Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Shantaram
Shantaram

Shantaram

Gregory David Roberts

“Aşk, kader ve yaptığımız seçimler hakkında bildiklerimi öğrenmem çok uzun sürdü, dünyanın pek çok yerini dolaşmam gerekti ama hepsinin özünü bir anda, bir duvara…

“Aşk, kader ve yaptığımız seçimler hakkında bildiklerimi öğrenmem çok uzun sürdü, dünyanın pek çok yerini dolaşmam gerekti ama hepsinin özünü bir anda, bir duvara zincirlenmiş halde işkence görürken kavradım.”

“Eşsiz, kesinlikle çok cesur ve inanılmaz vahşi. Shantaram en zengin hayal güçlerini bile hazırlıksız yakalayacak.”
-Elle

“Shantaram ilk cümlesiyle tavlıyor. Heyecanverici, dokunaklı ve korkutucu… Muhteşem bir roman.”
-Detroit Free Press

“Çok zekice… Canlı karakterlerle dolu.Ama Shantaram’daki en güçlü karakter şehrin ta kendisi, Bombay. Roberts’ın Hindistan’a, orada yaşayan insanlara duyduğu içten sevgi, kitabı okumayı daha da zevkli kılıyor. Roberts bizi Bombay’ıngecekondularına, uyuşturucu satılan mekanlarına, batakhanelerine, barlarına götürüyor ve, siz de gelin, diyor. Biz de gidiyoruz.”
-The Washington Post

*

İÇİNDEKİLER

Birinci Kısım 1

İkinci Kısım 157

Üçüncü Kısım 319

Dördüncü Kısım 499

Beşinci Kısım 723

1 Bölüm

Aşk, kader ve yaptığımız seçimler hakkında bildiklerimi öğrenmem çok uzun sürdü, dünyanın pek çok yerini dolaşmam gerekti ama hepsinin özünü bir anda, bir duvara zincirlenmiş halde işkence görürken kavradım. Beynimde yankılanan çığlıklar arasında, elim kolum bağlı ve tamamen çaresizken aniden farkettim, hala özgürdüm. Bana işkence eden adamlardan nefret etmekte ya da onları bağışlamakta özgürdüm. Kulağa pek de önemli bir şey gibi gelmediğini biliyorum. Ama zincirler vücudunuzu keserken ve sahip olduğunuz tek şey bu seçim hakkıyken özgürlük size dünyalar kadar büyük görünüyor. Ve yaptığınız seçim, nefret etme ya da affetme kararı, hayatınızın hikayesi olabiliyor.

Bana gelince, benim hikayem uzun ve hayli kalabalık. Ben eroin yüzünden ideallerini kaybetmiş bir devrimci, işlediği suçlar yüzünden güvenilirliğini kaybetmiş bir filozof ve yüksek güvenlikli bir hapishanede ruhunu kaybetmiş bir şairdim. İki gözetleme kulesinin arasından geçerek ön duvarı aşıp o hapishaneden kaçtığımda, ülkemde en çok aranan adamlardan biri oldum. Şans benimle birlikteydi ve dünyanın diğer ucuna, ta Hindistan’a kadar beni takip etti. Orada Bombay mafyasına katıldım. Kaçakçılık ve kalpazanlık yaptım. Üç kıtada da zincirlendim, dövüldüm, bıçaklandım ve açlığa mahkum edildim. Savaşa gittim. Düşmanla burun buruna geldim. Etrafımdaki diğer adamlar ölürken ben hayatta kaldım. Onlar benden daha iyi insanlardı. Birçoğu öyleydi. Hayatları yanlışlarla sarsılmış ve başka birinin bir anlık nefreti ya da sevgisi veya umursamazlığıyla yitip gitmişti. Böyle çok fazla adamı ellerimle gömdüm ve öykülerini kendi acılarıma kattım.

Aslında hikayem onlarla ya da mafyayla başlamıyor, Bombay’daki ilk günüme kadar uzanıyor. Orada kader benimle bir oyun oynadı. Şans da Karla Saaranen’le tanışmamı sağlayacak kartları elime verdi. Onun yeşil gözlerine baktığım ilk anda, elimdeki kartlarla hiç tereddüt etmeden hemen oynamaya başladım. Yani bu hikaye de birçok hikaye gibi başlıyor, bir kadın, bir şehir ve bir parça şansla. Bombay’da ilk dikkatimi çeken havanın değişik kokusuydu. Bu kokuyu, henüz Hindistan’ı hiç görmemişken ve hakkında hiçbir şey bilmezken, daha uçağı havaalanına bağlayan koridordan geçerken aldım. Bombay’a adım attığım ilk dakikada bu koku beni heyecanlandırmış, mutlu etmişti. Hapishaneden kurtulmuştum, önümde yeni bir dünya vardı. O anda bu kokuyu tanımadımı, tanıyamadım. Şimdi bunun nefrete karşı umudun tatlı, terli kokusu ve sevgiye karşı açgözlülüğün ekşi, boğucu kokusu olduğunu biliyorum. Tanrıların, şeytanların, imparatorlukların, çöküşünu ve yeniden dirilişin eşiğindeki uygarlıkların kokusu. Ada Şehir’de nerede olursanız olun, denizin mavi kokusunu ve makinelerin kanla karışık metal kokusunu alabilirdiniz. Durgunluğun ve hareketin, altmış milyon canlı nüfusunun yarıdan fazlasını oluşturan sıçanların ve insanların boşa harcanışının kokusu. Kalp kırıklığının, yaşam mücadelesinin ve bizi daha cesur kılan başarısızlıklarla aşkların kokusu. On bin restoranın, beş bin tapınağın, türbenin, kilisenin, caminin ve parfümlerle, baharatlarla, tütsülerle, yeni kesilmiş çiçeklerle dolu pazarların kokusu. Karla, bu kokunun dünyadaki güzel kokuların en kötüsü olduğunu söylemişti ve her zamanki gibi yine haklıydı. Ne zaman Bombay’a gelsem her şeyden önce bu koku beni karşılar ve bana eve döndüğümü söyler.

Dikkatimi çeken bir diğer şey ise sıcaktı. Uçağın klimalı ortamından çıkıp havaalanındaki sıraya gireli daha beş dakika bile olmadan kıyafetlerim üzerime yapışmış, kalbim bu yeni iklimin etkisiyle hızla atmaya başlamıştı. Aldığım her nefes öfkeyle kazanılan bir zafer gibiydi. Burada terlemenin hiç sonunun gelmediğini, çünkü gece-gündüz, hiç aralıksız devam eden sıcağın, nemli bir sıcak olduğunu öğrendim. Bombay’ın boğucu nemi, buradaki herkesi amfibik bir hayvana dönüştürüyor ve solurken insanın ağzına neredeyse su geliyor. Zamanla bununla yaşamayı, hatta bundan hoşlanmayı öğreniyorsunuz. Eğer bunu öğrenemezseniz, buradan gidiyorsunuz.

Bir de insanlar var tabii. Bengal’den, Tamil’den, Puşkar’dan, Koçi’den ve Konarak’tan, savaşçı bir kale olan Brahmin’den gelen Assamlar, Urdular, Pencaplılar ve dokunulmaz Hindular, Müslümanlar, Hristiyanlar, Budistler, Parsiler, Animistler, açık ve koyu tenler, yeşil, kahverengi, siyah gözler, inanılmaz çeşitlilikte farklı yüzüyle emsalsiz bir güzellik: Hindistan. Bombay’daki milyonlar arasında göze çarpan bir diğer şey de kaçakçıların en yakın arkadaşı katırlar ve develer. Katırlar, sınır bölgelerinden kaçakçılar için mal geçirir. Develer ise kaçakçının sınırdan geçmesine farkında olmadan yardımcı olan ve şüphe çekmeyen turistlerdir. Kaçakçılar, sahte pasaportlar ve kimlik belgeleri kullanırken göze batmamak için, havaalanından ve sınır kontrollerinden sorunsuz geçmelerini sağlayacak turistlerin arasına karışır.

O zamanlar bunları bilmiyordum tabii. Kaçakçılık sanatını çok sonra, yıllar sonra öğrendim. Hindistan’a yaptığım ilk yolculuğumda sadece içgüdülerimle hareket ediyordum ve sahip olup da kaçırdığım tek şey kendimdi. Peşine düşülmüş, her an elimden alınabilecek özgürlüğüm ve ben. Sahte bir Yeni Zelanda pasaportum vardı. Orijinal fotoğrafın yerine benimki yapıştırılmıştı. Pasaportu kendim hazırlamıştım ve pek usta işi sayılmazdı. Sıradan bir kontrolden sorunsuz geçeceğine emindim ama eğer şüphe duyulur da birisi Yeni Zelanda Büyükelçiliği’yle irtibata geçmeye kalkarsa sahte olduğu hemen anlaşılırdı. Aucland’dan Hindistan’a yolculuk ederken uçaktaki yolcuları, Yeni Zelandalı birilerini bulmak amacıyla gözden geçirmiştim. Burayı ikinci kere ziyarete gelen küçük bir öğrenci grubu çarptı gözüme. Bana tavsiyelerde bulunmaları, tecrübelerini anlatmaları için onları teşvik ederek havaalanında kontrolden birlikte geçecek kadar samimiyet kurmayı başardım. Hintli görevliler, benim de bu rahat ve samimi grupla birlikte yolculuk ettiğimi düşünüp pasaportuma şöyle bir bakmakla yetindi.

Kaçışımın verdiği neşeyle dolup taşmış halde havaalanının dışına çıktığımda vurucu ve yakıcı güneş ışığıyla karşılaştım. Bir başka duvarıı daha aşmış, bir başkasını daha geçmiştim. Saklanacak bir gün ve bir gece daha vardı önümde. Hapishaneden kaçalı neredeyse iki yıl olmuştu. Ama bir kaçak olarak yaşamak demek, her yeni gün ve gece kaçmaya devam etmek demekti. Hiçbir zaman tamamen özgür olamamanın yanında her ‘yeni’nin getirdiği bir umut ve korku dolu bir heyecan da vardı. Yeni bir pasaport, yeni bir ülke ve genç yüzüme, gri gözlerimin altına heyecanın yerleştirdiği yeni çizgiler. Bombay’ın koyu mavi gögünün altında, sokakta durdum. Kalbim Malabar’daki bahçelere yağan muson yağmuru gibi temiz ve her şeye açtı.

“Bayım! Bayım!” Biri arkamdan sesleniyordu.

Bir el koluma yapıştı. Durdum. Biraz da korkudan bütün kaslarım gerilmişti. Panik yapma. Kaçma. Kafamı çevirdim.

Karşımda, elinde bir gitarla kahverengi ve kirli üniformalı, küçük bir adam duruyordu. Adam küçükten de öte neredeyse bir cüceydi. İrice bir kafası ve Down sendromlularınkine benzeyen masum bir suratı vardı. Gitarı bana uzattı.

“Müziğiniz bayım. Müziğinizi kaybettiniz, öyle değil mi?”

Bu benim gitarımdı. Onu bagaj teslim bölümünde unutmuş olmalıydım. Küçük adamın gitarın benim olduğunu nereden bildiğini anlamadım. Büyük bir rahatlama ve şaşkınlıkla gülümsediğimde, adam da bana gülümsedi. Hani şu korktuğumuz ve ‘aptalca’ dediğimiz türden içten bir gülümsemeyle. Gitarı bana uzatırken ellerinin suda yaşayan bir kuş gibi perdeli olduğunu gördüm. Cebimden birkaç banknot çıkardım ve adama uzattım. Kısa ve kalın bacaklarıyla aceleyle geri çekildi.

“Para istemem. Biz yardım için buradayız bayım. Hindistan’a hoşgeldiniz,” diyerek hızla insan kalabalığının arasına karıştı.

Şehre gitmek için, eskiden Hindistan ordusunda hizmet veren bir şoförün kullandığı Savaş Gazileri Otobüs Servisi’nden bir bilet aldım. Sırt çantamın ve bavulumun kaldırılıp otobüsün tepesine yığılmış bagajların üzerine umursamaz bir şekilde fırlatılışını izledim. Otobüsün en arkasındaki bitişik koltuklardan birine oturdum. Çok geçmeden iki uzun saçlı turist yanıma geldi. İçerisi büyük bir hızla, çoğunluğu genç olan ve mümkün mertebe ucuza seyahat etmek isteyen Hintliler ve turistlerle doldu.

Otobüs dolup taştığında sürücü arkasına dönüp bize tehditkar bir bakış fırlattı, açık kapıdan dışarıya kırmızı renkli bir şey tükürdü ve hemen kalkacağımızı duyurdu.

“Thik hain, challo!”

Motor kükredi, vites hırıltıyla geçti ve bir tarafa sıçrayarak milimetrik bir farkla yoldan çekilen hamalların ve yayaların arasından hızla geçmeye başladık. Otobüsün alt basamağında duran muavinimiz dışarıdakilere öfkeyle sövüp sayıyordu.

Havaalanından şehir merkezine yapacağımız yolculuk, çalılar ve ağaçlarla çevrelenen geniş ve modern bir otoyolda başladı. Doğup büyüdüğüm şehir olan Melbourne’de havaalanını çevreleyen derli toplu manzaranın aynısıydı. Benzerliğin üzerimde yarattığı memnuniyetle karışık sükunet, yol daralır daralmaz karşıma çıkan tezat görüntüyle derinden sarsıldı. İlk gecekonduları gördüğümde, yol çoktan tek şeride inmiş, ağaçlarda kaybolup gitmişti. Kalbim utançla burkuldu.

Kahverengi ve siyah kum tepelerine benzeyen dönümlerce araziyi kaplayan gecekondular yol kenarından içlere doğru uzanıyor, sıcağın yarattiği bir serap gibi ufka doğru gidiyordu. Plastik, kağıt, bambu sopaları ve halılardan yapılmış içler acısı barakalar birbirine dayanmıştı ve aralanında daracık yollar vardı. Çok geniş bir alana yayılmış bu gecekondulardan hiç. birinin boyu, insan boyunu geçmiyordu.

Yanıp kül olmuş, ufalanmış hayallerle dolu bu yerin sadece birkaç kilometre gerisinde, belli bir hedefi olan zengin yolcularla dolup taşan mo. dern bir havaalanı olduğuna inanmak imkansızdı. İlk izlenimim yakın zamanda bir felaketin olduğu ve kurtulan kazazedelerin sığınak olarak bu gecekondulara yerleştirildiğiydi. Aylar sonra, gecekondularda yaşayanların gerçekten de kurtulanlar olduğunu öğrendim. Köylerindeki yoksulluk, açlık ve kan davası gibi felaketlerden kaçıp kurtulanlar… Her hafta şehre beş bin yeni kazazede geliyordu.

Kilometreler geçip de bu gecekondularda yaşayan insan sayısı yüzlerceden binlerceye ve sonra on binlerceye çıkınca, ruhum acıyla kıvranmaya başladı. Sağlığımdan ve cebimdeki paradan utanıyordum. Dünyadaki kötülüklerle ve acılarla böyle keskin bir yüzleşme yaşamak insanı yaralıyor. Daha önce banka soydum, uyuşturucu sattım ve gardiyanlar tarafından kemiklerim kırılana kadar dövüldüm. Bıçaklandım ve karşılığında ben de bıçakladım. Zor adamlarla dolu zor bir hapishaneden zor yoldan ön duvardan atlayarak kaçtım. Yine de gecekonduların o perişan hali, ufka kadar uzanan acının bu görüntüsü, gözlerimi acıttı.

Daha sonra utanç ve suçluluk yerini öfkeye ve adaletsizliğe karşı bir isyana bıraktı. Ne tür bir devlet, nasıl bir sistem böylesine bir acıya göz yumabilir, diye düşündüm.

Gecekondular birbiri ardına gelmeye devam etti ve gelişmekte olan işyerleri ile nispeten daha varlıklı insanların oturduğu yosun kaplı, parçalanmaya yüz tutmuş apartmanlarla tezat oluşturdu. Gecekonduların her yerde olduğunu görünce bir yabancı olarak duyduğum acıma duygusu giderek tükenmeye başladı. İçimi bir tür merak kapladı. Gecekondu mahallelerinin iç taraflarına doğru bakmaya ve orada yaşayan insanları görmeye çalıştım. Bir kadın siyah saçlarını taramak için öne doğru eğilmişti. Bir başka kadın, bakır bir kaptan döktüğü suyla çocuklarını yıkıyordu. Bir adam, boyunlarıındaki tasmaya kırmızı kurdeleler bağlanmış olan üç keçiyle ilgileniyordu. Bir diğeri, çatlak bir aynaya bakarak tıraş oluyordu. Çocuklar her yanda oyun oynuyordu. Erkekler su dolu kovalar taşıyor, bir kısmı barakalardan birini tamir ediyordu. Nereye bakarsam bakayım insanlar gülümsüyor, hatta kahkaha atıyordu.

Otobüs sıkışık trafikte durduğunda benim camıma yakın barakalardan birinden bir adam çıktı. Adam yabancıydı ve otobüsteki birçok turist kadar beyaz tenliydi. Üzerine sadece amber çiçeği renginde bir çarşaf dolamıştı. Gerindi, esnedi ve bilinçsiz bir şekilde çıplak göbeğini kaşıdı. Yüzünden ve duruşundan uyuşuklukla karışık bir huzur açıkça okunabiliyordu. Onun bu memnuniyetini, önünden geçip yola doğru yürüyen bir grup insanın onu içten bir gülümsemeyle selamlamalanını kıskandığımı farkettim.

Otobüs bir kere daha harekete geçti ve adamı gözden kaybettim ama onun görüntüsü gecekondulara karşı olan bütün tutumumu değiştirmeye yetti. Buraya benim kadar yabancı birini böyle bir yerde görmek, kendimi o dünyada yaşarken hayal edebilmemi sağladı. Birkaç saniye önce bana çok garip ve uzak gelen bir düşünce, birdenbire mümkün, makul ve büyüleyici bir hal almıştı.

Sonra insanları seyretmeye koyuldum ve ne kadar meşgul olduklarını gördüm. Arada sırada barakaların içine şöyle bir göz atma firsatı bulduğumda, bu yoksulluk içinde insanı hayrete düşürecek kadar temiz olmaları dikkatimi çekti. Yerler tertemiz ve düzenli bir şekilde üst üste yığılmış kap kacak pırıl pırıldı. Dikkatimi ilk çekmesi gereken şeyi ise en son gördüm. Kırmızılara, mavilere, alun rengine bürünmüş kadınların güzelliğini ve yıkık dökük barakalar içinde bu dünyaya ait olmayan bir zarafetle yalınayak yürüyüşlerini, erkeklerin badem gözlü, beyaz dişli yakışıklılığımı ve zayıf eklemli çocukların arasındaki sevgi dolu yoldaşlığı, yaşça büyük çocukların küçüklerle oynamasını, birçoğunun bebek kardeşlerini o cılız sırtlanında taşıyışlarını izledim. Yarım saati geçen otobüs yolculuğundan bu yana ilk defa gülümsemeye başladım.

Pencereden manzaraya bakan yanımdaki genç adam “Hoş değil,” dedi. Ceketindeki yaprak rozetinden anlaşılacağı üzere Kanadalı’ydı. Uzun boylu, iri yapılı, açık renk gözlüydü ve omuz hizasında kahverengi saçları vardı. Yanındaki arkadaşı, onun daha küçük bir versiyonu gibiydi. İki adam da taşlanmış kot, aynı tip sandalet ve ceket giymişti.

“İkinci gelişiniz mi?”

“Bu senin ilk seferin mi?” diye sordu adam cevap vermek yerine. Başımı salladım. “Tahmin etmiştim. Merak etme, buradan sonra manzara biraz daha düzelir. Yine de Bombay’da iyi bir yer yoktur. İnan bana, burası Hindistan’ın en bakımsız şehridir.”

Kısa adam “Doğru söyledin,” diyerek onu onayladı.

“Karşına bir-iki tane hoş tapınak ve İngilizler’in yaptığı fena olmayan büyük yapılar çıkacak. Aslan heykelleri ve pirinçten sokak lambaları falan. Ama gördüklerin Hindistan değil, gerçek Hindistan Manali’de, Himalayalar’da, kutsal şehir Varanasi’de ya da Kerala’da körfezin orada. Gerçek Hindistan’ı bulmak için şehirden dışarı çıkmalısın.”

“Siz nereye gidiyorsunuz?”

“Biz bir ashram’da kalacağız.” diye cevapladı kısa adam. “Poona’daki Raajneesh’ler orayı yönetiyor. Ülkedeki en iyi meditasyon merkezidir.” İki çift açık mavi göz, tek doğru yolu bulduğundan kesinlikle emin insanların neredeyse eleştirel ifadesiyle bana dikilmişti.

“Kalacak mısın?”

“Efendim?”

“Bir otelde kalacak mısın, yoksa Bombay’a günübirlik mi geldin?” Camdan dışarı bakmak için başımı bir kez daha çevirirken “Bilmiyorum,” dedim. Bu doğruydu. Bombay’da kalayım mı, başka bir yere gideyim mi kararsızdım. Ne yapacağımı bilmiyordum ve umrumda da değildi. O sırada Karla’nın bir zamanlar ‘dünyadaki en şaşırtıcı ve tehlikeli hayvan olarak nitelendirdiği cesur, sert ve herhangi bir planı olmayan bir erkektim. “Bir planım yok ama sanırım Bombay’da bir süre kalacağım.”

“Şey, biz bir geceliğine burada kalıp yarınki trene bineceğiz. Eğer istersen birlikte bir oda paylaşabiliriz. Üç kişi olunca daha ucuza gelir.”

Adamın tasasız, mavi gözlerine baktım. Belki de oda paylaşmak iyi olur, diye düşündüm. Onların gerçek belgeleri ve rahat gülümsemeleri, dikkatleri sahte pasaportumdan uzaklaştırırdı. Belki de böylesi daha güvenliydi. “Hem böylesi daha güvenli,” diye ekledi adam.

Arkadaşı da “Evet, doğru,” diyerek onayladı.

Soğukkanlı olmaya çalışarak “Daha güvenli mi?” dedim.

Otobüs üç-dört katlı binalar arasındaki dar yollardan daha yavaş ilerlemeye başladı. Trafik, otobüslerin, kamyonların, bisikletlerin, arabaların, öküz arabalarının, küçük motosikletlerin ve insanların karmaşası içinde, esrarengiz bir şekilde akmaya devam ediyordu. Eskimiş otobüsümüzün açık pencerelerinden burnumuza baharat, parfüm, dizel yakıtı, öküz gübresi kokuları buharlı ama fena olmayan bir karışım halinde doluyor, alışkın olmadığımız bir müzikle birlikte her yerden insan sesleri geliyordu. Her köşede Hint filmlerinin reklamını yapan devasa afişler asılıydı. Uzun boylu Kanadalı’nın arkasında görünen afişin olağanüstü renkleri uzayıp gidiyordu.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıShantaram
  • Sayfa Sayısı863
  • YazarGregory David Roberts
  • ISBN9786054228379
  • Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviArtemis Yayınları / 2020

Yazarın Diğer Kitapları

Beriahome Harf Kupa

Aynı Kategoriden

  1. Siddhartha ~ Hermann HesseSiddhartha

    Siddhartha

    Hermann Hesse

    Brahmanın Oğlu Evin gölgesinde, ırmak kıyısının güneşinde, sandallar arasında, söğütlerin, incir ağacının gölgesinde arkadaşı Brahman oğlu Govinda’yla birlikte büyüdü Siddhartha, Brahmanın yakışıklı oğlu, yavru...

  2. Şifre ~ Camilla Lackberg-Henrik FexeusŞifre

    Şifre

    Camilla Lackberg-Henrik Fexeus

    Korkunç bir cinayet… Dedektif Mina Dabiri daha önce böyle bir vakayla hiç karşılaşmamıştır. Bir parkın hemen dışında kılıçlarla delinmiş bir sihirbaz kutusu ve içinde...

  3. Üç Öykü ~ Gustave FlaubertÜç Öykü

    Üç Öykü

    Gustave Flaubert

    Üç Öykü, Gustave Flaubert’in yalnızlık, şüphe, aşk temalarına odaklandığı “Saf Bir Yürek”, “Konuksever Aziz Julien Söylencesi” ve “Herodias” adlı öykülerinden oluşuyor. Daha ilk yayımlandığında...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur