Katharina Volckmer’in ilk romanı Randevu 2020’de yayımlandı ve Almanya’da doğup büyümüş genç bir yazarın Hitler’e, Yahudilere ve soykırıma atıfta bulunan cüretkâr bir eser kaleme alması geniş kitleler tarafından ilgi ve tepkiyle karşılandı. Volckmer’in romanını Almanca değil, İngilizce yazması polemikleri tetikledikten sonra eserin Almanca çevirisi 2021’de okurlarla buluştu ve tepki uyandırmayı sürdürerek günümüz Alman genç kuşağının geçmişiyle kurduğu nevrotik ilişkiye de ışık tutmuş oldu.
Almanya’da doğmasına rağmen aile kökenlerinden ve vatanından kurtulmaya kararlı bir şekilde Londra’da yaşayan genç bir kadın, iç dünyasını Doktor Seligman’a açıp hayatını, arzularını ve kişiliğinin örtük noktalarını paylaşır. Bir akrabasının ölümünden sonra ortaya çıkan beklenmedik bir miras, sadece ailevi değil, toplumsal bağlamda da insanın geçmişindeki gölgelerden kolayca kurtulamayacağını gösterir.
Benliğimiz ve ötekilerimiz hakkında bir yüzleşme anlatısı olan Randevu, değişimin eşiğindeki bir kadının bilinç akışı…
“Ulusal kimlik ile cinsel kimliğin düğümü kara mizahla çözülüyor.” –The Guardian
“Tıpkı Çıplak Şölen gibi karanlık ve göz kamaştırıcı. Ayrıca büyüleyici bir güzelliği var.” –Ian McEwan
Sandalyesine oturup bu romanı yazdığım .
David Miller’ın anısına
*
Bu konuyu açmak için çok uygun bir zaman olmayabilir Doktor Seligman ama şimdi aklıma geldi, bir keresinde rüyamda Hitler olduğumu görmüştüm. Şimdi anlatırken bile utançtan yerin dibine giriyorum ama gerçekten Hitler’dim. Fanatik hayran kitleme yukarıdan bakıyor, balkonda nutuk veriyordum. Altımda tuhaf bir balon pantolon vardı, dudağımın üstündeki o minik bıyığı hissediyordum. Sesimle herkesi büyülerken sağ elim havada salınıyordu. Tam neden bahsettiğimi hatırlamıyorum. Galiba Mussolini’yi, saçma bir yayılma hayalimi anlatıyordum, ama neyse, önemli değil. Zaten faşizm kendi iyiliğini düşünen bir ideoloji olmaktan başka nedir ki? Anlamsız bir şey. Hem nihayetinde İtalyanlar bu konuda bizden daha önce davrandılar. Şu şehirde pasta* ya da espresso kelimelerine, her köşe başında dalgalanan o iğrenç bayrağa denk gelmeden yüz metre bile yürümek mümkün değil. Oysa sauerkraut kelimesine hiç denk gelmedim. Yemeklerimiz böyle kötüyken bin yıllık imparatorluğu geçmemiz mümkün değildi zaten. Bir şeyleri insanlara bir yere kadar dayatabilirsiniz. Bizim yemek dediğimiz şeyden ikinci bir tabağı önlerine koyduğumuz an kaçıp giderler. Zayıf yanımız da bu işte, yüce bir amaç uğruna değilse keyif alacak bir şey yaratmayız. Almancada keyif sözcüğü olmadığından değil – biz neşe ve heves dışında bir şey bilmeyiz. Çocukken o kadar çok kuru ekmek yeriz ki şöyle iyice bir yağ çekmeyi bile öğrenemeyiz. Bizim o yavan ekmekleri biliyorsunuzdur. Bitmek bilmeyen bir efsaneymiş gibi herkese ekmeğimizi anlatıp dururuz. Herhalde işlediğimiz günahların bedeli olarak Tanrı bizi böyle cezalandırdı. Burada satılan baget ekmek gibi insanı baştan çıkaran ya da yabanmersinli kek gibi yumuşak bir şey çıkmayacak o ülkeden. Zaten ülkeyi terk etme sebeplerimden biri de buydu, artık ekmek yalanına ortak olmak istemiyordum. Her neyse, şimdi olsa nefret suçu sayacağımız bir konuşma yapıyordum. Aşağıdan yükselen o haz dolu alkış sesleri gün gibi ortada olan kusurlarımın ufak bir telafisi olabilirdi ancak. Onca yıl dilimden düşürmediğim ideal ari ırkın yanından bile geçmediğimi bilmek içimi acıtıyordu. Evet, ayaklarım yan basmıyordu belki ama dünyadaki bütün ölü Yahudiler ve hatta sözde vejetaryenliğim bile Riefenstahl’ın o güzel fotoğraflarına layık olmama yetmezdi. Düzenbazın tekiydim sanki. Naylon saçlı çürük bir patatese benzediğimi kimse fark etmemiş miydi? O sabah uyandığımda duyduğum keder hâlâ içimde. Güneşin altında kusursuz altın rengini alan, vücudu Yunanlara benzeyen, yakışıklı, sarışın Alman çocuklar gibi olamayacağımı bildiğimdendi bu keder. Olmam gereken kişinin asla yanından bile geçemeyeceğimi bildiğim içindi.
Hitler’e acıdığımı söylemek istemem. Sırf bedeninden memnun değilsin diye veya tiksindiğin yanlarını sana anımsatıyorlar diye koskoca medeniyeti ortadan kaldırmak kabul edilebilir bir şey değil ama yine de bu rüya, Hitler’in özel hayatına merak duymama yol açtı. Gündelik hayatına… Dağınık saçlarıyla yataktan kalkıp odanın içinde terliklerini arayan pijamalı Führer’i hiç düşündünüz mü Doktor Seligman? Elbet mutsuz biri Hitler’in ev hâlini anlatan bir kitap yazmıştır ama ben yine de kendim hayal etmek istiyorum. Kitaplar bir şekilde işi sıkıcılaştırıyorlar. Svastikalı çarşafıyla takım pijamasını gözümde canlandırabiliyorum. Kahvaltı kâsesine kadar her şeyin üstünde svastika var. O kâseleri Polonya’dayken gittiğim, işkencecileri hatırlatsın diye yaptıkları eşyalarla dolu, dibinde svastika işaretli kâseler, tabaklar satan tuhaf antika dükkânlarından birinde görmüştüm. Sanki yeterince para biriktirirseniz parıl parıl, birbiriyle takım eşyalarla dolu yepyeni bir hayat satın alabileceğiniz sapkınca bir Barbie evreni gibiydi. Bir güzel yağlanmış Hitler oyuncağının parıldayan atlardan birine binip iyi Alman kadını alçak Yahudi’nin elinden kurtardıktan sonra batan güneşe doğru atını sürdüğü, böylece ırkın artık güvende olduğu televizyon reklamlarını bile hayal edebiliyorum. Yayın organları ne kadar iyi olursa olsun Naziler bu pazarlama imkânını fena ıskaladılar. Halbuki Alman çocukları LEGO’dan adına Freudenstadt dedikleri toplama kamplarını yaparken ne çok eğlenirlerdi. Kendi fırınlarınızı kurun, kendiniz tehcir edin, ha bir de elinizden geldiğince lebensraum işgal edin. Hatta yetişkin ürünleri bile üretilebilirdi: insan derisinden yapılma eldivenler, abajur başlıkları, bunlardan başka düşman saçından yapılma at şeklinde popo tıkaçları… Ama artık geçmiş olsun. Niyetim sizi rahatsız etmek değil Doktor Seligman –hele de başınız bacak aramdayken– ama sizce de soykırımın insanı tahrik eden bir yanı yok mu?
Geçen gün eve dönerken öyle sessiz sedasız gitmek istemeyen, bilakis, çağımızın umutsuzluk harbinde son bir hamleyle işten dönen insanlara günlerini göstermek isteyen biri trenin altına atladı. Ben de mecburen Londra’nın hakiki mobilyaları, tertemiz küvetleri olan, önceki nesillerin oturduğu muhitlerinden birine yolumu çevirdim. Yürüdüğüm muhitte çocukluğu sanki Fransız icadıymış gibi gösteren ışıltılı çocuk dükkânları, bahar en önce oraya geliyormuş izlenimi veren bahçeler vardı. En çok da koyu çiçekli manolyaları seviyorum, mora çalan renkleriyle ne kadar zarif görünüyorlar. Siz hiç gördünüz mü Doktor Seligman? İnsan o evlerin önüne çöp atmayı aklından bile geçirmez, orada en kaba mahlûklar bile kibarlaşırlar. Benim kapımın önündeyse herkes aklına eseni yapıyor. Sabah perdeyi açtığımda paslı dondurucudan kullanılmış makyaj çantasına, eski püskü oyuncağa kadar bir sürü şey buluyorum. Acaba kırık dökük eşyalarından memnun olacağımı düşünmelerine hangi yanım sebep oluyor? Az daha içimdeki aşağılanmışlık hissini açık edecek, artık kapımın önüne çöp atmasınlar diye not yazacaktım ki bu da yiyecek ya da temiz külot dilenmekle aynı şey sayılır. Birisi en temel insani yanlarınıza saygı duysun diye uğraştınız mı hiç? Saygı görerek sevişmekten ya da gerçek duygulardan bahsetmiyorum ama hiç değilse şöyle eğlenceli bir şeyler atsınlar. Sanki hiçbir prens penceremi görmesin, sonunda bütün hayallerim tilki sidiği koksun da doğa anayı nasıl katlettiğimizi anlatan belgesellerdeki plastiklere benzesin diye uğraşan kafadan kontak periler beni esir almışlar gibi. Atılan şeyler suçluluk ve tiksinti nesneleri hâline geliyorlar, geceleri belirsiz geleceğimi düşünerek uykuya dalmaya çalışıyorum. O yüzden şehirde paramın yetmediği o yerlere gitmeyi çoktandır bıraktım. Koca bir mercekle bütün başarısızlıklarıma bakmama neden oluyorlar, anne babamın hiçbir zaman bağışlamayacağı şeyleri anımsatıyorlar. Niye bacaklarımı doğru zamanda ayırmadım? Niye bedenime daha iyi bakmadım? Niye bahçesinde o koyu çiçekli manolyalar olan adamlardan biriyle evlenmedim? Şık kafelerde gamsız kedersiz oturan kadınlardan olabilirdim. Çikolata dükkânında yaşamak gibi bir şey olurdu Doktor Seligman. Galiba zenginler bu yüzden biri yan odada temiz çarşaflarını ütülerken öteki odada ısmarladıkları plastik siklerle sikişiyorlarmış gibi duruyorlar. Yine bu yüzden çocuklarının eli yüzü nispeten daha düzgün, çünkü çocukların masraflarını gerçekten karşılayabiliyorlar, çünkü çocuklar var olmaya hakları olduğunun bilincindeler. Üstün durumda olmak böyle bir şey herhalde. Sizce oraya gitmeyip de sizinle görüşmeye gelmem hata mıydı Doktor Seligman?
Ama şu an yapmak üzere olduğumuz şeyden korkmuyorum Doktor Seligman. Ne ölümden korkuyorum ne de başka bir şeyden. Size güvenebileceğimi, ölümün sessiz olduğunu biliyorum. Zaten bizi öldüren şeyler hiçbir zaman gürültü yapan, kusturan, bağırtan, ağlatan şeyler değildir. Bilakis, ilgi isteyen şeylerdir. Baharda kediler nasıl olursa öyle işte Doktor Seligman: Direnç göstermemizi isterler, gece uykumuzdan uyanıp hayıflanmalarımızın melodisini dinlemek isterler ama zararsızlardır. Ölüm ise içimizde büyüyen bir şeydir, sonunda patlar, doğal bir devridaim yapar ve en sonunda da nefes alması gereken her şeyi boğar. İrinleşen enfeksiyonlar fark edilmezler, kalpler kırıldıklarından bihaberdirler. Pornografik şiddet içeren o filmler, televizyon programları işte burada yanılıyorlar Doktor Seligman. İnsanlar genelde öyle öldürülmezler. O, zaten içimizdedir. Nasıl öleceksek ölelim kimsenin elinden bir şey gelmez. Belli bir yaştan sonra üzüp sikeceğimiz insanların hepsi zaten gezip tozuyorlar. Ama bana hep tuhaf gelmiştir. Yani hayatımızın aslında burada olması… Zaman algımız yüzünden düz bir bakış açısına sürükleniyoruz ama benim korkumun nedeni bu değil Doktor Seligman. Ölümümün sizin elinizden olmayacağını hissediyorum. Elleriniz yara izi bile bırakmayacak kadar hafifler.
Hani hiç âşık olmadım da değil Doktor Seligman. Beni pek iyi göremiyorsunuz, farkındayım ama beni o duygusuz, empatiden yoksun insanlardan biri sanmanızı istemem. Ama âşık olmak hep zor bir şeydi, çoğu insanın öngörebildiği şeyleri yaşamadım, çünkü aşkım hiçbir zaman gerçeklerimle örtüşmedi. Aşka dair tahayyüllerimi hiçbir aşkımda bulamadım. Çünkü K kelimeleri nasıl kullanacağını bilmezdi. Ben de çoğu zaman yalnız kalırdım, hatta öyle yalnız kalırdım ki geçen gün çok salakça bir şey yaptım. Daha da tuhaf görünmeme neden olacak bir şey… Hem de sırf kalbimin kırık olduğunu hatırladığım, o mektubu yazarsam kader aldığı kararların bir kısmından pişman olur diye düşündüğüm için. Tuhaflıklarımdan biri de kaderi şezlongda yatıp zavallı bir hayvanı seven, gönlünün eğlendirilmesini bekleyen yaygaracı, şişman bir tip olarak hayal etmem. Bir de onlarla iletişim kurabilmenin mutlaka bir yolu olduğunu, şöyle güzel bir küpe takınca ya da sıradaki trene binmeyince kararlarını bir şekilde etkileyebileceğimi düşünürüm. Veya intihar etmek için aşırı özel bir yöntem bulmak da olabilir. Böylece kimsenin düşüncelerimi duymadığını ve hayatımın büyük kısmının karanlık bir boşlukta geçtiğini düşünüyorum. Sağ bacağımla mı yoksa sol bacağımla mı kalktığımın önemi yok, daha iyi işleyen bir mekanizma yok, pekâlâ bacağımı kesebilirim ya da diş fırçama asit sürebilirim. Bunları biliyorum. Şezlongdaki kişi tepki bile vermez, hiç kıymeti olmayan yoluma gönderir beni. Hatta adımı bile hatırlamazlar. Bazen zavallı hayvanlarına üzüm ikram ettiklerini duyuyorum da bu çirkin insan derisiyle doğduğuma bin pişman oluyorum. Birinin evcil hayvanı olduğunuzu düşünsenize Doktor Seligman. Nasıl da karşılıksız sevgi görürdünüz. Sizin için her şeyi yaparlardı. Paraları yetmese bile kışın radyatörü yakarlardı, en sevdikleri ayakkabılarına kustuğunuzda yüzlerinde tebessümle ayakkabıları temizlerlerdi. Sonra artık bir gün dayanamayacak hâle geldiğinizde yola atlar, gözlerinin önünde arabanın altında ezilir, zavallı, minik kalplerini kırardınız. Ama en azından arkanızda bir şey bırakmamış olurdunuz. Ha, belki bir tasma, bir de sizi sevgiyle sardıkları birkaç battaniye kalırdı ama en azından bu kalanlar da bahçenin bir köşesinde yakılıverilecek şeyler olurdu. Miras da kalmazdı. Çocukların yalnız geçen geceler ve hiçbir amacı olmayan yürüyüşler dışında halletmeleri gereken bir şey de kalmazdı. Ne benim ne de ailemin durumuna düşerlerdi Doktor Seligman. Büyükbabam ölünce aslında bizim için yabancının teki olan yaşlı bir adamın mirasını bölüşme kavgasına girdik. Geçen hafta annemi cenazede gördüm, nasıl üzgündü. Sadece benim hâlim yüzünden değil tabii.
Ama az kalsın Bay Şimada’ya o mektubu yazacaktım. Evet, farkındayım, insan seks oyuncaklarına bağımlı olabilir. Bedavadan yaşanılan orgazmların sayısı sıklaşınca insan hissizleşir, gerçek ilişkiler anlamsızlaşır ama ben her zaman bir mektup arkadaşım olsun istemişimdir Doktor Seligman. Çocukken reklamlardakilere mektup yazardım ama bir kere bile cevaplayan olmadı. Alman ufaklıkları o zaman bile bende tuhaf bir şeylerin …
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıRandevu
- Sayfa Sayısı88
- YazarKatharina Volckmer
- ISBN9786052652107
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Düzelti ~ Thomas Bernhard
Düzelti
Thomas Bernhard
Bernhard DÜZELTİ romanında, Avusturyalı çağdaş felsefeci Ludwig Wittgenstein’ın yaşamından bir kesiti esas alarak Roithamer karakteri odağında düş gücüyle genişletir. –Ludwig Wittgenstein 1920’li yıllarda Viyana’da...
- Ulysses ~ James Joyce
Ulysses
James Joyce
Joyce, 1904’te Nora Barnacle adında bir genç kadınla tanışmıştı. (Nora Barnacle ile 1931’de, evliliğe karşı olmasına rağmen, kızının ısrarları üzerine evlendi.) Ulysses, Joyce’un kendi...
- Değiş Tokuş ~ Beth O’leary
Değiş Tokuş
Beth O’leary
Eileen yaşlılığın götürdüklerinden, Leena gençliğin getirdiklerinden bıkmıştı… Belki de yer değiştirmenin tam zamanıydı. Londra’daki kariyerine kendini fazlasıyla kaptırmış Leena, zorunlu olarak izne çıkarılınca, kafasını...