kurtarabilecek mi? Malazgirt Zaferi’nin nefes kesen hikâyesini okurken gerçek kahramanlığa ve dostluğa tanık olacaksınız.

Birinci Bölüm
Aksungur

İsa Peygamber’in doğumundan 1070 yıl sonra… Doğu Roma’nın Anatolia eyaletinin iki yanı yemyeşil tozlu yollarından birinde, yorgun bir yolcu ayaklarını sürüyerek yürüyordu. Elindeki dişbudak ağacından, kim bilir kaç elin yıllarca cilâladığı kalın ve uzun değnek, ağır hareketlerle arkadan öne geliyor; rengini kaybetmiş ucu, tozların arasında kayboluyordu. Bir aralık, birkaç gölge, yolcunun önüne düşüp kayboldu. Dalgınlığından sıyrılan yolcu, elini gözlerine siper edip gökyüzüne baktı. Üstünden, geniş kanatlarını açmış leylekler geçiyordu. Yolcunun yorgun ve solgun yüzünde bir gülümseme belirdi. İçinden; bahar da gelmiş! Ne çabuk! Nasıl da hızlı geçiyor zaman… Hayatımdan bir yıl daha geçmiş, bir yıl daha, diye geçirdi.

Arkasından gelen bir gürültü üzerine başını geriye çevirdi. Bir Bizans askeri birliği geliyordu. Yolun hemen sağ tarafına çekildi. Değneğine dayanarak geçenlere bakmaya başladı. Kaldırdıkları toz bulutu yatışıncaya kadar, yaşlı yolcu, onların peşinden baktı. Askerî birlik yol dönemecinde kaybolduğu zaman iç geçirdi. Sefere gidiyorlar, diye mırıldandı. Sefere gidiyorlar! Kırk yıl kadar önce ben de onlar gibiydim. İmparator II. Basil’in, Bağdat halifesine karşı kazandığı zaferden dönerken, bu yolları zafer marşları ile inletmiştik. O yıllar, ne diri ve kuvvetliydim.

Taşı sıksam suyunu çıkarırdım. Şimdi ise? Ah şimdi? Ne de çabuk geçmiş yıllar… Her şey sanki dün gibi… Yolcu, böyle söylenerek yoluna devam etti ve yolun dönemecinde, bir zaman sonra o da kayboldu. Evet, İsa Peygamber’in doğumundan sonra 1070 yıl geçmişti. İslam âleminin karışıklıklar içinde bulunmasından faydalanıp Müslümanlara, Bizans İmparatoru Nikefor Fokas’ın yaptığı müthiş tehditlerin yankısı sürüyordu. Hıristiyan yazarların öve öve bitiremediği Bizans’ın vahşet destanı işte bu zamanda kan ve ateşle yazılmıştı… Bu vahşet destanı uzun zaman bitmedi. Daha uzun zaman, Müslümanlara türlü türlü işkenceler, akla hayale gelmedik şekilde acılar çektirildi… Çocukların, genç kızların ve kadınların çığlıkları göklere yükseldi. Göklere yükselen yakıcı alevler gibi… İşte o sıralarda Müslüman Türkler Bizans’ın karşısına dikildiler.

Bizans’ın vahşet destanı biterken, Anadolu toprakları o zamana kadar görmediği muhteşem bir destan gördü ve yaşadı… Ve olaylar böyle bir zamanda başladı… Bahar, patlamış tomurcuklardan fışkırıyordu… Kır gülüyordu; renk cümbüşüyle, bin bir ses ve kokularla…

İkinci Bölüm
Numan Dedem

Ertesi sabah, güneş bulutsuz ve berrak gökte yükselirken orman yolundan doğuya hareket ettik. Halit Ağamla ben önden gidiyorduk. At uşaklarımız Altar’la, İlteber de arkamızdaydı. Atların arkalarından da, birer katır geliyordu. Bu katırlardan birinde iki sandık vardı. Sandıklar kitap doluydu. Bunları, Bağdat kadısına götürüyorduk. Öteki katırda da, giyecek eşyalarımız vardı. Konuşa konuşa, bir iki saat kadar gittik. Devamlı konuşunca da, insanın söyleyecek sözü kalmıyordu. Sustuk… Her birimiz kendi âlemimize dalmıştık… Daha düne kadar haşarı bir çocuktum. Babamı hayal meyal hatırlıyorum. Sisli geçmişimde, zaman zaman aydınlanan sahneler var. Bu sahnelerden biri, heybetli bir adamın beni havaya fırlatıp tutmasıydı. Ne çok bağırıyordum o zamanlar…

Benimle oynayan bu adam, zaman zaman kaybolur, sonra birden ortaya çıkardı. O, benim babamdı. Gelişiyle, evimizde bir sevinç ve telâş başlardı. Ben, babamla oturma odamızda oynardım. Bazen güreş de ederdik. Babamı yendiğim zaman ne zevkli çığlıklar atardım… Anamı çağırır: “Ana! Ana! Bak! Bak! Yendim!” diyerek babamın göğsünde zıplardım. Ne kuvvetli ve babayiğit bir insandı o… Hâlâ unutamadığım bir sahne vardır. O dev yapısıyla babam, kapıda durmuş… Anam sessiz sessiz ağlıyor… O beni kollarımdan tutarak yüzünün hizasına kadar kaldırıyor. Karşılıklı gülüyoruz; hem de kahkahalarla… Bıyıklarını tutmak istiyorum. O, yüzünü kaçırıyor.

– Hadi güreşelim, diyorum.
– Şimdi olmaz yiğidim! Beni yormak mı istiyorsun?
Kuvvetimi düşmanlarıma saklamak istiyorum. Sonra! Dönüşte!
– Ama ne zaman?…
– Allah ne zaman kısmet ederse yavrum! Hatice, al şu yiğitler yiğidini!

Kucak değiştiriyorum… Anamın gözleri yaşlı. Ellerimi çırparak bağırıyorum: “Korktun benden! Korktun işte!” Babam gülümsüyor ve sonra yürüyor. Arkadan bir dağ gibi görünüyor. Onun gidişine üzülüyorum. Ağlıyorum. Avluya çıkıyoruz. O, uşakların güç zapt ettikleri ata biniyor. İyi beslenmiş ve dinlenmiş olan at, yola çıkmak için sabırsızlanıyor ve başını dimdik havaya kaldırıyordu. Onun gene ayrılacağını düşünerek, ellerimi uzatarak ağlıyorum. “Ayıp! Ne yapıyorsun!” der gibi, önce kaşlarını çatıyor ve sonra gülümsüyor. “Allahaısmarladık!” dercesine elini kaldırıyor; anam da kaldırıyor; bir yandan da bana “Hadi oğlum! Sen de salla! Baban savaşa gidiyor, düşmanlarla çarpışacak. Sen de onun gibi bir yiğit olacaksın.” diyor. “Bak, bak! Dikkatli bak! Onun gibi yiğit olacaksın. Yiğit olacaksın!” Bu söz hâlâ kulaklarımdadır. Anam, bana söylediği sözlerden sonra önceden hazırladığı bir bakraç suyu babamın arkasından boşaltıyor. Bu, sular gibi ak da gel manasına geliyordu. Babam, arkasında at uşakları olduğu hâlde uzaklaşıyor.

Anam gözleri yaşlı bir hâlde içeri koşuyor. Pencereden uzaklaşan atlılara bakıyor bakıyor, dudakları kıpır kıpır belli ki dua etmede… Atlılar kayboluyor… Anamın bana sarılması… Hüngür hüngür ağlayışı… Ben de onunla birlikte ağlıyorum, ağlıyorum… Babamı bir daha göremiyorum. Kimse benimle, onun gibi şakalaşmıyor. Onun bıyıklarını çektiğim gibi kimsenin bıyıklarını çekemiyorum. Onunla güreştiğim gibi kimse ile güreşemiyorum. Bir eksiklik var içimde. Zenginiz, her şeyimiz var. Uşaklar, hizmetçiler etrafımızda pervaneler gibi dönüyorlar. Ama bunlar beni tatmin etmiyor. İçimdeki eksiklik, babamın eksikliği… Bir gün at uşakları dönüyor. İçlerinde babam ve iki uşak eksik. Bir takım eşya getirmişler. Bir sandık var. Anam açıyor ve ağlıyor. – Çıkarın, diyor, sandığı çıkarıyorlar. Üst katta bir küçük oda var, oraya koyuyorlar. O odaya benim girmem yasak. Koca bir de kilit asıyorlar. O odayı o kadar merak ediyorum ki… Fakat girmek mümkün değil; anahtar dedemde, Numan Dedemde. Dedem, bildim bileli evimizi idare eden yaralı bir gazidir.

Sol ayağı dizden kesik. Bir savaşta yaralanmış ve kesmek zorunda kalmışlar. Onu hem severim, hem de ondan korkar ve sayarım. Onun takdirini kazanmak kolay değildir. Dedem benim eğitimime çok önem verdi. Ata binmeyi, kılıç kullanmayı ve ok atmayı da öğrendim. Yedi yaşlarında iken akranlarımın hepsini geçiyordum. On yaşımda, yetişkin delikanlılarla yaptığım at yarışlarını kazanmaya başladım.

On bir yaşında iken hayatımda çok önemli bir olay oldu. Bir gün silâh odamdan kargımı almaya çıkmıştım. Bana girilmesi yasak olan odanın kapısını aralık gördüm. Oraya beni iten kuvvete karşı duramadım. Kapıya yaklaştım. İçeriden tıkırtılar geliyordu. Yavaşça kapıyı ittim. Kapı, gıcırdayarak açıldı. İlk anda dedemle göz göze geldim. Eski bir sandığın üzerine oturmuş, kocaman bir kılıcı biliyordu. Şaşırdım. Dedemi karşımda görünce, çok utanmıştım: – Affedersiniz, dedim. Kapıyı açık görmüştüm de! – Gel evlât, dedi. Olan oldu bir kere… Sen de büyüdün zaten. İçeri girdim. Oda loştu. Fakat burada beni mesut edecek çok şey vardı. Duvarda, mızraklar, kılıçlar, kalkanlar ve gürzler asılıydı. Hepsi, düzenli bir şekilde duvarları süslüyordu. Bu silâhların çok mükemmel ve değerli olduğu anlaşılıyordu. Meraklı gözlerle ona baktım. O, anladı:

– Bunlar kimin mi diyorsun? Hepsi de senin! Benden ve babandan kaldı.
Parmağımla, duvarda dikkatimi çekmiş olan bir kılıçla kalkanı gösterdim.
– Şu kalkanla şu kılıcı alabilir miyim?
– Hayır! Onları kullanabileceğin yaşa gelmedin daha.
– Ama niye? Ben kendimi çok güçlü hissediyorum.
Dedem gülümsedi. O, sözden ziyade tecrübe ve hareket adamıydı. Değneğine tutunarak, gösterdiğim kılıcı ve kalkanı getirdi ve bana uzattı:
– Al! Tut bakalım!
Önce ağır gelmedi. Fakat az zamanda kollarım yere düştü.
– Gördün mü evlât! Her şeyin bir zamanı vardır. Yavru kartal kanatları kuvvetlenmeden uçamaz. Bir yiğit de, kolları kuvvetlenmeden silâhlarını taşıyamaz.
Utanarak sordum:
– Bunları ne zaman kullanabileceğim?

– Taşıyabilecek yaşa geldiğin zaman! Bunların her biri, bir savaşın hatırasını taşır. Şu mızrak Dandanakan Savaşı’nda Gazne ordusunda büyük bir dehşet uyandırmıştı. Şu gördüğün gürz, Teşkıyal Beyin Bizans ve Ermeni kuvvetleri ile yaptığı savaşta kullandığı tokmaktır.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Ateşli Gül Bahçesi ~ Ahmet Yılmaz BoyunağaAteşli Gül Bahçesi

    Ateşli Gül Bahçesi

    Ahmet Yılmaz Boyunağa

    Hz. İbrahim’in, Babil halkını doğru yola daveti; Firavun’un onu ateşe atması ve gerçekleşen mucize; Allah’ın Hz. İbrahim’den oğlunu kurban etmesini istemesi; Hz. İbrahim’in oğluyla...

  2. Nehirdeki Sandık ~ Ahmet Yılmaz BoyunağaNehirdeki Sandık

    Nehirdeki Sandık

    Ahmet Yılmaz Boyunağa

    Firavun tarafından öldürüleceği korkusuyla bir sandık içinde nehre bırakılan bebek: Hz. Musa… Hz. Musa’ya Tur dağında verilen peygamberlik görevi; Ona Allah’ın verdiği büyük mucize:...

  3. Tufan (Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih) ~ Ahmet Yılmaz BoyunağaTufan (Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih)

    Tufan (Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih)

    Ahmet Yılmaz Boyunağa

    Allah, Hz. Nuh’a bir gemi yapmasını emretti. Bu öyle bir gemi olacaktı ki içinde her çeşit hayvan bulunacak ve Allah’a iman edenleri büyük tufandan...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Gölgen Zamanın Penceresinde ~ Enver AyseverGölgen Zamanın Penceresinde

    Gölgen Zamanın Penceresinde

    Enver Aysever

    Bu öykü kurmacadır belki. Belki de kahramanları gerçek. Varoluşuyla beklentileri arasında bocalayan bir yazar… Son kez şansını deneyecek, belki yazacağı roman onu hayallerine kavuşturacak…...

  2. Tatlı Rüyalar ~ Alper CanıgüzTatlı Rüyalar

    Tatlı Rüyalar

    Alper Canıgüz

    Türk bir anne ile Fransız bir babadan olma Hector Berlioz –kendisi Türkiye’de yaşayan bir Fransız Türk’üdür- sıradan bir pazar sabahı kahvaltı ederken bir ilan...

  3. Cehennem Benim (Mevlana Dergahından Bir Filozof Sartre) ~ A. Vahap KayaCehennem Benim (Mevlana Dergahından Bir Filozof Sartre)

    Cehennem Benim (Mevlana Dergahından Bir Filozof Sartre)

    A. Vahap Kaya

    Her insanın yaşayabileceği, sıradan bir ayrılık yaşamıyordu. Onun gözünde bu ayrılık, toprağın sudan ayrılması gibi bir şeydi. Nasıl ki toprak sudan ayrılınca çoraklaşıyorsa; ırmaklardan,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur