Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Serçe Saati
Serçe Saati

Serçe Saati

Berat Demirci

Serçe Saati, Berat Demirci’nin dördüncü deneme kitabı… İlk kitabı olan Turna ve Gayda’nın, bilinçli ve entelektüel okur tarafından keşfinden sonra Berat Demirci, bir fenomen…

Serçe Saati, Berat Demirci’nin dördüncü deneme kitabı… İlk kitabı olan Turna ve Gayda’nın, bilinçli ve entelektüel okur tarafından keşfinden sonra Berat Demirci, bir fenomen haline geldi. Onun kitabını yakınlarda edinemediği için kilometrelerce mesafeyi kat eden insanlar bunun açık bir göstergesidir. Üniversitelerin yüksek lisans ve doktora bölümlerinde, Berat Demirci’nin kitaplarının inceleme ve tahlil konusu olması da onun entelektüel kesim tarafından her gün biraz daha keşfedilmekte olduğunu gösteriyor. Berat Demirci, ayrıntıların ne kadar önemli olduğunu okura gösteren bir kalem… “Hayatta küçük diye bir şey yoktur” sözünü, üslubu ile ortaya koyan bir usta… O, “Kütahya’nın Pınarları” türküsünden yola çıkıp öyle kaynaklar keşfeder ki okur hayret makamına ulaşır. Aşağıdaki ifadeler o kaynağın bir parçasıdır: “Tekmil kâinat akışır ama akmak çeşmenin gerçeği, başka varlıkların mecazıdır; akışmak da en çok ona yaraşır. Evinize en fazla kırk elli adım arayla üç çeşme varsa ve gecenin bir yerinde pencereyi araladığınızda ses sese katıp şakımalarını dinliyorsanız, ‘Kütahya’nın pınarları’ bütün mesafeleri aşar, gelir gönül şehrinize bağdaş kurar.” Berat Demirci, bazen bir şehirden yola çıkar, bazen bir yoldan şehre girer. Girdiği, geldiği o mekânı gönül gözüyle de gezer, süzer, eler. Şu ifadeler nasıl bir tespit ve inceliktir: “Şehir; kendi kendine yeterli olmanın, bağımsızlığın kalesidir. Kanaat ahlakı, fırınlardan bir keyif sigarası gibi kıvrıla kıvrıla dolanır sokakları. Buğdayın demire, kömüre, ipeğe, altına dönüşünün hikâyesi sokaklarında okunamıyorsa, orası ya artık kentleşme virüsü bütün azalarını sarmış ağır hasta bir şehir ya da hatırasına toprağın altında kalma şansı bile tanınmayan bir mevtadır.” Berat Demirci’nin dört yıl aradan sonra gelen bu dördüncü kitabı yine uzun süre okurların hafızasından silinmeyecek.

****

Gönlüm sürûru helallime ve gözüm nuru yavrularıma…

İçindekiler

Şe’nin İki Gözü İki Çeşme…………………………………………………………9

Taşfınn Kadınlan……………………………………………………………………21

Mendili Yudum Anttım……………………………………………………………37

Kelebeği Beslemek…………………………………………………………………51

Yâr Yatışı Nicedir……………………………………………………………………63

Kenarsüsü………………………………………………………………………………81

İğne ile Yazı Yazmak……………………………………………………………..103

Telefon Defterimdeki İsimler………………………………………………….113

Serçe Saati……………………………………………………………………………117

ŞENİN İKİ GÖZÜ İKİ ÇEŞME

Bir kelime bazen dil ülkesinin hududuna hisar dikecek muhtevaya sahiptir; bir Hisarlı Ahmet de çıkar onu müzik eşliğinde en muhkem surette kalplerimize inşa eder. “Kütahya’nın pınarları akışır.”1 dizesi, yüksek bir hakikatin halk irfanında tecellisinin en seçkin örneklerinden biridir. Akışmak kelimesi öyle yerinde kullanılmıştır ki, tabiatın bütün kılcal damarlarını tel tel titretir, şahdamarımızda karar kılar.

Türkünün yükseklerden seslenen muhteşem girizgâhı yerine, “Kütahya’nın pınarları akar!” desek, harc-ı âlem bir durum ifade etmiş oluruz. Sanat olağanın sınırını aşmaktır; ötesine ulaşmaktır. Çeşmenin olağan ritimle akması için pöhrenkler, suyun yatağı, bulutlar ve daha pek çok şeyin aynı istikamette hareket etmesi gerektir. Deniz ısınır buhar olur, buhar yükselir bulut olur, bulut soğukla karşılaşır yağmur olur; yağmur yere düşer ve oradan yeraltına sızarak birikir, sonunda bir yolunu bularak göze olur, insan eli değer çeşme olur. Çeşme, çeşme olana kadar önce denizle, buharla, sıcakla, soğukla, yeryüzüyle, yeraltıyla beraber; sonra da borularla, olukla, kurnalarla akışmıştır.

Çeşmenin kesilmesi olağandışı bir durumdur; pöhrenk tıkanmış, arzda minik bir kıpırtı yüzünden su yatağını değiştirmiş yahut rahmet yağmadığı için kaynak kurumuştur. Çeşmeyi çeşme yapan unsurlardan biri eksilse, akışma durur; çeşme susar. Bir tek çeşmenin oluğundan dökülen gümüş endamlı su, evrendeki akışmanın hülasasıdır.

Çeşmelerle akışmak

Tekmil kâinat akışır ama akmak çeşmenin gerçeği, başka varlıkların mecazıdır; akışmak da en çok ona yaraşır. Evinize en fazla kırk elli adım arayla üç çeşme varsa ve gecenin bir yerinde pencereyi araladığınızda ses sese katıp şakımalarını dinliyorsanız, “Kütahya’nın pınarları” bütün mesafeleri aşar, gelir gönül şehrinize bağdaş kurar.

Sağ çene başındaki çeşmenin kurunu2 yoktu, çevresi betonla ihata edilmişti ve bir ızgaradan geçerek doğrudan ayağa akardı. Suyunu değil ama sesini çok severdim, aslında sesi de bahane beni o çeşmenin önünden sıkça geçiren, sertçe suyunu istemeyerek içiren bir sebep vardı mutlaka; yaşlandım hatırlayamıyorum. Kışın el ayak çekildikten sonra, sokağın hafif meyilli olan sol tarafına teneke kutularla su döker, sabah çift perdahlı buzun üstünde kızak kayardık. Çoğul konuşuyorum, aslında kadınları fena halde kızdıran bu cürmün faili bildik bir çocuktu, şimdi onun da ismini çıkaramıyorum. Çeşme değil curcuna; suyu kireçli olduğu için kadınlar çul cicim yıkamak, dumandan bakır rengini kaybetmiş leğenleri, aşırmaları3 külle, perverle4 ovarak parlatmak için orayı tercih ederdi. Şamatadan çeşmenin sesini gündüz duymak mümkün değildi, geceleri alçak sesle konuşur gibi usul usul akardı. Dünyanın en sabırlı dervişleridir çeşmeler, çok şey bilir, çok şey dinlerler ama ketumdurlar; âlemdeki akış-maya dem tutarak yaşarlar.

Sol çene başını biraz geçip, başka bir sokağa girdiğinizde başka bir çeşme sizi karşılar. Suyu yakamozlar saçardı ve ılıktı, içmeye elverişli olmasına rağmen hammadde olarak kullanılmazdı; çay onda demini bulurdu. Bu çeşmeyle çok gerekmedikçe yüz yüze görüşmezdim ama özellikle geceleri taştan oyulmuş zarif kuruna gümüş gibi dökülen suyun şırıltısı, bir tür söyleşmekti benim için. Nazikti; su içmek için yanına vardığınızda sanki tepsiyle ikram eder gibi yumuşacık akardı, oluğu onun kadar eğilip su içmeye elverişli bir seviyede yapılmış başka bir çeşme tanımadım; kurunu da pek mevzundu, paçalarınıza tek damla su sıçramazdı. Güzelliği hep abidevi meydan çeşmelerinde arayan gözlerin, bu mütevazı ve ikamet mahallinde kendini adeta gizleyen çeşmeleri tanımalarını isterdim. Tanımalarını dedim, aslında tanışmalarını, tanışmaktan ileri halleşmelerini demeliydim. Hal bilmek yetmez halleşmek gerek…

Evimizin tam karşısındaki sokağa doğru bir otuz metre gidip sola dönüldüğünde “Hacı Mehmet”in çeşmesi çağıldar.

(Hacı Mehmet Efendi bir zamanlar su işleri müdürlüğü yapmış, celalli bir adamdı. Ben yaşlı halini biliyorum, standart küfürleri olan sert bir adamdı. Hacı birinci adı olmalıydı çünkü kapılarının yeşile boyandığı zamanı da hatırlıyorum. Eski belediyeciler hâlâ söyler, şehrin su şebekesini beyninde gezdirirmiş; bir yerlerde su kaçağı yahut tıkanma olduğunda tek müracaat mercii Hacı Mehmet’tir ve bugün dahi unutulmayan bir efsanedir. Zavallı işçiler su kaçağını bulamayınca, çekine çekine amirlerine bildirirler, o da söve söylene faytondan iner, deli deli bir iki gezindikten sonra ayağıyla bir yeri noktalayarak “Eşin!” emrini verir, sonucu beklemeden bir ayağı faytonun basamağında, alesta bekleyen faytoncuya “”Sür!” der ayrılırmış. Yanlış işaretine denk gelinmemiştir.)

İşte o zatın adıyla anılan çeşme…

Hacı Mehmet’in mahallesine armağanı ve evinin hayatının tam böğrüne içeri doğru gömülerek inşa edilmiş, oluğu pirinç, küçük kurnası taştandı. Sular oluktan derinden gelen bir inlemeyle çıkar, kuruna dökülürken çağıldar, şırıldayarak ayağa dökülürdü. Çeşme değil, ince saz heyetiydi mübarek. Muhitine yayılan ses tonu ise, tıpkı “Hacı Mehmet” merhum gibi baritondu. O, hanımların başında çokça eğleştiği çeşme bunun yanında soprano sayılırdı, öteki tenor; polat gibiydi, pöhrenge oluğa sığmazdı. Suyunu hep taze içerdik, sofrayı ziynetlendiren bir dolu sürahi mutlaka olurdu. Başı kalabalık olmadığı için sürahiyi doldurup eve dönmek beş dakikanızı almazdı.

Geceler. Ah özellikle tenha saatleri gecelerin! Muhteşem üçlü, çeşmeler meclisini kurar, sesi sese katıp vecd içinde akı-şırlardı; onlarla ben bile akışırdım Şimdi yoklar, meclisten birer birer ayak göçürdüler. Bilseniz kaç çeşme akışır içimde; kalbime göz göz doluşan, sonra gözümden süzülen çeşmeler.

Çeşmeler ölmez, dünya değiştirirler.

Dağ başlarındaki yalnız çeşmeler

Bir dağ nice sarp olursa olsun böğründe çalıların, çördüklerin,5 tavşanelmalarmın, dağ eriklerinin, alıç ağaçlarının boy vermesine imkân veren küçük çukurlar barındırır. Çölün vahası, dağın da böyle cana şifa “koyak”ları vardır. Koyaklar; yağmurun, karın yoğun biriktiği, hüdayınabitin fışkırdığı ve bazen yerinde duramayıp kendi kendine yerüstüne çıkarak akışan gözelerin kaynadığı mıntıkalardır. Yerlerini en iyi kuşlar ve diğer hayvanlar bilir, çünkü gözeler onların su tasıdır. Hepsi uzun ömürlü olmayabilir, bakanı temizleyeni olmazsa atıl kalır yahut başka bir mecraya yönelirler. O gözeleri çok gezdim, hiçbirine selam vermeden geçmedim.. iç-medimse bile istisnasız hepsinin suyundan tattım. Birinin yanında mola verdimse kollarımı çemirlemişken yanını yöresini temizledim; kumları kaynatarak günışığıyla oynaşmasını temaşa ettim.

Bu gözelerin, uzun süre kalıcı olanı gözlerden kaçmaz ve hayır sahipleri oracığa bir çeşme dikiverirler. Issız dağ başlarında kitabesiz, kimbilir ne zamandan kalma bu çeşmeler münzevi bir erkişi gibidirler; çobanların uğrağı, hayvanlarının sulağı, avcıların durağıdırlar. Bir zamanlar ara sıra ava çıkan, can yakan bir kimseydim ama uçarın kaçarın tıpkı çeşmeler gibi seyreldiği bir dünyada avcıları da avcılığı da sevmiyorum artık. Merhametli avcı, bu zamanda tüfeğini duvara asan, kuş ümmeti başta olmak üzere sayıları hızla azalan diğer ümmetleri yaşatmanın mücadelesini verendir; meramınız sporsa alın size spor. Avcının en sefili de su içmeye gelen dağ sakinlerini avlamak için çeşmelerin, gözelerin etrafına tuzak kuranı, pusuya yatanıdır. Ben o çeşmenin, o gözenin yerinde olsam o avcılara bir yudum su ikram etmem ama su aziz, su muazzez, su cömert.

Koyak çeşmelerinden birini çok sevmiştim. Çok yol uğrattım, yundum arındım; ayrılırken helalleştim, kaşından öptüm. Bir defasında azıklı gitmiştim, yakınına bir küçük ateş yakmış, ekmekleri ısıtmış, çökeleğe bana bana yemiştim. Her yaz niyetleniyorum, sonra vazgeçiyorum; ya o da küsmüşse, ya yıkmışsalar, ya koyağa villa dikmişseler, ya yol geçirmiş asfalt dökmüşlerse.

Korkulur bu insanoğlundan; hünerlidir, elinden her iş gelir.

Sular küserse

Aşinanız olmuştur; zannedersiniz ki, fitarihten beri akmaktaydı, akıyordur, akar.

Aşinamız olan neyi koyduğumuz gibi bulduk? Hangi ırmak, hangi göl, hangi şehir, hangi köy, hangi dağ, hangi ot, hangi ağaç, hangi keklik, hangi kartal aşina olduğumuz gibi duruyor; sayın, ölçün, tartın? Ey modern ırk; saymakta, ölçmekte, tartmakta üstünlüğüne geçmişte hiçbir kavim, hiçbir kültür erişemedi. Ama senin kadar yanlış ölçen, tartan, sayanını da görmedi gök kubbe. Serapa yanlışsın ve yanlışlığını anlayamayacak düzeyde akıl zengini, yanlışı doğru gösterecek kadar da istatistik mahkûmusun.

Aşinanız olmuştur ve zannedersiniz ki hâlâ oradadır.

Hatıralarına düşkün biri olduğumdan mıdır, pek çok şeyi unutmam; eksik hatırladıklarıma da hayıflanırım; sorarım, sorduğumdan kimse bir nebzecik hatırlamaz. Yol kenarlarında yolcuları ağırlamak için bekleyen çeşmeler vardır. Mümkün olsa da uzunyol şoförleri o çeşmelerde yolcuları indirse ve soluklan-dırsalar. Kendi arabamla yolculuk yapmam riskli, hızımı bir türlü ayarlayamıyorum; yine de tek başıma az yolculuk yapmadım. İstisnasız bütün çeşmelerde durdum, hararetinin biraz düşmesi için arabanın önünü poyraza verip, çeşmenin başına oturup su içtim, sesini dinledim; tazelendim. Yakınlarda daha önce seyrü sefer ettiğim bir yoldan yine geçtim; bir vakit yarenlik ettiğim çeşmenin önünde mola verdim. Oluğu kırılmış, kurununu pıtraklar sarmış, emzirdiği birkaç aksöğüt iskelete dönmüş.

Bir dostu daha kaybetmenin hüznüyle arabaya binecekken, yolun karşısında, yamaçta yayılan koyunları gördüm, çobanı bekledim. Çobanlar meraklı adamlardır, yolcularla konuşmak için fırsatı kaçırmazlar, yaklaştı selamlaştık. Çeşmeye ne olduğunu sordum:

— Su küstü, efendi! Su küstü!

Unutmuştum bu deyimi! Kuruyan gözeleri, kesilen çeşmeleri yeniden hayata kavuşturmak için çabalanır; eşilir, deşilir, pöhrenkler gözden geçirilir; yok, yok, yok. Su küsmüştür.

Sular toptan küsüverirse bize kim su akıtır? Tabiat, bu suali çeşmelerin kuruyan ağzından bize böylece naklediyor.

Çeşme başı aşkları ve Sultan Alâeddin

Yeşilçam gerçekçiliğinin şu sahte köyleri yok mu? Zeynep ile Ömer’in çeşme başında yılış yılış muhabbetleri. İşte bu ciddiyet pek çok sosyalbilimcinin, gazete mütefekkirlerinin köy üzerine geliştirdikleri derin sayıtlı ve söylentilerinin kaynağıdır. Çeşme ile ilgili bazı Karacaoğlan şiirleri mi ilham etmiştir, köylücülük romanları mı bilinemez, okumuş yazmış ve hayatında hiç köy görmemişlerin çeşmelerle ilgili çoğunlukla sapkın fikirleri vardır. Çeşme başlarında günlük mesaileri gereği kadınlar daha fazla bulunmak zorundadırlar. Aralarında da öğleye ne pişireceklerini, tarlaya ne azık göndereceklerini, ev hallerini konuşurlar elbette; varsa üç beş cümlelik köy dedikodusu da çabucak tükenir; ya ocakta aş vardır, ya vakitli iş.

Genç kızlar çeşmeye giderler ama ergenlerin onlar çeşmedeyken oralarda dolanmaları muaşerete sığmaz, rahatsız edicidir; rahatsızlık bir çift sözle halledilir. En nihayet bir kız ile bir oğlan bakışır, fakat bunun için çeşme başı gerekmez; herkes birbirini tanır, bilir, bakar, bakışır, konuşur. Bir genç oradan geçerken su içmek istese, rahat içsin diye orda kap kaçak yıkayan kızlardan biri tas yahut uygun bir kap verebilir, hatta teklifsiz tekellüfsüz gencin kendisi de alır içer yoluna yürür. Çeşme başında bir kıza, bir bakışta âşık olan delikanlılar da olmuştur; ama fazlası hayal mahsulü, âşık düzmecesidir; latifedir. Alâeddin Keykubad, hayatı romanlara konu olacak bir Selçuklu sultanıdır, “bizim oraların adamı!” derler ya, öyle de bir yerli şahsiyettir. Onun başından geçen macerada çeşme başı aşkının bütün hatları okunur.

Sultan deli deli at sürmüş; yorulmuş, terlemiştir. Bir çeşmenin yanından geçerken oradaki kızlardan bir tas su ister. Kızlardan biri tası doldurur verir ama içine de oracıktaki çam ağacının yapraklarından bolca serpiştirir. Alâeddin bu işi kızın yaptığını görmemiştir, yaprakların kazara düştüğünü zannederek suyu döker ve yenisini ister. Kız tebessüm ederek suyu doldurur ve bu kez yaprakları aşikâre serpiştirir ve suale mahal bırakmadan:

—Sultanım, terlemişsiniz suyu birden başınıza dikerseniz hasta olursunuz, çam yapraklarını suyunuzu süze süze içesiniz diye serpiştirdim, der.

Alâeddin suyunu içmiştir ama bu ince Türkmen kızına da meyletmiştir. Gönlünden geçenleri az ama derdini en iyi ifade eden bir cümlecikle yöneltir:

—Adınızı bağışlar mısınız?

Kız, mahcup ama mütebessim:

—Benim adım bağışlandı Sultanım! der.

Kızın nişanlı olduğunu anlayan Alâeddin’in kolu kanadı yanına düşer, yavaşça atını sürer ve oradan ayrılır.

Sultan eminim unutmamış, izzetiyle iffetiyle aşkını kabre kadar taşımıştır.

Çünkü aşk unutmamaktır.

Pınar bahanesiyle “Asr-ı gurbet”e zeyl

Ben bir Ortaçağ şehrinde büyüdüm.

Aristokrat değerleri tevarüs eden ve incelten Avrupa, karanlık içinden bir burjuva çıkardı; bizimkiler ise mazide aydınlık ne varsa yaktı yıktı kül ettiler. Ortaçağ Türkleri özge insanlardı, sonradan yerleştikleri her şehri özgünleştirdiler; yok etmediler. Şehirlerin dokusu kırk yıl öncesine kadar tabiat ve insanın birbirine hor bakmadan yaşadığı bir asalete sahip idi. İnsanın değiştirme gücüne imkân tanıyan bu şehirler, çok az ve aklı başında müdahalelerle eskisinden daha güzel, daha yaşanılır mekânlar haline getirilebilirdi. Endüstri devrimini Batı yaşadı, yaşamamış olmamıza rağmen sıkıntılarını en çok biz çektik; bir acayip hengâme içinde şehirlerimiz toptan yok oldu. Mülkiyet konusunda ciddî sınırlamalar getiren bir geleneğe sahipken, konut meselesi belediye ve müteahhit makasına teslim edildi. Biraz gecikmeli olarak geçmişin şahitleri çeşmeler de yıkıldı. Bir kent inşa ettiler ki, “Ne düzelecek ne de bozulacak bir şey kaldı!”6 Dokunmaya cesaret edemedikleri meydan çeşmeleri hariç, neredeyse tamamı itlaf edildi; zafer tamamlandı. Artık şehirler öyle bir hale gelmiştir ki, çeşme gibi aziz bir varlığa beş metrelik yer kalmamıştır. Ortaçağ köylerini de sonuna kadar yaşadım. Artık onlar da yoklar.

O köyler bakir birer şehirciktiler. Fasih Türkler kendinden evvel geleni selamlamak inceliğine sahiptiler7, her köyümüz binlerce yıllık maceranın izlerini taşımaktaydı. Köy mimarisi, şehirde yıkmanın hazzını tatmış köylüler tarafından kökten tahrip edildi. Oralarda da en son yıkılanlar çeşmeler oldu. Hem de en vahşi biçimde. Oyun olsun diye kurcalayan çocukların o pınarların taşlarının arasından Roma parası çıkardıklarını biliyorum, evveli de vardır elbette. Bilmem kaç yüz yıldan kalmış yazılı taşlar, kurunlar yerle bir edildi. Hayatta kalanlara sahip çıkacak kimselerin olduğunu da zannetmiyorum. Bu memlekette özgün bir Türk tipi varsa bile kıyıda köşede kalmıştır ve örselenmiştir.

Köy’ün başına gelenler bir türküye sığdırılmıştır. Ali Kızıltuğ inancını, ideolojisini pazarlayarak şöhret olmuş sanatkârlardan değildir. Yöresine özgü gırtlağını, tavrını hiç bozmamış hoş bir âdemdir. Onun “Asr-ı gurbet” türküsü, tarihle irtibatını da kuran derin bir sosyolojidir. Asr-ı gurbet tamlaması başlı başına güzel bir buluştur. Asra pek çok lakap takılmıştır ama “gurbet” tasviri Anadolu’nun başına gelenleri en iyi seyrettiren, çerçeveye sığmaz bir manzaradır. Henüz geçtiğimiz yüzyıl bizim için hem garipliklerin, hem de gurbetin yaman estiği bir zaman dilimidir.

Asr-ı gurbet harab etmiş köyümü Bülbül uçmuş baykuş konmuş gelele Ben ağayım ben paşayım diyenler Kapıları kitlemişler gelele

Köyün ağalarının, paşalarının oluşu bir gerçektir, bu tabii pek azı doğru feodal ağalar(!) olmayıp; köyde de kendi halince bir aristokrasinin olduğunu ifade eder. Köy aristokratları, kendi yağıyla kavrulabildiği için şehre göç için acele etmemiş ama hemen kendilerinden sonra gelen çocukları kapılarını kilitleyerek köyü terk etmişlerdir. Artık hane sayısı çok az olan köylerde, hanesine misafirin tercihli olarak yöneldiği ağalar, paşalar da yoktur.

Bir ev burada bir ev karşıda kalmış Hele sorun bizim komşular n’olmuş Kırk senelik ağaç kurumuş kalmış Bizim köye benzemiyor gelele

Köyler neredeyse yoklar ve temel eğitimin sekiz yıla çıkarılması köyleri tamamen boşaltmıştır. Kırk senelik sözün gelimi, belki yüz yıllık söğütler vardır, susuzluktan kurumuştur. Söğüt suyu sever; derler ki yevmiye bir kömüş kadar su içer. Konunun ve türkünün esas canalıcı noktası, pınarın başına gelenlerdir:

Yanarım da ben bu derde yanarım Bizim köyü bulanaca ararım Güzellere sıra vermeyen pınarın Taşlarına baykuş konmuş gelele

Pınarın taşlarına baykuş konduğuna göre, kurumuştur; suyunu sıradan bir beton yığınına benzeyen bir çeşmeye bağlamışlardır. Çünkü öyle olur, pöhrenklerle gelen suyu plastik borularla başka bir çeşmeye taşırlar. Artık köyde sığır sayısı çok azaldığı için kuruna da ihtiyaç kalmamıştır. Taşı olan, kaşı olan, gözü olan çeşme kupkurudur. Daha sonra da bu çeşme bir işe yaramıyor diye, köyün hiçbir şeye saygı duymayan nihilist yeniyetmeleri bir anda tozunu attırırlar. Kurnazdırlar da, birisi tarihi eser yıkmaktan şikâyet edebilir ihtimaline karşı ne şahit bırakırlar, ne iz. Hele bir de köylüler şebeke suyuna kavuşmuşlarsa çeşmeyi ortadan kaldırmak farz-ı kifâye olmuştur. Keşke metruk vaziyette bıraksalardı da, nasıl birer şaheser olduklarını, ne incelikler taşıdığını gelecek nesiller de görselerdi.

“Su Kasidesi” ve bizim mahallenin çeşmeleri

Biz sularla konuşur, çeşmelerle akışırız. Şairlerimiz kültürümüzün akan çeşmeleridir; varlıklarla nasıl akıştıklarını bilmeden şiirimiz anlaşılmaz; şiirimizi anlamayan da bizde bir mânâ bulamaz. Su ile akışmanın zirvesi “Su Kasidesi”dir. Su Kasidesi, su zımnında evrenin yekvücut Peygamberimize doğru akışının ve aşkının sesidir. Beyitlerden sadece bir beyit:

Ravza-ı kûyuna her dem durmayıp eyler güzâr

Âşık olmuş gâlibâ ol serv-i hoş reftâre su

Su Sevgili’ye âşık olmuş, onun ravzasına (bahçesine) doğru akmaktadır. Dünyanın en mevzun yürüyüşüne sahip Sevgili’nin endamı serviye benzetiliyor. Su, akmanın en güzel örneği ama Sevgili’nin servi gibi akışına âşık olmuştur. O’nu taklit ederek, O’na doğru akmaktadır. Ravza kelimesinin ve diğer ıstılahların çağrışımlarına dalmamıza bu yazının sınırları elvermez; şerhi uzmanların olsun, sevdası bize yeter.

Su Kasidesi kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Sevgili’yi, en güzeli, en güzel bir surette anlatır; o suret kâinata ayna olur ve o aynada varlığın akışmasını yani siyretini seyredersiniz. Kaside içerisinde benim çeşmelerimin de akıştığını görmeyen göz eksik görür. Çünkü Su Kasidesi; bizim mahallenin çocuklarının söylediği, “Aman çeşme canım çeşme/Can Ahmed’i görmedin mi?” İlahisindeki saflık ve samimiyetin, Fuzûlî’nin dilinde kazandığı ihtişamıdır. Bir garip âşık çeşmeyle konuşuyor ve Can Ahmed’i soruyor. Bir kültürün şaheserleriyle, mütevazı esercikleri de birbiriyle akışır; saltanatlı meydan çeşmeleriyle, sokak çeşmeleri gibi.

Sonuç: Şe’nin iki gözü iki çeşme

Türkçede Şe harfinin en önemli görevi işdeşlik9 eki olmasıdır. Varlıklar sadece gülmez, gülüşür; bakmaz, bakışır; söylemez, söyleşir; konmaz, konuşur; koklamaz koklaşır. Her hal ve gidişte kimse yalnız değildir, yalnız başına da hiçbir işe yaramaz. Büyük küçük ne varsa işdeştir ve âlem böyle işler. “Kütahya’nın pınarları akışır!” türküsü, âlemdeki akışmanın timsali su olduğu için ve insanla çeşmenin ve çeşmelerin birbiriyle işdeşliğini ilham etmektedir. Benim yaptığım bir mısranın şerhidir; çeşmelerle akışmayı da unuttuk, çeşmelerin akıştığını da; sadece çeşmelerin değil, dağın taşın kurdun kuşun; her şeyin.

Bencillik muteber ahlak haline gelmiş; tüm insanları, tüm kültürleri yoldan çıkarmıştır. Tabiatı istimlâk eden neo-ırk, varlıkları işdeş değil, kendi hazzını tatmin aracı olarak görmekte; işi bitince buruşturup atmaktadır. İnsan, varlıkları bir bir bilebildiği gibi, birlikte akışmalarını da idrak donanımına maliktir; onun için “zübde-i âlem”dir. Eşyanın birbiriyle rabıtasını kavrayıp arzın muvazenesini kollamak yerine; birbirinden soyutlayarak sonuna kadar istismar eden insan türünün özü (zübdesi) giderek çürümüştür ve âlemi çürütmektedir.

Bir elini avuç biçiminde göğe açıp, diğerini oluk biçiminde yere döndürerek âlemin akışmasını şahsında cemeden insan!

Ah öz insan! İnsanlığın sana ihtiyacı var.

Eklendi: Yayım tarihi

“Serçe Saati” için bir yanıt

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Kalfa Uykusu ~ Mustafa ÇiftciKalfa Uykusu

    Kalfa Uykusu

    Mustafa Çiftci

    Kedi kısmı uyumanın ve uyanmanın kitabını yazmıştır. İşte o usta kediler uyanırlar fakat hemen kalkmazlar. Bir o yana bir bu yana debelenirler, esnerler. Ama...

  2. Bu Kalem Melûn© ~ Enis BaturBu Kalem Melûn©

    Bu Kalem Melûn©

    Enis Batur

    Herkes bir kitabın mümini, ben “Dünya bir kitaba varmak için” şiarının müminlerinden oldum, kaldım. Bütün yazdıklarım, gün gelecek, tek bir kitabın içine sığacak, oturacak....

  3. Hazlar ve Günler ~ Marcel ProustHazlar ve Günler

    Hazlar ve Günler

    Marcel Proust

    Marcel Proust’un 20’li yaşlarında kaleme aldığı, kısa anlatılardan ve şiirlerden oluşan bu eser, bir bakıma Kayıp Zamanın İzinde’nin habercisidir. Honoré’nin yakışıklı sofra arkadaşı gençliğin...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur