Kâtip diğer dosyayı önüne çekerken Çavuş yanlarından ayrıldı. İsrael onun arkasından göz ucuyla bakarken, ‘acaba bir şeyler ters gider mi’ diye düşünüyordu. Mülteciler Komiserliğinin göç işlerinin düzenlenmesiyle ilgili birimin bürosundaydı. Buraya gettoda yaşayan Yahudilerin dişinden tırnağından biriktirdiklerini getiriyordu; para toplayabilmek için giysilerini satmaya çalışanlar, altın dişlerini sökenler kadar, angarya işlerinde çalışarak hiç olmazsa birkaç frank katkıda bulunarak biriktirilen paralar da getiriliyordu. Ancak ilaçlar işe yaramıyordu; salgın hastalıklara karşı, tükerbüloz, sarı humma, sıtma gibi hastalıklardan yüzlerce kişi ölüyordu. Yakında iyileşmeyi isteyen Yahudi de kalmayacaktı: Ya göç fırsatı yakalayacaklardı ya da öleceklerdi.
***
Giriş
Nürnberg Mahkemesi…
Yargıçlar kurulu kararı açıklanıyordu. Kimi sanıklar geçmişin tanıklıklarından düşüncelerini uzaklaştırmaya çalışırken, bakışları koca salonun tavanlarında dolaştı. Yüzleri solgundu. Nihayet o an geldi. Nazi Almanya’sının en güçlü adamlarından birinin adı söylendi:
“Marshall Hermann Göring…
“İnsanlığa karşı işlenen suçlar… Savaş suçları… Cinayet, imha etme, köleleştirme, sürgün… Politik, ırkçı ya da dini temele dayanan zulüm… nedeniyle, kasıtlı ve etkin cürüm suçundan: İdam… ”
Dinleyici koltuklarının arasında kısa bir mırıltı dolaştı.
Şimdi yeni isimler okunuyordu:
Hans Frank.
İdam…
Alfred Rosenberg.
İdam…
Julius Streicher.
İdam…”
Bu kararlar 18 Ekim 1945 ile 1 Ekim 1946 arasında Uluslararası Askeri Mahkeme’nin barışa karşı işlenen suçlar, savaş suçları ve insanlığa karşı suçları araştıran ve bu suçları işlemek için yapılan komploları gerçekleştirenlere karşı açılan davaların sonucunu bildiriyordu. O gün Nürnberg’de savaş suçluları yargılandı. Yirmi kişi ölüme mahkûm edildi; üç sanık ömür boyu hapis, dördüne on yıldan yirmi yıla kadar değişen hapis cezaları verdi. Sanıklardan üçü beraat etti. Bu tarihten sonra Alman adalet yönetimi, Alman Yabancı Ofisi, Alman Yüksek Komutanlık üyelerinin yargılanması için başka davalar açıldı, ABD askerî mahkemeleri Uluslararası Mahkeme himayesi altında önde gelen Nazi doktorları yargıladı. Dava süreci daha çok Savaş Suçları Merkez Başkanlığı (Office of the Chief of Counsel for War Crimes) aracılığıyla canlı tanıklıklarla şekilleniyordu. İsrael de tanıklar listesine ismini yazdırmıştı.
Onun yargılamaların esasını teşkil edecek gerçek bir dramı vardı.
Ocak 1941, Almanya – Frankfurt
İsrael, onca Yahudi arasında ‘mutemet’ güvenilirliğine layık görülmüştü. Binanın ikinci katında, elleri dizinin üstünde tahta kanepeye oturmuş, içerden çağrılmayı bekliyordu. Heyecanını pek az dışarı vururdu ama yine de kendinden emin olamıyordu; çağrıldığında hiçbir şey söylemeksizin içeri girdi. Üstünde siyah bir ceket, içine rengi solmuş bir beyaz gömlek giymişti. İçeri girerken şapkasını eline aldı. Hareketleri dikkatli ama tereddütlüydü. Kendi kendine, sakin olması için mırıldanıp durdu. Alttan bakışlarla tekrar tekrar elbisesinin düzgün olup olmadığını kontrol etti.
Sol tarafta bir ızgara fırının üstünde çaydanlık tütüyordu. Kâtip, başını ona doğru kaldırdı.’ ‘Gel,’ diye işaret etti.
Muhasebe kâtibi yerine geçerken Çavuş da elindeki bir şeye dikkat çekerek dosyayı işaret etti.
İsrael dosyayı uzattı. Diğer elinde ikinci bir zarf tutuyordu.
“Bu… Bu da benim sertifikam…” Terliyordu.
“Buraya kaçıncı gelişin,” dedi Çavuş.
“Bi..bilmiyorum..Emin değilim…belki yirmi….yirmi beş…yirmibe-e..beş….. evet.”
“Demek buraya geliş nedenini biliyoruz,” dedi. Kâtip,
“O zaman neden oyalanıyorsun, makbuzları ver.”
İsrael bu seremoniyi iyi biliyordu ancak bu kez biraz şaşkınlık vardı üzerinde. Bu haliyle kendine cesaret vermekte pek başarılı sayılmazdı.
“Diğer elinde ne var?
“ZVfD’nin kâğıtları Efendim.”
İsrael giderek katılaştığını kabul ediyordu. Bunun üzerine kaslarının bağını biraz esnetmek için vücut ağırlığını sağına-soluna yüklenerek atlatmaya çalıştı. Bu duygular bazen iyi sonuçlar verebilir, ya da insanı komik duruma da düşürebilir. Nitekim Katip gözlüğünün üzerinden bakıp gülümsedi. İskemlesini öne çekti. İsrael bilmeden-istemeden Kâtibin gözlüğüne odaklanmıştı.
“Hadi… ZVfD’nin kâğıtlarını ver.” Sonra zarfı alıp içine bakmadan, ikinci önemli derecede bir iş gibi Çavuş’a uzattı. “İçeri haber ver,” dedi.
İsrael hayatının sertifikalarının bulunduğu zarfın akıbetine bağlı olduğunu biliyordu. Burası Mülteciler Komiserliğinin göç işlerinin düzenlenmesiyle ilgili birimin bürosuydu. Bu ofise gettoda yaşayan Yahudilerin dişinden tırnağından biriktirdiklerini getiriyordu; giysilerini satmaya çalışanlar, altın dişlerini sökenler kadar, angarya işlerinde çalışarak hiç olmazsa birkaç frank katkıda bulunarak biriktirilen paralar buradaki hesaba yatırılıyordu. Ancak Nazilere ödenen bu ilaç paraları bir işe yaramıyordu; salgın hastalıklara karşı, tüberküloz, sarıhumma, sıtma gibi hastalıklardan yüzlerce kişi ölmekteydi. Yakında iyileşmeyi isteyen Yahudi de kalmayacaktı: Ya göç fırsatı yakalayacaklardı ya da öleceklerdi.
İsrael masanın karşısında büyük bir saygıyla bekliyordu.
Kâtibin önünde, masanın üzerinde siyah deri kaplı bir defter duruyordu. Parmağını defterdeki bir satırın altına getirdi, sonra hemen yanındaki makbuza bakıp numarayı kaydetti. Yahudi göçmenlerin vize kartlarına işleyecekleri sağlık raporlarını veren kuruluşa üç bin marklık maddi destekti bu. Önünde Cedit Bohj’un not pusulası vardı, adını kaydettikten sonra rakam hanesine bağış tutarını geçirdi. Sonra çekmecesinden şömiz kaplı kırmızı defterlerden birini çekti. Aynı rakamı şimdi de kırmızı deftere kaydedecekti. Kırmızı defterin kapağında üçte bir boyutta siyah kenarlar içinde altın yaldızla parlayan gamalı haç resmi dikkat çekiyordu. Kâtip dosyaya rakamları geçirirken onun her hareketi, hatta her soluk alışverişi İsrael’in zihnini daha da bulandırıyordu.
Çavuş Komutanın odasından çıktığında İsrael arkasına dönüp dönmemekte kararsız kalacaktı. Her şey, birkaç dakika içinde Komutanın odasında verilecek karara bağlıydı. Kapıya doğru hafifçe yan döndü. Çavuş eliyle ona gel işareti yaptı.
İçerdeki SS Subayı otuzlu yaşlarındaydı, alabros kesilmiş saçları, gölgeliğe göre beyaz gri arasında daha da koyulaşan sert hatlarıyla tam bir görev adamı ciddiyetiyle bekliyordu. Gümüş fincan içinde kahvesini yudumluyordu. Diğer elinde göç sertifikası evraklarından bir sayfayı evirdi-çevirdi. Sesinde kararlı ama imalı tonuyla:
“Buradan ayrılmak istiyorsun değil mi?” dedi.
Ne cevap verecekti İsrael. Amansız bir baskıdan kaçmak istediğini nasıl söyleyecekti? Son aylarda tutuklamalar ve gettolara sürülmeler daha da hız kazanmıştı ve bugünlerde giderek daha büyük sayıda ve daha organize bir şekilde toplama kamplarına götürülüyorlardı.
Kafasını önüne eğdi, “Nasıl emrederseniz,” dedi. Şansını zorlamanın hata olacağını düşünüyordu. Komutanın elindeki ZVD’nin kâğıtları, göç sertifikaları yerine geçiyordu. Ancak göç kararı onaylanacak mıydı?
İsrael bugün cemaatinin mutemetliğini yerine getirirken bu kez ailesini de kurtarmak için buradaydı. Pencere duvarında, köşede küçük bir kitaplık yerleştirilmişti. İsrael gözlerini kaçıracak bir köşe aramasına rağmen o kitaplıktan bakışlarını ayıramadı.
Odada büyük boy bir saat vardı ve tiktakları duyuluyordu.
Subay kuşkuyla o yana baktı, sonra başını hafiften dikleştirerek kahvesinden bir yudum daha aldı.
Bu sırada Kâtip bağış defterini getirip masanın üzerine açık bir şekilde kibarca bıraktı. Komutan ağır hareketlerle defter sayfasını şöyle bir kontrol etti. Sonra sertifikaya baktı, birkaç sayfadan oluşan kâğıtları küçük parmak hareketiyle birbirini üstüne topladı. Hâlâ karar aşamasındaydı. Nihayet bir sayfanın altına imza atıp, zarf ve kâğıtları Yahudi mutemede vermesi için Çavuş’a uzattı.
“Aileni güvenceye al, ama bir daha buralara gelme,” dedi İsrael’e, “Ayrıca gittiğin yerde Cedit Bohj şirketini unut,” dedi.
“Eee… e, emredersiniz…” Odadaki duvar saati gongu çaldı: saat onbiri gösteriyordu.
Cedit Bohj’a ilgi gösterecek zaman değildi, hatta bu cümleyi duyduğundan bile emin değildi. Artık heryer, odanın içi ve hayatının geri kalanı hep bu cümlede yankılanacak bir gelecek vaat ediyordu:
“Cedit Bohj’u unut!’
İsrael koşarcasına Polis Müdürlüğü’nden çıktı. ZVfD’nin kâğıtlarını gösterirken duyduğu korku ve ümidi nasıl tarif edeceğini hâlâ bilemiyordu. S.S. subayı istese elindeki kâğıtları yırtar ve oracıkta hapse attırabilirdi, ya da vurabilir, gettoya atabilir veya ailesini yok edebilirdi.
Az sonra kış ayının soğuk ve karlı havasını içine çekerek puslu geceye karıştı. Biraz ilerisinde Main nehri ay ışığında yakamozlarını karanlığa bırakıyordu.
Şimdi yıllar sonrasında, Nürnberg Mahkemelerinde o S.S. Subayıyla tekrar karşılaşmayı ummuştu. Ancak İsrail’li yetkililer ön soruşturma sonrasında davanın gidişine ayrıca çok büyük katkıları olmayacağını söyleyerek ifadesine gerek duymadılar.
Böylelikle Doktorlar Davası olarak adlandırılan davada bir tanık eksik kalacaktı. Nazi Savaş Suçluları mahkemelerinde tanık sıfatıyla adını yazdırırken dava dilekçesinde bir satırla Cedit Bohj’dan söz etmişti İsrael.
Çok geçmeden de kendi ülkesinde kuşkulu bir kazaya kurban gitti.
BİRİNCİ BÖLÜM
1
Oval ofisin yan odasında Savunma Bakanlığının üst düzey temsilcisi Mr. Jay sabah mesaisine başlıyordu. Sekreteri bugünkü randevu programını okumak için yanına geldiğinde kahvesi elinde pencereden dışarıya bakıyordu.
“Günaydın Mr. Jay.”
Karşı duvarda Başkan’ın resmi, sağında, duvarı yandan dönerek uzanan geniş bir büfe yerleştirilmişti. Geniş salonun yer halısı lacivert renkteydi.
“Günaydın Emily, bugün kimlerle uğraşacağız,” dedi Mr Jay.
“Saat dokuzda yeni teknoloji ekipmanlar için gizlilik şartlarının değerlendirileceği görüşmeler var, yan odada konuyla ilgili hazırlık toplantısı için uzmanlar sizi bekliyorlar. Saat onda uçak şirketlerinin savunma işbirliği projeleri için pazarlık şartnameleriyle ilgili bazı talepler değerlendirilecek. Öğlen arasında kontratlar konusunda kısa bir değerlendirme toplantısı yapacaksınız.”
Mr. Jay masanın arkasına doğru yürüdü. “Evet, yarın Savunma Sekreterine bu konunun detaylarını sunacağız.’’
Başka?”
“Saat 14.00’de bütçe görüşmeleri için bilgilendirme içeriği taşıyan taslaklar Temsilciler Meclisi raportör üyeleri sekreterleriyle tartışılacak, saat 15.00 da CIA ile toplantınız var, ancak dostlarımız zaten şimdiden buradalar, yine de randevu defterine bir saat ayrılarak not edildi.”
Jay sekreterin konuşmasını dinlerken kahvesinden bir yudum aldı.
“Saat 16.00 da Pentagon’dan ziyaretçiniz gelecek, isteğiniz üzerine toplantının konusu kayda geçirilmedi; General’ le görüşmeye hazırlık için CIA’nın hazırladığı raporları öğlen inceleyebileceğinizi düşündüm, toplantı çalışma ziyareti şeklinde geçecek.”
Pentagon, diye içinden tekrarladı Mr. Jay, bugünkü ilgileneceği konuların ana teması bir çeşit ‘sır sayfaları’ üzerine odaklanmıştı. Üzerlerinde gizlilik yasağının kalkması için belli bir tarihi geçmesi gereken bilgilerin dosyalarıydı bunlar. Bazılarının önemi de yalnızca tarihle ilişkili olamayıp, Başkanlık Sarayının bugün ki görüşme maratonunda geleceğe ait bir konu üzerinde çalışılacak bir konuyla bağlantılı olmasıydı. Özel uçuş güvenliklerinin verileceği gizli kodlar Amerikan Ulusal Güvenliğini ilgilendiren acil durum senaryolarına göre bir takım prosedürlere bağlıydı; bunların arasında özellikle terör saldırılarına ilişkin geliştirilen bir takım önlemler yanında Ulusal Güvenlik kodlarının sivil uçuşların koordinasyonunu düzenleyen bir çalışma başlatılmıştı.
Savunma Bakanlığının bu konulardaki yeniliği sivil amaca hizmet eden uçakların da gerektiğinde frekans bozucu ya da sismik hareketlenmelerinin izlenmesine kadar pek çok veriyi kaydeden bir kontrol mekanizmasıyla denetlenmesiydi. Bu tür konular Savunma Müsteşarlığında pek çok alternatifleriyle incelenir değerlendirilirdi. Bu teknoloji sır tutulması gereken bazı ‘aksaklıları’da içeriyordu.
Mr. Jay bir ara düşüncelerine o kadar daldı ki yalnız olmadığını unuttu, çok geçmeden sekreterine dönerek, “Teşekkür ederim Emily,” dedi, “sen olmasaydın ne yapardım bilmiyorum.”
Emily bu iltifatta kadınların hoşlanacağı türden bir kompliman da hissetti, bu küçük şakasına gülümseyerek karşılık verdi. “Sizinle çalışmak büyük zevk Efendim,” dedi.
“Bu arada, dün istediğiniz dosyaları da masanızın çekmecesine bıraktım Efendim.”
Mr Jay tebessümünü dondurarak, sadece bir söz söylemiş olmak için ‘teşekkür ederim,’ dedi. Çekmeceye bırakılan dosyayı çekip aldı. Kapakları birbirine bağlayan çıtçıtı çekti, açtı.
İlk sayfada, ‘Gizli’ ibareli turuncu dosyanın kapağında Beyaz Uyku yazıyordu. Başlangıç bir bilgilendirme notuyla açılıyordu:
“HAARP: Yüksek frekans Aktif Auroral ARAŞTIRMA Programı. (HP)
İlk deney yeri: Alaska
İşlev: Yüksek enerjili radyo aktarımı
Teklif: Donanma Araştırma Bürosu, Hava Kuvvetleri
Araştırma Laboratuarı
Mr. Jay bu sayfadaki bilgilerin Yıldız Savaşları Füze Savunma Projesi’nin bir parçası olduğunu biliyordu.
Sayfayı çevirmeden önce dipnotu okudu:
Açıklama: HP radyo sinyalleri elektrik dalga boyunu aşırı derecede düşük frekansa indirger. Atmosferin elektrik yüklü katmanı olan iyonosfere gönderilir ve burada hafif bir ısınma meydana gelir. (ELF) Elf dalgaları radyo dalgaları insan beyninin elektriksel faaliyetleriyle aynı frekansta çalıştığı için çok yönlü bir zihin kontrol aracı olarak da kullanılır…”
Son satırın üstünden bir kez daha geçti:
“…zihin kontrol aracı olarak da kullanılır.”
Bu satırı okuduktan hemen sonra CIA’nın toplu zihin kontrolü yaptığı denemeler aklına geldi. Bunlar Teksas Waco’daki Branch Davidians inananların üzerinde denenmiş, ayrıca Guantanamo Körfezi ve Ebu Garib hapishanesindeki Müslüman esirler üzerinde uygulanmıştı. Projeye MK-ULTRA adı verilmişti, bu proje Kore savaşı sırasında yakalanan ABD askerlerine yoğun beyin yıkama uygulandığına dair gelen raporlar nedeniyle karşı savunma-taktik güç geliştirmek üzere başlatılmıştı; program ELF radyo dalga teknolojisi, hipnoz, bilinçaltına mesaj verme tekniklerinin de kullanıldığı bir uygulamaydı.
Ancak raporda ELF dadyo dalgalarının özelliklerine ilişkin pek bir bilgi yoktu. Ancak iki paragrafla HAARP teknolojilerinin iyonosferin yapısından yararlanılarak dünyanın elektrik alanı üzerinde çalışmalarından söz ediliyordu.
Bu alanlar uçak rotasyonlarının etkilendiği bölgeler olduğundan Mr Jay bugünkü görüşmeler sırasında uçak şirketleriyle yeni teknolojik ekipmanlar için gizlilik şartlarının değerlendirileceği görüşmeler yapacaktı.
Ancak karar merciini etkileyen taraflar arasında Pentagon’la tartışmalar sürüyordu, pürüzler hâlâ giderilememişti. Ulusal Güvenlik Ajandasına giren bir deney için CIA ve Savunma Sekreteri’nin desteğiyle uygulama projeksiyonlarının hazırlanması gerekiyordu.
Mr. Jay dosyadaki ilk sayfaları üstten, kenarından geriye çekerek açtı.
Ara başlıkta, tarih 1984. Yer: Afganistan Belh kenti yakınları diye not düşülmüştü.
Mr. Jay o günleri hatırlamak için açıklama notuna ihtiyaç duymuyordu. Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgaline karşı Pakistan ve kuzey savunma alanını kurmak üzere bölgeye asker gönderildiği o yıllarda Amerika İslam ideolojisini kullanarak Sovyetlerin yumuşak karnını yoklama fırsatı da buluyordu. Amaç ‘İslam adına’ savaşçı bir güç kanalıyla hem Arap ülkelerinin desteğini almak hem de Orta-Asya coğrafyasında Taliban ve yandaşları kanalıyla Amerikan sempatisini artırmaktı.
Bu amaçla bir yandan yerel halkla dayanışma ve silah gücü artırıldı; özellikle havan toplarıyla yapılan baskınlar çok başarılı olmuştu, ayrıca ‘Mücahitlik’ aktif bir savaşma felsefesi anlamında gerilla taktiklerinde yer almaya başladı. Özellikle Filistin’den gelen destek guruplarıyla intihar bombacıları yetiştirilmeye başlanınca Rus askerlerinin hareket alanı felç oldu.
Bu savaş sırasında Amerika çok önemli bazı teknolojik çalışmalarını da test edebilme olanağı bulmuştu. Belh yakınlarında yer altında Rus uçaklarının radarlarını bozmak üzere bazı sistemler kuruluyordu. Ruslar araştırma sonuçlarına dayanarak bu teknolojiye ilk etkisi itibariyle ‘vızıldayan’ bir ses ya da BEYAZ UYKU adını vermişti. Amerikalılar da Rusların bu siber-silahı ele alış biçiminden haberdar olmuşlardı. Bu konu Yıldız Savaşları projelerinde iki ülkenin karşılıklı olarak birbirinin kırmızı çizgilerini oluşturduğundan atmosferin üst tabakalarında bir hâkimiyet savaşı vardı. Ancak durum kamuoyunun gözünden kaçırılıyordu.
İkinci sorun hem Amerikalıların hem de Rusların bu konudaki test çalışmaları henüz mükemmel çalışmıyordu. Örneğin 2003 yılında uzay mekiği Columbia’nın HAARP testleri sırasında vurulması ve Trans World Airlines 800 uçuş numaralı uçağın düşmesi de aynı nedenle olmuştu.
Savunma Müsteşarı hangi bilgilerin ne kadarının saklanması, ya da paylaşılması üzerine düşünüyordu. Generalle bu konu üzerinde sıkı sıkıya tartışacakları kesindi. Pentagon’dan gelecek General’in düşünceleri henüz net değil diye içinden geçirdi. Oysa bu operasyonun temelleri her iki birim tarafından çok önceleri atılmıştı. Fikir Tesla’nın kamuoyuna açıklanmayan notlarının okunmasından sonra çıkmıştı ve elektromanyetik radyasyonun iletimi ve dönüşümünü içeriyordu.
Yani HAARP adı verilen üst teknoloji çalışmalarının bir sonucuydu.
Ölmeden önce Tesla’nın en önem verdiği projelerden biri elektromanyetik radyasyon -frekanslarının- beynin sinir hücrelerinde üretilen enerjiye yaklaştırılmasıydı.
CIA bu fikri alıp insan zihnini kontrol etmek için kullanmaya çalıştı.
RESURRECTION böyle bir projeydi.
Aynı fikirden hareketle MK-DELTA uygulandı, bio-kimyasallar kullanılarak sorgulama yöntemlerinin geliştirilmesini içeriyordu.
MK MINDBENDER ise çeşitli hipnoz ve ilaçlar kullanılarak suikastçılar yetiştirmek için kullanıldı.
Bu konularda halkın bilgilenmesi daha çok Komplo Teorileri adındaki filmde olmuştu. Elbette bu film gibi birçok Holywood senaristinin çalışmalarıyla kamuoyu bu teorilerin bir kısmının gizli amaçlarla Hükümetçe kullanıldığını öğrenmiş oldu. Ancak en büyük etki çok önceleri, 1974’ den hemen sonra CIA deneyleri hakkında The New York Times’a sızdırılan bir haberle oldu, ardından Kongre soruşturması açıldı ve Başkanlık komisyonu kuruldu.
Başkan Ford 1976’da insanlar üzerinde kendilerinden rıza alınmadan deney yapılmasını yasaklayan Başkanlık Emri çıkardı. Carter bu emrin kapsamını genişletti, 1982’de Reagan, rızaları olsa bile insanların denek olarak kullanılmasını yasaklayan kararı aldı. Böylelikle ‘elektromanyetik radyasyonun beynin bio-elektromanyetik faaliyetlerine müdahale etmek,’ için kullanılması yöntemleri Amerika’da yasadışı ilan edildi.
Bu nedenle Mr. Jay General’in askeri kanattan verilecek desteklerle ilgili koordinasyon kuryeliğini biraz da sıkıntılı bir şekilde yerine getirdiğini biliyordu. Fakat Hükümetin kararı Amerika’da geçerliydi, başka ülkelerde Başkanlığın kararını çiğneyebilirlerdi!..
Pentagon deney alanı olarak Türkiye’nin seçilmesine çekince koymuştu. Üstelik uygulanış biçimine de karşıydı; kontrol tümüyle Hükümet yetkililerinde olmayacaktı ki bu da kuşkuları arttırıyordu. Üstelik CIA, Cedit Bohj adlı uluslar arası bir şirketin patent uygulamalarını bahane ederek sorumluluğu üstüne almayacaktı. Kısaca CIA – Cedit Bohj işbirliğine Asker kuşkuyla yaklaşıyordu. Ancak daha önceleri de Savunma Bakanlığı bu konuda şirketlerle bazı işbirliğine gitmişti.
Kısaca sabah ve öğlen yapılacak pek çok görüşmenin ticari boyutta olmasına karşın akşamüstü General ile yapacağı toplantı Mr. Jay’i daha çok düşündürüyordu. İlk bakışta askeri olarak nitelendirilecek bu toplantının sonuçları belirsizdi.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıSur - Beyaz Uyku
- Sayfa Sayısı250
- YazarOsman Özbaş
- ISBN9786055249175
- Boyutlar, Kapak13x21, Karton Kapak
- YayıneviMea Kitap / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Düğümlere Üfleyen Kadınlar ~ Ece Temelkuran
Düğümlere Üfleyen Kadınlar
Ece Temelkuran
Çok Satan ‘Muz Sesleri’ Kitabının Yazarı Usta Gazeteci Ece Temelkuran’dan Yine Çok Satacak, Gündem Oluşturacak Bir Roman!.. Bir kadının kalbini fena kırmış bir adam…...
- Evvelotel – Saklı ~ Ayfer Tunç
Evvelotel – Saklı
Ayfer Tunç
Ayfer Tunç, ona 1989’da Yunus Nadi Öykü Armağanı’nı getiren Saklı’yı üzerinden 17 yıl geçtikten sonra Evvelotel’e dahil etti, deyim yerindeyse sakladı: “İlk yayımlandığında bağımsız...
- Aşk Notası ~ Aydilge
Aşk Notası
Aydilge
Kayıp Bir Notayım Ben! Ellerimi Tut. Düşüyorum. Yaklaştır Dudaklarını. Kalbimin Müziğini Duyamıyorum. “Sen gelmeden önce kendimi ölümün ucunda sallandırıyordum. Sense ipimi çözüp beni kalbine...