Yüzünde ürkütücü bir doğum lekesiyle dünyaya gelmiş Perulu bir Yahudinin, çağdaş yaşamın ikiyüzlülüklerine başkaldıran Saúl Zuratas’ın akıllara durgunluk veren “değişim”inin öyküsü. Üniversitedeki parlak geleceğini elinin tersiyle iten Saúl, yazgısını Amazon ormanlarında soyu tükenmekte olan ilkel bir kabileyle mi birleştirmiştir? Machiguenga kabilesinin herkesten sır gibi sakladığı Masalcı, Saúl olabilir mi? Kendini Floransa’ya, Dante’nin, Leonardo’nun, Botticelli’nin dünyasına atan Perulu bir aydın, bir sanat galerisinde rastladığı bir fotoğraftan yola çıkarak, eski arkadaşı Saúl’un izini sürecektir. Bir yönüyle Dostoyevski’nin Budala’sındaki Prens Mışkin’i, bir yönüyle Kafka romanlarından bir kişiliği anımsatan Saúl, Mario Vargas Llosa’nın bugüne kadar yarattığı en çarpıcı, en olağandışı karakterlerden biri. Romanlarında çağdaş dünyanın toplumsal ve ruhsal haritasını çıkaran yazar, Masalcı’da, yitirdiğimiz bir dünyaya, kökenlerimizin dünyasına götürüyor bizi.
1
Floransa’ya, Peru’yu ve Peruluları bir süre için de olsa kafamdan atmak için gelmiştim, ama bahtsız ülkem bu sabah ansızın, hem de hiç beklenmedik bir biçimde karşıma çıkıverdi. Dante’nin müzeye dönüştürülmüş evini, küçük San Martíno de Véscovo Kilisesi’ni gezmiş, Dante’nin Beatrice’yi ilk kez gördüğü söylenen ara sokağa uğramış, geri dönüyordum; birden, daracık Santa Margherita Sokağı’ndaki bir sanat galerisinin önünde kalakaldım. Galerinin vitrinine oklar, yaylar, geometrik desenlerle bezeli bir çanak, kaba pamukludan bir yerli kadın mankeni yerleştirilmişti. Ama beni o saat Peru cangıllarına alıp götüren, birkaç fotoğraf oldu. Geniş ırmaklar, dev ağaçlar, incecik oyma kayıklar, kazıklar üstüne kurulmuş, dokunsan yıkılacak kulübeler, belden yukarıları çıplak, boyalar sürünmüş kadınlar ve erkekler parlak afişlerden kıpırtısız bana bakıyorlardı. İster istemez girdim içeri. Gerçi enayilik ettiğimi belli belirsiz seziyordum; birkaç ay tam bir yalnızlık içinde Dante ve Machiavelli okumayı, Rönesans resimlerini incelemeyi tasarlamıştım; oysa kılı kırk yararcasına düzenlediğim ve o ana kadar büyük bir başarıyla sürdürdüğüm tatilimi salt merakım yüzünden tehlikeye düşüreceğimi, zaman zaman hayatımı cehenneme çeviren o ruh taşkınlığının bir kez daha yüreğime çökeceğini sezinliyordum; bedenimde tepeden tırnağa tuhaf bir ürperti dolanıyordu.
Ama ister istemez girdim içeri. Çok küçük bir galeriydi. Fotoğrafların tümünü sergileyebilmek için basık tavanlı salona iki de pano koymuşlardı. Panoların ikisi de silme fotoğraf kaplıydı. Küçük bir masanın başında oturan gözlüklü zayıf bir genç kız başını kaldırıp bana baktı. “Amazon Ormanı Yerlileri sergisini gezebilir miyim?” diye sordum. “Certo. Avanti, avanti.” Aslında sergi yerlilerin kap kacaklarından falan değil, yalnızca fotoğraflarından oluşuyordu; çoğu büyük boy, elli kadar fotoğraftan. Hiçbirine ad verilmemişti; ama birisi, belki de fotoğrafçının kendisi, Gabriele Malfatti diye biri, fotoğrafların Peru’nun doğusundaki Cusco ve Madre de Dios bölgelerine bağlı Amazon yöresine yapılmış iki haftalık bir yolculuk sırasında çekildiğini belirten üçdört sayfalık bir açıklama yazmıştı.
Açıklamaya bakılırsa, sanatçının amacı, birkaç yıl öncesine kadar uygarlıktan tümüyle kopuk, bir iki ailelik dağınık birimlere ayrılarak yaşamış bir kabilenin günlük hayatını ‘halk avcılığından ve estetik kaygısından uzak bir yaklaşımla’ yansıtmak olmuştu. Kabilenin üyeleri sergideki fotoğraflarda görülen yerlerde günümüzde yeni yeni kümelenmeye başlamışlardı, aslında birçoğu hâlâ ormanda yaşıyordu. Kabilenin adının İspanyolcası yanlışsız yazılmıştı: Machiguengalar. Gerçekten de, fotoğraflar Malfatti’nin amacını açık seçik yansıtıyordu. Bir ırmak kıyısında ya da ağaçların altındaki çalılarda pusuya yatmış zıpkın fırlatan; kapibara’ lara ya da pekari’lere ok atan; onca geçmişten sonra belki de ilk kez yerleştikleri yeni köylerinin çevresindeki tarlalarda manyok toplayan; çalıpalalarıyla sık ormanlarda ekim ya da yerleşim alanı açan; kulübelerinin damını örtmek için palmiye yaprağı ören Machiguengalar karşımda duruyorlardı. Bazı kadınlar oturmuş hasır ve sepet örüyorlar, bazılarıysa rengârenk papağan tüylerinden başlık yapıyorlardı. Karşımdaydılar; annatto ağacından elde edilmiş boyalarla yüzlerini ve gövdelerini çapraşık desenlerle süslüyorlar, ateş yakıyorlar, post ve deri kurutuyorlar, oyma kayıkları andıran kaplarda manyok mayalandırarak masato birası yapıyorlardı.
Gökyüzünün, suların ve çevrelerini saran bitki örtüsünün uçsuz bucaksızlığında ne kadar az oldukları, ne kadar kırılgan ve yalın bir hayat sürdükleri, yalıtılmışlıkları, yaşama biçimlerinin eskiliği, umarsızlıkları fotoğraflarda açık seçik görülüyordu. Malfatti’nin söylediği doğruydu; fotoğraflar halk avcılığından da, estetik kaygısından da uzaktı. Şimdi anlatacaklarımı sonradan uydurduğumu sanmayın sakın; bir bellek şaşması da söz konusu değil. Fotoğraftan fotoğrafa geçerken yaşadığım coşkunun çok geçmeden kaygıya dönüştüğünü çok iyi anımsıyorum.
Neler oluyor sana? Bu fotoğraflarda böylesine bir kaygıya yol açabilecek ne görmüş olabilirsin? Yeni Işık ve Yenidünya’nın kurulduğu sonradan açılmış yerleşim alanlarını daha ilk fotoğraflarda tanımıştım. Üç yıldan kısa bir süre önce ikisine de gitmiştim. Yenidünya’nın genel görünümünü sunan bir fotoğrafı görür görmez aklıma hemen o sabah kapıldığım korku geldi. Dilbilim Enstitüsü’nün Cessna’sıyla akrobatlara taş çıkartacak bir iniş yaparken Machiguengalı çocuklara çarpmamak için akla karayı seçmiştik. Fotoğraflara göz gezdirirken, Bay Schneil’in yardımıyla tanışıp konuştuğum bazı kadınlarla erkeklerin yüzlerini de çıkarır gibi oldum. Ama bir başka fotoğrafta, aklımdan hiç çıkaramadığım gözleri ışıl ışıl, karnı şişmiş, ağzı ve burnu yara ve çıbanlarla kemirilmiş oğlanı görür görmez tanıdım. Kendisini gizemli bir yabanıl hayvana çeviren, yalnızca dişlerin, damağın ve bademciklerin göründüğü o göçüğü tıpkı bize gösterdiği saflık ve doğallıkla fotoğraf makinesine de sergilemişti. Sanat galerisine girdiğimden beri göreceğimi umduğum fotoğraf en sondakiler arasındaydı. Alacakaranlığın karanlığa dönmekte olan ışığında Amazonlulara özgü biçimde çevrelenmiş, Doğulular gibi bağdaş kurup oturmuş kadınlı erkekli topluluğun kendinden geçmiş olduğu daha ilk bakışta anlaşılıyordu.
Bütün yüzler, bir dairenin yarıçapları gibi, merkez noktaya çevrilmişti; dairenin tam ortasındaki adamın karaltısı Machiguengaları bir mıknatıs gibi çekiyordu; adam, ayakta durmuş, elini kolunu sallayarak bir şeyler anlatıyordu. Sırtımdan aşağı soğuk bir ürperti indi. İster istemez, “Malfatti’nin bu fotoğrafı çekmesine nasıl oldu da izin verdiler?.. Nasıl becerdi bu işi Malfatti?..” diye düşündüm kendi kendime. Hafifçe eğilip yüzümü fotoğrafa iyice yaklaştırdım. Neredeyse koklarcasına, gözlerim ve belleğimle delercesine bakmaya başladım. Çok geçmeden, bir de baktım, galerinin yöneticisi genç kız masasından fırlamış, korku ve telaşla bana doğru geliyor.
Heyecanımı bastırmaya çalışarak fotoğrafların satılık olup olmadığını sordum. Hayır, hiç sanmıyordu. Fotoğrafların yayın hakları Rizzoli Yayınevi’ndeydi. Bildiği kadarıyla, kitap olarak yayınlayacaklardı. Fotoğrafları çeken kişiyle görüşmemi sağlayıp sağlayamayacağını sordum. Hayır, ne yazık ki olanaksızdı bu: “Il signore Gabriele Malfatti è morto.” Öldü mü? Evet. Bir tür hummadan. Cangılda kaptığı bir virüs yüzünden. Zavallı adam! Malfatti bir moda fotoğrafçısıydı; Vogue ve Uomo gibi dergilerde çalışmış, mankenleri, nesneleri, mobilyaları, mücevherleri, giysileri fotoğraflamıştı. Farklı, daha kişisel şeyler, Amazon’a yaptığı gezi gibi işler gerçekleştirmeyi düşlemekle geçmişti ömrü.
En sonunda tam düşünü gerçekleştirmişken,üstelik çektiği fotoğraflar kitaplaştırılmak üzereyken ölüvermişti! Ve artık, le dispiaceva, ama l’ora di pranzo’ydu1 ve galeriyi kapatmak zorundaydı. Teşekkür ettim. Galeriden çıkıp Floransa’nın güzellikleri ve turist sürüleriyle yeniden yüz yüze gelmeden fotoğrafa son bir kez baktım. Evet. En küçük bir kuşkuya yer yoktu. Fotoğraftaki bir masalcıydı.
II
Saúl Zuratas’ın yüzünün sağ yanını tümüyle kaplayan, şarap tortusu renginde koyu bir doğum lekesi vardı; dimdik duran kızıl saçları bir tahta fırçasının kılları kadar sertti. Doğum lekesi yanağıyla sınırlı kalmıyor, kulaklarını, dudaklarını ve şiş damarlar yüzünden eğri büğrü bir yumruyu andıran burnunu da kaplıyordu. Belki de dünyanın en çirkin delikanlısı olmasına karşın çok hoş ve iyi yürekli bir insandı. Saúl kadar açıksözlü, yalın, özverili, iyi niyetli, içtenliğini ve sevecenliğini hiçbir zaman yitirmeyen birini tanımadım diyebilirim.
Üniversite giriş sınavlarında tanışmıştık; ama özellikle edebiyat fakültesinde aynı sınıfta okuduğumuz ilk iki yıl çok yakın bir dostluk kuruldu aramızda; bir melekle dostluktan ne kadar söz edilebilirse elbette. Tanıştığımız gün yüzündeki doğum lekesini açıklarken gülmekten kırılıyordu: “Bana Mascarita derler, yani Maske Surat. Bil bakalım neden, arkadaşım?” San Marcos’ta onu herkes bu adla tanıyordu. Talara’dan gelmiş ve çok geçmeden herkesle senli benli olmuştu. Konuşurken hemen her zaman argo sözcükler ve ilginç deyimler kullanıyor, bu yüzden de hep dalga geçiyormuş gibi bir izlenim bırakıyordu karşısındaki insanda. Saúl’a bakılırsa, tek derdi, babasının memleketteki dükkânında iyi mangiz tutmuş olmasıydı; öylesine tüylenmişti ki, en sonunda kapağı Lima’ya atmaya karar vermişti. Başkente geldikleri günden beri de kendini fena halde Yahudiliğe kaptırmıştı. Oysa Saúl’un anımsadığı kadarıyla, liman kasabası Piura’da otururlarken hiç de öyle sofu bir adam değildi babası. Gerçi onu ara sıra Kitabı Mukaddes okurken görmemiş değildi, eyvallah, ama Mascarita’ya kasabadaki öbür çocuklardan farklı bir ırk ve dinden olduğunu hiçbir zaman dayatmaya kalkışmamıştı moruk.
Oysa burada, Lima’da durum vaziyeti hepten değişivermişti sanki! Çekilmezin teki! Tam bir maskaralık! Morukladıktan sonra suçiçeği çıkarmak gibi bir şey! Hz. İbrahim ve Hz. Musa’nın dini akıl almaz bir dindi. Hayatı kayıyordu insanın! Biz Katolikler şanslı sayılırdık. Katoliklik, yarım saatlik entipüften bir pazar ayiniyle her ayın ilk cuması düzenlenen kısacık bir Kudas Ayini’nden başka neydi ki!
Oysa kendisi her cumartesi sinagogda saatlerce oturmak, her şeye karşın yaşlı ve iyi bir insan olan babasını gücendirmemek için esnemelerini bastırmak, haham efendinin tek bir sözcüğünü bile anlamadığı vaazını ilgiyle dinliyor görünmek zorundaydı. Babasına Tanrı’ya inanmaktan çoktan vazgeçtiğini, “Seçilmiş Halktan” biri olmayı zerre kadar iplemediğini söyleyecek olsaydı, zavallı Don Salómon’un yüreğine inebilirdi. Don Salómon’u, Saúl’la tanıştıktan kısa bir süre sonra bir pazar günü tanıdım. Saúl öğle yemeğine çağırmıştı. Colegio La Salle’nin arkasına düşen Breña’da, Arica Caddesi’ne çıkan iç karartıcı yan sokaklardan birinde oturuyorlardı. Eski eşyalardan geçilmeyen, dar, uzun bir evdi. Adıyla soyadı Kafka’dan esinlenilmiş, konuşan bir papağanları vardı; “Mascarita! Mascarita!” diye Saúl’un takma adını yineleyip duruyordu. Baba oğul yalnız yaşıyorlardı; Talara’dan onlarla birlikte gelmiş olan hizmetçi kadın yemeklerini pişirmekle kalmıyor, Don Salómon’un Lima’da açtığı bakkal dükkânına da el veriyordu. “Dükkânının pencere kafesinde altı köşeli yıldız var, arkadaşım. Adı da La Estrella; hani Hz. Davud’un yıldızı vardır ya! Çakozluyor musun?” Mascarita’nın babasına gösterdiği sevgi ve bağlılık karşısında duygulanmıştım. Kamburu çıkmış, seyrek sakallı bir adam olan Don Salómon ayak kemiklerindeki iltihaplanma yüzünden, Eski Romalıların sandaletlerini andıran iri, hantal pabuçlarla ayaklarını sürüyerek yürüyebiliyordu.
Bana anlattıklarına bakılırsa, yirmi yıldan fazla bir zamandır Peru’daydı, ama İspanyolcasında hâlâ Rus ya da Polonya ağzı baskındı. Sevimli, şeytan gibi bir ihtiyardı. “Küçükken bir sirkte cambaz olmak isterdim hep. Heyhat! Ola ola bakkal oldum sonunda. Ne kadar büyük bir sükûtu hayale uğradım, tahmin edemezsiniz!” Saúl tek çocuğu muydu? Evet, tek evladıydı. Peki, ya Mascarita’nın annesi? Lima’ya taşındıklarından iki yıl sonra ölmüştü. Hay Allah, ama annen şu fotoğrafta çok genç görünüyor, Saúl. Evet, çok gençti.
Annesinin ölümü Mascarita’yı hiç kuşkusuz çok üzmüştü, ama başka bir hayata kavuşması annesi için iyi olmuştu belki de. Zavallı anneciği Lima’da mutluluğu bir türlü yakalayamamıştı. Yaklaşmamı işaret etti, sesini alçalttı (oysa böyle bir önleme hiç gerek yoktu; Don Salómon yemek odasındaki salıncaklı sandalyede mışıl mışıl uyuyordu, bizse Saúl’un odasındaydık): “Annem Talaralı bir Kreol’dü; peder bey bu ülkeye göçmen olarak geldikten kısa bir süre sonra aralarında aganigi maganigi başlamış. Anlaşılan, ben doğana kadar nikâh kıymamış vald’anıma. Ben doğar doğmaz dünyaevine girmişler. Bir Yahudi’nin bir Hıristiyan’la, bizim goy dediğimiz biriyle evlenmesi ne demektir, bilir misin? Aklın basmaz senin bu işe!
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMasalcı
- Sayfa Sayısı256
- YazarMario Vargas Llosa
- ISBN9789750751851
- Boyutlar, Kapak, Karton kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dünyamın Merkezi ~ Andreas Steinhöfel
Dünyamın Merkezi
Andreas Steinhöfel
Hikâyelerin başladığı ve bittiği yerde, dünyamın merkezindeyim! Ödüllü eserlerinden tanıdığımız Andreas Steinhöfel’in kaleminden çıkan Dünyamın Merkezi, bir delikanlının yetişkin ve olgun bir bireye dönüşme sürecini ele...
- Augie March’ın Maceraları ~ Saul Bellow
Augie March’ın Maceraları
Saul Bellow
Nobel Edebiyat Ödüllü Saul Bellow’un yazarlık hayatında bir zirve, bir dönüm noktası olan Augie March’ın Maceraları unutulmaz bir zihinsel ve ruhsal enerji romanı. Genç...
- Başlangıç ~ Dan Brown
Başlangıç
Dan Brown
Kim olursan ol, neye inanırsan inan, Çok yakında her şey değişecek… Genç adam, aniden üç büyük dinin temsilcilerine döndü. “Şaşırtıcı bulacağınızı tahmin ettiğim bilimsel...