Yıl 1825. Rusya on yıldır barış içinde, Bonaparte çoktan ölmüş, istila tehlikesi kalkmış. Albay Aleksey İvanoviç hâlâ Çar I. Aleksandr’ı korumakla görevli ama korkacak bir şey yok. Fransızlar yenilmiş, Aleksey’in bir zamanlar önce omuz omuza, sonra karşı karşıya savaştığı o on iki canavar yaratık yok.
Ne var ki Çar hiçbir zaman huzura erişemeyeceğini biliyor. Ordusunun içindeki ayaklanma hazırlıklarından haberi var; ama gerçek korkusu çok daha korkunç bir şeyden, kendisinin, ailesinin ve ülkesinin üzerine çöken bir lanetten kaynaklanıyor.
Aleksandr, çok eskiden verilmiş bir sözü unutamıyor: kanla mühürlenmiş ve yüz yıl önce yerine getirilmemiş bir söz. Şimdi Romanov hıyanetinin kurbanı, kendisine ait olan şeyi istemek için geri döndü. Bunu öğrenmek Aleksandr’ın kanını donduruyor. Aleksey’e gelince, bir zamanlar değer verdiği, sevdiği her şeyi tehdit etmiş olan kötülük on üç yıl sonra sanki geri gelmiş gibi.
Gerçek olaylarla fantezinin, dehşetle aşkın birlikte örüldüğü başdöndürücü bir tempo…
“Tarihî roman ile kara fanteziyi inanılmaz bir tempoda bütünleştiren bir roman.”
The Times
“Tolstoy’un ya da Pasternak’ın soyundan bir yazarın biraz da Dracula’nın yaratıcısı Stoker’la akrabalığından kaynaklanan müthiş bir fantezi.”
Yazarın notu
Mesafeler: Verst, bir Rus uzaklık birimidir. Bir kilometreden biraz daha uzundur. (1,0668 km)
Tarihler: XIX. yüzyıl boyunca, Ruslar tarihlerini, eski Jülyen takvimini esas alarak yazmışlardır. Jülyen takvimi 1825 yılında, Batı Avrupa’da kullanılan Gregoryen takviminin on iki gün gerisinden gelmekteydi. Metinde geçen tüm tarihler, Rusların kullanım şekliyle verilmiştir. Örneğin Dekabrist Ayaklanması, Batılı tarih kitaplarında 26 Aralık olarak geçerken kitapta 14 Aralık şeklinde verilmiştir.
Adlar: Romandaki adlar, Rus alfabesindeki okunuşuna göre Latin alfabesine çevrilmiştir. Tarihî kişilerin adları, aynı kişileri Batı’daki yaygın adlarıyla tanıyanlara yabancı gelebilir. Bu farklı lığı şöyle örnekleyebiliriz:
Pyotr Alekseyeviç – Çar (Büyük) I. Petro
Yekaterina Alekseyevna – Çariçe (Büyük) II. Katerina
Pavel Pyetroviç – Çar I. Pavel
Aleksandr Pavloviç – Çar I. Aleksandr
Nikolay Pavloviç – Çar I. Nikola
Aleksandr Nikolayeviç – Çar II. Aleksandr
Romen dili konusundaki yardımları için Mihai Ad sc litei’ye içtenlikle teşekkür ederim.
DEKABRİSTLER
14 Aralık 1825 (26 Aralık) günü –çoğunluğu asker olan–1 üç bin kişilik bir grup, Çar I. Nikola’nın tahta geçmesini protesto etmek amacıyla Sen Petersburg’un Senato Meydanı’nda toplandı. Bu ayaklanmanın kökeni, 1814 yılına, yani Nikola’nın selefi Aleksandr kumandasındaki Rus birliklerinin Fransızları Moskova’dan Fransa’ya kadar kovalayıp Paris’i işgal ettikleri tarihe kadar uzanı yordu. O tarihte karşılarına çıkan ülke, yenilgiye uğramış olması na karşın, Rus askerlerin çoğuna –en azından kendi ülkelerine kıyasla– bir özgürlük ve aydınlanma ütopyası gibi göründü. Tam da o süreçte bir zamanlar modern, yenilikçi olarak tanınıp sevilen Aleksandr, muhafazakâr politikaya yöneldi. Halkın buna karşı tavrı on yıl içinde kök saldı. Birbiri ardınca devrimci topluluklar kurulduysa da hiçbiri eyleme geçmedi. Aleksandr’ın başkentten bin mil uzaktaki Taganrog’da ölümü, kıvılcımı tutuşturdu. Aleksandr’ın kardeşlerinden hangisinin –Konstantin’in mi, Nikola’nın mı– tahta geçeceğinin belirlenememesinden kaynaklanan karga şa, devrimcilere ufak da olsa bir fırsat yarattı.
Ayaklanma derhal bastırıldı. Çarlığa sadık birlikler, doğrudan Çar’ın emriyle, isyancıların üzerine ateş açarak onları şehrin çeşitli yerlerine dağıttı. İsyancılardan pek çoğu öldürüldü, daha da çoğu tutuklandı. Liderlerden beşi asıldı, 284’ü ise Sibirya’ya sürüldü. O tarihten sonra Nikola onlardan hep, “Mes amis du quatorze” diye söz etti. Sürgünlerin –sağ kalabilmiş olanların– ancak Nikola’nın 1855’te ölümünden sonra batıya dönmesine izin verildi. Ayaklanmadan 100 yıl sonra 1925’te ilk Rus devriminin anı sına Senato Meydanı’na Dekabristler Meydanı adı verildi. 2008 Temmuzu’nda yeniden Senato Meydanı adına dönüldü.
PROLOG
Sen Petersburg – 1812
Metropolit konuştu:
Yüceler Yücesi’nin barınağında oturan, Her Şeye Gücü Yeten’in gölgesinde barınır.
“O benim sığınağım, kalemdir,” derim RAB için, “Tanrım”dır,
O’na güvenirim.”
Çünkü O seni avcı tuzağından, ölümcül hastalıktan kurtarır.
Seni kanatlarının altına alır, onların altına sığınırsın.
O’nun sadakati senin kalkanın, siperin olur.
Ne gecenin dehşetinden korkarsın, ne gündüz uçan oktan, ne karanlıkta dolaşan hastalıktan, ne de öğleyin yok
eden kırgından.
Yanında bin kişi, sağında on bin kişi kırılsa bile, sana
dokunmaz.”
Kilise birden bomboş göründü; ne gürültü vardı ne cemaat, hatta ne de metropolit. Aleksandr sadece sözcükleri algılıyordu, sözcükler çevresini saran sesler gibi değil, yaratıklar gibi – onu yapması gereken şeye ikna etmek için Tanrı’nın gönderdiği melekler gibi geliyordu ona. Yapması gereken şey de basitti: Tanrı’ya inanmak.
Metropolitin o sözleri söylemek için bugünü seçmiş olması, Tanrı’nın Kendi sözlerini Aleksandr’ın kavrayabileceğine güvenmediğini belirtiyordu. Aleksandr aynı sözleri dün de okumuştu, hem de bir rastlantıyla – ya da bunun kazara değil, önceden belirlenmiş bir işaret oldu ğunu şimdi kavrayabiliyordu. Aleksandr’ın eli çarpınca İncil yere düşmüş ve aynı metnin, 90. ayetin olduğu sayfa açılmıştı. Ayet üç işaretin sonuncusuydu. Aleksandr o zaman bile bunun anlamını kavrayarak okumuştu.
Ne karanlıkta dolaşan hastalıktan, ne de öğleyin yok eden kırgından.
“Öğleyin yok eden kırgın.” Bu sözlerden neyin meram edildiği çok açıktı: Bonaparte – Avrupa’nın tamamını kı rıp geçiren, şimdi de Rusya’yı mahvetmeyi kafasına koyan adam. Kafasına koymak mı? O Kremlin’i çoktan mesken tutmuştu bile.
“Karanlıkta dolaşan hastalık” daha farklı, Aleksandr’ın neredeyse unuttuğu, ama hiçbir zaman da belleğinden tamamen silemediği bir şeydi. O hastalığı, çocukluğunda büyükannesinden dinleyip öğrenmişti ve güçsüz babuş ka’larının anlattıklarına inanmayan öteki aydın torunlar gibi kuşkulanmamıştı duyduklarından. Yekaterina hiç güçsüz olmamıştı. Bir gezginin Romanov Hıyaneti’nin öcünü almaya geleceğini söylemişti; öyle biri de daha bir hafta önce gelmişti.
O, ikinci işaretti. Adam, adının Cain olduğunu söylemişti, oysa yalnızca bir başkasının özel görevle gönderdiği temsilciydi. O başkasının adını –Yekaterina’nın yıllarca önce torununa fısıldadığı adı– anması, Cain’in Aleksandr’la baş başa gö rüşme izni almasına yeterli olmuştu. Ülkesinin en karanlık günlerinde, Çar’ın bu yabancıya böylesine güvenmesi çevresindeki pek çok kişiyi dehşete düşürdü. Ne var ki, Aleksandr’ın görüşmeyi kabul etmesinin nedeni güven değil, korkuydu.
Oysa tıpkı büyükannesinin ona söylediği gibi, gerçekte Cain’den de onun efendisinden de korkmasını gerektiren önemli bir şey olmadığını sonradan keşfedecekti. Cain’in tek önerisi bir pazarlık yapmaktı – Rusya’yı Bonaparte’dan kurtarmaya söz veren bir pazarlık. Aleksandr da bu sözün yerine getirileceğinden hiç kuşku duymadı. Ancak, bunun bedeli fazlasıyla ağır olacaktı. Yekaterina’ nın gücü Aleksandr’ın içine akıyor, damarlarında dolaşıyordu ve belki de ülkesinin son umudu olan bu öneriye direnmek, başından defetmek Aleksandr’a kolay göründü.
Cain onun bu tavrını serinkanlılıkla karşıladı, ama Aleksandr’a, kabul etmeye daha yatkın olduğu koşullarda önerinin yineleneceğini söyledi. Ülkesinin yabancılar tarafından işgal edildiği bugünden de daha mı yatkın olacaktı? Bu pek akla yakın görünmüyordu, ama Aleksandr tıpkı babuşka’sının anlattıklarına kuşkuyla bakmadığı gibi, Cain’in sözlerinden de şüpheye düşmedi.
İlk işaret bir görüntüyle gelmişti. Aleksandr bir ziyaretçi bekliyordu, ama karşılaşmayı beklediği yüz Cain’inki değildi. Daha Bonaparte Moskova’ya varmadan çok önce, Aleksandr çalışma odasında yalnızken uyarılmıştı. O sefer çevresini bir başkasının gözleriyle ilk görüşü değildi, ama o güne kadar olan deneyimlerin en canlısıydı.
Görüntü elleriyle başladı. Gözü bir an ellerine ilişti ve o kadarcık bir bakış bile ellerinin artık kendi elleri olmadığını anlamasına yetti. Parmakları kalınlaşmış, kütleşmiş, kabalaşmıştı, tırnakları kirliydi; bu, Aleksandr’ın aklının almayacağı bir görüntüydü. Sonra yalnız olmadığını, dahası artık sarayda değil de, loş bir koridorda olduğunu fark etti. Yanında dört adam daha vardı, ama Aleksandr hâlâ gözlerini parmaklarından ayıramadığı için onlara dikkat etmedi. Adamlardan birinin elini tuttu ve belki de vedalaşmak üzere adamı yanaklarından öpmeden önce başını kaldırıp suratına baktı.
Dudaklarını yaklaştırdıkça, adamın sanki kötü bir kokuyu uzaklaştırmak için gerileyip dişlerini sıktığını fark etti. Aleksandr önce dilinde pas gibi metalik bir tat ve kötü bir koku aldı, kokunun kendi nefesinden gelip gelmediğini merak etti. Bir adım gerileyince adamın yüzünü ilk kez belirgin bir biçimde gördü.
Aleksandr’dan biraz daha gençti, otuzlu yaşların başlarında görünüyordu, sakalı bıyığı tıraşlıydı, mavi gözleri, favorileri yanaklarına kadar uzanan kahverengi saçları vardı. Çenesi köşeli ve kemikliydi. Çarpıcı bir farklılığı olmayan sıradan bir yüzdü, ama Aleksandr o yüzü hiç unutmayacaktı. Aleksandr adamın elini bırakıp geri çekildi ve yeniden kendi ellerine baktı. O zaman Yekaterina’nın onca yıl önce kendisini uyardığı şeyi gördü: gövdesi altından, gözleri zümrütten, çatallı, kırmızı dili olan ejder biçiminde bir yüzük. Ejderin kuyruğu ortaparmağına dolanmıştı. Aleksandr, büyükannesinin kulağına fısıldadığı adı, bir zamanlar büyükbabasına olduğu gibi, o anda da kendisinin dünyaya baktığı gözlerin sahibi olan adamın adını söyledi.
Ejder yüzüğüne dokunmak içini elini uzattı ama yü zük bir anda yok oluverdi. Parmakları yine eskisi gibi ince uzun oldu. Yeniden kendi sarayındaydı. Aleksandr gördüğü –ya da gördüğünü sandığı– şeyin ne olduğunu anladı; bir efendi, hizmetkârını göndermişti. O hizmetkârın gelmesi uzun sürmeyecekti. Ve o hizmetkâr geldi ama yüzü Aleksandr’ın o görüntüde karşılaştığı yüze benzemiyordu. Yanılmıştı ama bunun önemi yoktu. Cain’i başından defetmişti, şimdi doğru yaptığını kavrıyordu; çünkü ayet öyle yapmasını öğütlüyordu. Metropolit okumaya devam etti, ama Aleksandr artık onu dinlemiyordu. Metropolite kulak vermek yerine gözlerini kilisenin zeminine dikerek Tanrı’ya sessizce bir söz verdi. Şimdiye kadar nasıl biri idiyse, bundan sonra öyle olmayacaktı. Tanrı ona –Rusya’ya– yol gösterecekti ve Aleksandr, Rusya’yı Tanrı’nın istediği gibi bir ülke yapacaktı. Böylelikle Rusya, öğleyin yok eden kırgından ve karanlıkta dolaşan hastalıktan – gecenin dehşetinden kurtulacaktı.
Birkaç gün içinde iyi haber geldi. Bonaparte ve adamları –geriye ne kadarı kaldıysa hepsi– Moskova’yı terk etmiş ve batıya yollanmışlardı. Rus Ordusu, Rus kışının yardımıyla onların icabına bakardı. Ve Aleksandr, Tanrı’nın şiddetli bir kış getireceğini kesinlikle hissediyordu. Sağ elinin darbesiyle on bin kişiden fazlası kırılacaktı. Aleksandr’ın yok edilmekten korkmasına artık gerek kalmamıştı. Bundan böyle Tanrı’ya hizmetini yerine getirebilirdi. Hastalık konusuna gelince; Aleksandr hâlâ ondan korkuyor ve salgının başlamasını bekliyordu; ama bu Aleksandr’ın da, Rusya’nın da on üç yıl sonrasına kadar karşı laşmayacakları bir tehlikeydi.
Birinci bölüm
1
“Ancak o ölünce olur.”
Rıleyev kendi sözlerinden duyduğu coşkuyu da hoşnutsuzluğu da gizlemeden alçak sesle konuştu.
“Bu kişisel bir sorun olarak görülmemeli, mesele onun kim olduğu değil, ne olduğu,” diye sözünü sürdürdü. Bakışlarını odada gezdirerek hitap ettiği yaklaşık bir düzine adamın tepkilerini, zaten bildiği ve beklediği tepkileri tarttı. “O, çar.” Bu gereksiz bir açıklamaydı, ama Rıleyev’in önerdiği şeyin alçaklığını, habisliğini daha da çok pekiştiriyordu.
Odadakilerden bir kısmı çekimser bir kabullenmeyle başlarını salladı. Bazıları gözlerini kaçırdı. Bazıları da gözlerini liderlerinin gözlerine dikmeyi göze alarak onun planını gerçekleştirmeyi de göze aldıklarını gösterdiler.
Aleksey İvanoviç Danilov, gözlerini Rıleyev’den kaçırmayanlardan biriydi. Bakışları hiçbir şey belli etmiyordu – yıllardır süren aldatmaca, gözlerini ruhuna açılan pencere değil, ruhuna geçit vermeyen bariyere dönüştürmeyi öğretmişti ona. Zamanında arkasında hiç ruh olmayan gözlere bakmış, onlardan da ders almıştı. Rıleyev, onun tepkisini bakışından kestiremeyeceğini bilircesine Danilov’u uzun uzun süzdükten sonra ötekilere baktı. Hâlâ hiçbiri söyledikleri hakkında yorum yapmıyordu.
Rıleyev, “Çar olmak onu değiştirdi, kişiliğini değiştirdi,” diye devam etti. Arkadan bir ses, “Savaş yüzünden değişti,” dedi. “Hepimiz Fransa’ya gittik ve gerçek özgürlüğün ne olduğunu gördük. Aleksandr da gördü. Özgürlüğün kendisi için ne anlama geleceğini de gördü. Bundan korktu.” Bir başkası, “Korkması da gerekir,” dedi. “Korkacak.” Aleksandr, Pyotr Kahovski’nin1 sesini tanıdı. Pyotr, Petersburg’a daha yeni dönmüş, ama çok kısa zamanda Cemiyet’e katılmıştı. Aleksey, kendisinin odadakilerin hepsinden daha yaşlı olduğunu bir kez daha fark etti. Gerçi hepsi 1814’te Paris’in düşüşünü hatırlıyordu, çoğu 1812’de Napoléon’un Moskova’yı işgal ettiğini de anımsayabilirdi; ama bu onların ancak ilk savaşı olabilirdi. Oysa 1812’de Aleksey görmüş geçirmiş, yüreği çoktan katılaşmış bir savaşçıydı. Rıleyev’e dönerek, “Sorunu sen kendin ortaya koyuyorsun Kondratiy Fyodoroviç,” dedi. “Sorun onun kim olduğu değil, ne olduğu. Aleksandr’ı öldürebiliriz, ama Çar hâlâ yaşayacak. Serfler hâlâ kölelik edecek. Sansür hâlâ sürecek. Bir duma’mız2 olmayacak, sadece Çar Aleksandr’ın yerine Çar Konstantin olacak başımızda – ve bü tün kusurlarına, hatalarına rağmen hangisini tercih edeceğimi çok iyi biliyorum.”
Aleksey konuşurken bir yandan da bakışlarını bu eski, rahat salonda oturan dava arkadaşlarında gezdirerek, Aleksandr’ın yanlışlarından en çok hangisine karşı olduklarını merak ediyordu. Hiçbiri serf değildi – serflikle uzak yakın ilişkileri yoktu. Çoğunun yüzlerce adam çalıştırdıkları mülkleri vardı. Aralarında prensler olmakla birlikte…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıOn Üç Yıl Sonra
- Sayfa Sayısı584
- YazarJasper Kent
- ISBN9789750713347
- Boyutlar, Kapak14x20, Ciltsiz
- YayıneviCan Yayınları / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Otuzunda Kadın ~ Honore de Balzac
Otuzunda Kadın
Honore de Balzac
İLK YANLIŞLIKLAR 1813 yılının nisan ayı başlarıydı. Paris’in semaları bulutsuz, kaldırımları çamursuzdu. Paris’te böyle güzel görüntüler, ender de olsa görünürdü. Saatler öğleden öncesini gösteriyordu....
- Çiftçinin Savaşı – Altın Muhafızlar Serisi 3 ~ Elise Kova
Çiftçinin Savaşı – Altın Muhafızlar Serisi 3
Elise Kova
DÜŞMANLARLA DOLU BİR ORMAN KİŞİLİKLERİ TABAN TABANA ZIT İKİ ASKER ZORLUKLARLA SINANAN BEKLENMEDİK BİR DOSTLUK Craig’in hayatta istediği tek bir şey vardı: Meşhur Altın...
- İkiz Taçlar ~ Catherine Doyle, Katherine Webber
İkiz Taçlar
Catherine Doyle, Katherine Webber
İKİ KIZ KARDEŞ. BİR TAÇ. Wren Greenrock, bir gün kız kardeşinin saraydaki yerini elinden alacağını çok iyi biliyordu. Doğduğu andan itibaren, ailesinin katledildiği topraklara...