Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Sazın Teli Koptu
Sazın Teli Koptu

Sazın Teli Koptu

Zülfü Livaneli

Bir sürgün ve dostluk hikâyesi… 1970’li yılların Ankara’sında başlayan, araya giren sürgün yıllarıyla pekişen, gücü asla eksilmeyen bir dostluk: Zülfü Livaneli’yle Erdal Öz’ün dostluğu….

Bir sürgün ve dostluk hikâyesi…

1970’li yılların Ankara’sında başlayan, araya giren sürgün yıllarıyla pekişen, gücü asla eksilmeyen bir dostluk: Zülfü Livaneli’yle Erdal Öz’ün dostluğu. Edebiyat tutkusunu paylaşan iki gençten biri dünya çapında bir müzisyene evrilirken, diğeri Türkiye’nin en önemli yayıncılarından biri haline geliyor; badireler atlatıyorlar, yalnız kalıyorlar ama asla yılmıyorlar. Yıllar içinde de eşine az rastlanır bir dayanışmanın mimarları oluyorlar.

Sazın Teli Koptu, Livaneli-Öz dostluğunun anılarla, mektuplarla, söyleşilerle, yazılarla kurulmuş hikâyesi olduğu kadar, Türkiye ve Avrupa için bir dönem panoraması da sunuyor.

Livaneli’den Öz’e

Stockholm, 20 Şubat 1974

Dostum merhaba,

Uzun zaman geçti aradan. Sonunda şöyle bir merhaba diyebildik uzaktan da olsa. Bugüne dek çok istediğim halde, senin adına düşünmem, yazmaktan alıkoymuştu beni. Kasım’da bir İsveç radyo ekibiyle haber göndermiştim, fakat bulamamışlar seni. Kitabını ve gazeteyi alınca sözlerle açıklayamayacağım dostça bir sıcaklık içimi ısıttı. Acılar ve suskunluklar içinde kesildi görüşmemiz. Şimdi bu aradan sonra seni ününün ve işinin doruğunda selamlamak ne güzel şey. Keşke hayat hep böyle heyecanlar ve sevinçlerle dolu olsa. Gazetede romanını okuyorum.Parça Parça okumak bir azap oluyor benim için. Ne koşullarda oluştuğunu biliyorum yapıtının; açıklamak zorundayım ki geciktireceksin, yapmaya fırsat bulamayacaksın diye korkuyordum.

Çünkü senin sorumluluğun büyüktü bu yazma işinde. Hani eskimiş kutsal kitaplarda söylendiği gibi: Bu iş sana açıklandı ve sana verildi, görevini en iyi biçimde yerine getirdiğinin tanığıyız. Yıllar boyu cins romanlarda bir şey arıyordum. İnsanın, insan oluşu, tek başınalığı ile “çok başına” yani toplumsal oluşu. Bu ancak bireyin, bir izdüşümü gibi, topluluğun ortak davranışının belkemiği gibi ele alınmasıyla gerçekleşebilirdi. Sonunda bunun çözümünü, 19’uncu yüzyıl roman geleneğiyle Brecht estetiğinin sentezinde bulmuştum.

Aynı işi bilinçle başardığını görmek felaket etkiledi beni. Evet, Nuri, hem Nuri’dir, hem Nuri değildir. Bir roman kişisine bu tekil ve çoğulu yüklemek, Nurileri hem olanca zayıflığı ve kanlı canlılığıyla anlatmak, hem de toplumsal bir mozaiğin kum taneleri gibi göstermek ustalık işi. Diyalektik bir çözüm işi. Bu konuda daha çok yazmak için romanın tümünü okumayı ve heyecanlarımın durulmasını bekleyeceğim. Burası İsveç diye bir yer. Çoğu zaman burada ne işim olduğunu, bu topluluğun, bu dilin benimle ne ilgisi olduğunu düşünüp duruyorum. Saksıya dikilmiş gibi, iğretiyim burada. Oysa bana tanınan olanaklar çok geniş ve rahat. Radyoya, TV’ye, tiyatrolara müzik yapıyorum. Bir-iki aya kadar büyük bir firma bir long-play’imi yayınlıyor. Birlikte çaldığım çok iyi bir İsveçli grubum var. Yeni ve olumlu bir stil ortaya çıkardığımızı sanıyorum. Gelecek hafta ağıtlar kaset olarak yayınlanıyor. Bütün bunlar beni sevindirmiyor inan ki. Bu işlerin onda birine razıyım, tek memlekette olsun. Yeri gelmişken söyleyeyim, cumartesi günü radyoda senin bir öykünü okuyacağım. Ayrıca kitaplarının burada basılmasını sağlayabilirim sanıyorum. Yalnız bunun için önce İngilizceye çevrilmesi gerekli. İngilizceden İsveççeye çevrilebilir. Çünkü bu işi kıvırabilecek kadar İsveççe ve Türkçe bilen yok. Bana kitaplarının İngilizcesini gönderebilirsen yayımlatmaya çalışırım. İlişkide olduğum birkaç iyi yayınevi var.

Çürüyen köhne ve sahte hümanist edebiyatları, sağlam ve namuslu bir yapıt görsün. Eh, dostum, işte böyle… Bir solukta söyleyebildiklerim bunlar. Kaç bin kilometre uzaktan yüreğimi coşturdun. Zaten burada memlekete dönük bir radar gibi yaşıyorum. Gelen dergiler, gazeteler, kitaplar, mektuplar, çatlak toprağa dökülen su gibi. Bir de radyodan canhıraş sesler arasında Türkiye’yi çekmeye çalışıyoruz. Ne azap, bilemezsin. Unutmadan söyleyeyim, yeni çıktığımda, en berbat zamanımda, bizim Norveçli gazeteciyi gördüm Oslo’da. Misafir etti beni. Senin öykülerini Karabuda’ya gönderdiğini söyledi. Sonra Güneş’le konuştuğumda anladım ki hiçbir şey yapamamış, böylece senin öyküler güme gitmiş. Burada saz elimden düşmüyor. Trubadur oraya, trubadur buraya, Theodorakis’in gecesinden, İranlıların açlık grevine, Şili gösterisinden Küba yıldönümü toplantısına dolaştırıp duruyorlar. Benim için yepyeni bir dönem. Aylin, İsveç okuluna gidiyor. Dil sorununu çözdü. Ülker de İsveççe kurslarında. Senem’e, Ülkü’ye ve sana çok selamları var.

Onurla kucaklarım seni. Hoşça kal…

Not: İstediğiniz herhangi bir şey olursa yaz.

Kosta Gavras’ın yeni filmi Sıkıyönetim, senin Yaralısın’da anlattığın şeylere değinmiş.

Livaneli

Erdal’a yazdığım ilk mektubumun tarihi Şubat 1974, Stockholm’den yazmışım. Erdal’ın yeni romanı tefrika edilmiş Cumhuriyet gazetesinde, onu okumuşum. Bu dönemi anlatacağım. 1972-73’te üç kez hapse girdim çıktım. Denizler asıldı. Daha sonra başka davalardan da yargılıyor, bırakıyor, sonra tekrar alıyorlardı. Bir süre sonra hapisteki Vasıf Öngören’den bir mesaj geldi: “Zülfü’yü yine alacaklar,” diyordu. Bu sefer yaşatmayacaklar diye düşünüyordum. O sorgu/işkence merkezine tekrar gitmeyi aklım almıyordu. 1973’te unutulmaz dostum Onat Kutlar’ın, zor durumdaki devrimcilere destek için temin ettiği bir sahte pasaportla trene atlayıp yurtdışına çıktım; Bulgaristan ve Yugoslavya üzerinden Almanya’ya gittim, önce Münih, oradan Hamburg; sonra da Oslo’da yaşayan Dr. Gencay Gürsoy’a ulaştım, o da beni Stockholm’e, İlhan Koman’a gönderdi. İlhan Koman Hulda adlı gemisinde yaşardı, çok eski bir gemiydi, Stockholm’ün biraz dışına doğru bir yerde demirliydi; kıyıda kayalıklar, kayalıkların içinde de mağara gibi bir oyuk vardı. Orada heykellerini yapardı. 12 Mart’tan kaçan deniz subayları gelmişti, canını kurtaran oraya geliyordu; imeceyle yaşıyorduk, gemiyi temizliyorduk, öğlenleri spagetti yapıyorduk. Bir sürgün yaşamı.

İsveç’teyken polise gidip iltica başvurusu yaptım, mülteci statüsü alırsam daha rahat edeceğimi düşündüm. Benimle ilgilenen polis adımı sordu, “Ömer Zülfü Livaneli,” dedim, o da Uluslararası Af Örgütü’nün yayınından adımı buldu, hapse girmiş olduğumu gördü. “Peki bana Ömer Zülfü Livaneli olduğunuzu kanıtlayın,” dedi. Nasıl kanıtlayayım? Üstümde kimlik yok, kendi pasaportum yok. O zaman polis beni hapsetmeleri gerektiğini söyledi. “Türkiye’de Livaneli olduğum için hapsedildim, burada da Livaneli olmadığım için mi hapsedeceksiniz?” dedim. Tam bir Kafka hikâyesi. Resimlerimi çektiler. Bu resimler 1994 yılında Ertuğrul Özkök’ün başında olduğu Hürriyet gazetesinin manşetinden yayımlanarak, beni terörist gibi gösterdi. Yerel seçime bir hafta kala, beni yok etme koalisyonunun bir kara çalma eylemiydi bu ve etkili oldu. Kafaları bulandırdı. Zaten aynı günlerde TV’ler de Adnan Oktar organizasyonuyla Atina’da bayrak yaktığım iftirasını yayıyordu. Başka ülkelerde cuntalara direnmiş olmak bir övgü nedeniyken, bizde yıllar sonra bile suçlu ilan ediyorlardı. O dönemde sosyal medya olmadığı için hiçbir iftiraya karşı işin aslını anlatamıyorduk. Korkunç bir boğma hareketiydi. Çünkü siyasete sistem dışından birisinin girmesini istemiyorlardı.

Livaneli’den Öz’e

Stockholm, 1 Nisan 1975 

Sevgili Erdal, 

Mektubunu, hikâyeni ve Mehmet’in (Sönmez) kartlarını İsviçre dönüşü aldım. Sağ ol. Önce şunu söyleyeyim: Bana göre ilk hikâye olarak “Güvercin”in yayımlanması daha iyi. “Çoraplar” hikâyesini de çok beğendim. Çok yalın, duru, edebiyatın orta malı olmuş yavelerden sıyrılmış bir hikâye. Ama Türkiye’nin geçirdiği dönemi bilmeyen, koşulları kavrayamayacak olan Avrupalı okura “Güvercin” gibi insan dramının en keskin, en yoğun noktalarından birini ortaya koyan bir hikâyenin daha iyi sesleneceğini düşünüyorum. Her neyse… Biz şimdilik “Güvercin”le işe başlayalım. Gerisi zaten gelir. Asıl zorluk çeviride, biliyorsun. Türkçeden İsveççeye çeviri yapabilecek çok az adam var. Güneşler de çeviri yapmıyorlar. Şimdi senin hikâyeyi Macar asıllı bir İsveçli arkadaş çeviriyor;

Türkçe bilen bir arkadaş. Adı Gabor. Daha sonra Barbro’nun (Karabuda) denetiminden geçecek. Plak için söylediklerine çok teşekkürler. Ama biliyorsun, benim bu işte bir “iddia”m yok. Laf olsun diye gidiyor. Daha doğrusu Avrupa’da böyle bir görev belirdi. Kendiliğinden oldu. Yoksa bu işi yapacak ve yürütecek nitelikler yok bende. Bir kere Türkiye’deki müzik sorununun çözülmesi gerekir. En başta yapılacak iş bu. Eğer, otantik halk müziğiyse amaç, bu işi bizlerden çok daha iyi yapacak olanlar var. Bizimki, köylü âşıkların yanında taklit gibi kalır. Eğer çoksesli müzikse, onun yapılması için de oturup enine boyuna bilinçli olarak müzikle uğraşmak gerekir. Şimdilik çok şükür hiç bu işlere kalkışan yok Türkiye’de. Kimi gitarla tutturmuş, kimi sazla… üç-beş tane de ben sallarım olur biter diyor. Bütün bu müzik sorunlarını çözerek bir yere ulaşmak ise beni aşıyor. Kıvıramam. Avrupa’da epeyce halk müziği grupları dinledim.

Latin Amerika, Balkan vb. O zaman daha iyi gördüm ki halk sanatları çoğul bir yapıya dayanıyor. Bireysel bir halk sanatı olamıyor. Yaratılış ânında böyle olduğu gibi icra ânında o çoğul, o hep birlikte havayı vermek gerekiyor. Bizim Alevi türkülerini düşün. O nefeslerde bizi heyecanlandıran, zıplatan şey, o türkülerin semah ya da cem sırasında toplu olarak yapılmış olması. Yani aşiret düzeninin insana bakışı: hep birlikte üretim, hep birlikte sanat, hep birlikte eğlenme. Birbirinden ayrılmayan öğeler. Bu yüzden Allah, Muhammed, Ali de dese, o nefesler çarpıyor bizi; karşılığını buluyor. Otuz kişilik bir Romen grubu, ya da Şili topluluğu, hiç kasılmadan, ses gösterisi, ya da “artistik” numara yapmadan, kendi halk müziğini söylediğinde, Türkiye’de müziğin ele alınışının ne kadar yanlış olduğunu bir kez daha görüyorsun; o benzersiz müzik kaynağımıza rağmen… Senin Türkiye’deki aydınlar için anlattığın şeyler aynen yurtdışı için de geçerli.

Hele dışarda, toplumsal baskı ve kendi çevresinden etkilenme de kalktığı için tam 19’uncu yüzyıl nihilistlerine benziyorlar. Herkes kendi zavallılığını saldırıyla örtmeye çalışıyor. Ve inan, Avrupa’da, aydınıyla, işçisiyle Türkler kadar birbirine düşmüş ulus yok. Bir kör dövüşüdür sürüp gidiyor. Ne olacak bu işin sonu bilmiyorum. Türkiye’den gelen dergilere, gazetelere sarılıyorum. Hep eski hava. Kişisel çekişmeler, ihtiraslar, ağız dalaşları, sonradan parti diye karşına çıkıyor. Tartışma düzeyinin bu kadar düşmesi de üzücü. “O masa çaldı”, “Bu sandalye çaldı” diye yazılar okudum Avrupa’da da iki kırık dergi çıkarabilen, teksir edebilen arkadaşlar mutlu oluyorlar. O iki yaprağın çevresinde fırtınalar kopuyor: ideolojik tartışmalar, adam harcamalar, taktikler…

Açıkçası bütün bunlardan uzak durmaya çabalıyorum. Çünkü bu dönemde, halkın ölüm kalım uğraşına girdiği günlerde böyle küçük grupçuklarda dünyaya ve Türkiye’ye sırtını dönüp oyun oynamak, provokasyon gibi geliyor. Senin de tavrının bu olduğunu sanıyorum. Nisan içinde bir arkadaş Türkiye’ye dönüyor. Sana da uğrayacak. Yanında epeyce çocuk kitabı getirecek. Ayrıca kendisi de İsveççeden çok iyi çeviriler yapabilir. İranlı Samed Behrengi’nin bir çocuk kitabı var: Küçük Kara Balık İtalya’daki bir yarışmada dünya çocuk kitapları birincisi oldu. Küçük bir balık, nehrin sonuna gitmek istiyor. Ailesi, büyükleri, gelenekleri çıkarıyorlar karşısına.

Gidilmez, diyorlar. Küçük Kara Balık, yasakları yıkıp gidiyor. Böyle bir konu. Kitap hemen hemen bütün dillere çevrildi. Devrimci gözüpekliğin ve direncin simgesi olarak karşılandı her yerde. Sanırım bu kitaptan haberin vardır. Belki yayın listene bile almışsındır. Ama eğer listede yoksa ve ilgini çekerse daha geniş bir özet de yollayabilirim. Farsçadan Türkçeye çevirecek arkadaş da var burada. Kitabın yazarını İran’da öldürdüler. İstediğin paketi göndermiştim.

Umarım eline ulaşmıştır. Yakında görüşmek umuduyla sana, Mehmet’e, Oğuz’a ve bütün arkadaşlara çokça selam ve saygı… Ülkü’ye ve Senem’e de özellikle selamlarımızı söyle. Ayrıca Ülker, Aylin, Güneşler ve Abdiler de selam ediyor. Not: Biliyorsun, burada kitap güçlüğümüz var. Kitap bulmak çok zor. Sen bana okunmaya değer kitapları arada sırada postalayabilir misin? Posta masrafıyla birlikte tutarını gönderirim sana. Daha da iyisi 100 kron göndereyim. Bittikçe yeniden gönderirim. Bu “angarya”yı yüklenip yüklenemeyeceğini bildirirsen çok sevinirim. Çünkü senden başka kitapları seçebileceğine ve baştan savmayacağına inandığım kimsem yok.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Serenad ~ Zülfü LivaneliSerenad

    Serenad

    Zülfü Livaneli

    Her şey, 2001 yılının Şubat ayında soğuk bir gün, İstanbul Üniversitesi’nde halkla ilişkiler görevini yürüten Maya Duran’ın (36) ABD’den gelen Alman asıllı Profesör Maximilian...

  2. İyiliği Düşünmek ~ Zülfü Livaneli, Ayla Gökselİyiliği Düşünmek

    İyiliği Düşünmek

    Zülfü Livaneli, Ayla Göksel

    Ayla Göksel ve Zülfü Livaneli’nin, çok farklı anlamlarda kullandığımız “iyiliğin” yeniden ele alınması, konuşulması, hayatın her alanında kalıcı olması fikrinden yola çıkarak derledikleri İyiliği...

  3. Kaplanın Sırtında ~ Zülfü LivaneliKaplanın Sırtında

    Kaplanın Sırtında

    Zülfü Livaneli

    “Mutlaka okuyun.” Müjdat Gezen “Olağanüstü ve ayrıksı bir roman.” Prof. Onur Bilge Kula “Soluk soluğa okunacak ve bir yazar kurgusu olamayacak kadar müthiş güzellikte…”...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur