Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Varamayan
Varamayan

Varamayan

Ahmet Büke

Bak oğlum, dedi. İnsan dediğin yozdur. Hem de Kayacık kayasından daha karadır yüzü. İnsan ne işe yarar? Bir boka yaramaz. Ama karga dediğin mübarek…

Bak oğlum, dedi. İnsan dediğin yozdur. Hem de Kayacık kayasından daha karadır yüzü. İnsan ne işe yarar? Bir boka yaramaz. Ama karga dediğin mübarek hayvandır. Onu bunu ayırmaz, bulduğunu yer. Sonra bak insanlar ceviz dikmez. Fenalık getirir diye. Halbuki en büyük fenalık kendinden çıkar.

Ahmet Büke, doğup büyüdüğü yerleri ve insanları günlük hayatları üzerinden ustalıkla anlatan öyküleriyle başta Sait Faik Hikâye Armağanı olmak üzere çeşitli ödüllere layık görüldü. Yeni öykü seçkisi Varamayan’a adını veren uzun öykü kırılgan ve saf Ahmet’in askerden eve dönüş macerasını, yol boyunca karşılaştığı güçlükleri anlatıyor. Sıla arzusunu, yersiz yurtsuzluğu, özlemi, kederi ve günlük hayatın kalbindeki tuhaflıkları gözler önüne seren bu öyküler yaşadığı topraklarla bütünleşmiş bir yazarın duru üslubu ve benzersiz gözlem yeteneğiyle öne çıkıyor.

İçindekiler

I. BÖLÜM
Varamayan Ahmet…………………………………………………….. 15
II. BÖLÜM
Eski Ağrı …………………………………………………………………. 47
Ejderhanın Endişesi…………………………………………………… 51
Nefes………………………………………………………………………. 57
Ateşe Ne Diyelim …………………………………………………….. 59
Yurtsuz Duyan …………………………………………………………. 63
Hayat Tuhaf! ……………………………………………………………. 67
İnsan İlişkileri ve Buzdolabı………………………………………… 71
Bazı Tuhaflıklar Geri Döner!………………………………………. 75
Eksi Yerçekimi………………………………………………………….. 79
Yine Acıktık …………………………………………………………….. 83
Sevdiğimiz İnsanlar Sevdiğimiz Kediler………………………… 85

I. Bölüm

VARAMAYAN AHMET

Zaman zaman

Saros Körfezi güneşin altında yanan bir suydu. Tepeden denize doğru kendini bırakan rüzgâr, tel örgünün berisindeki eski koruganlara ıslıklarla çarpıyor, taşlık sahile varır varmaz da çakıllara sürünüp kayboluyordu. Koruganlara giden eskinin ağaç telefon direklerinden kalanlar, ayakta donmuş ölüler gibi dizilmişti. Dayanamamış direklerin çürüyen bedenleri, yuvarlandıkları küçük hendeğin içinde çalılarla bodur alıçlara karışıyordu. Bahar geldiğinde, yağmurlardan sonra sabaha karşı esen soğuğun getirdiği kırağı artık düşmez olduğunda, o çukurluktaki zehirli mantarlar toprağı iterek, üzerlerindeki ölü yaprakları, eski yıllardan düşmüş çam pürçeklerini, hatta bazen askerlerin buruşturarak attıkları, güneşte solmuş sigara paketlerini aralayıp dünyaya bakardı. Sigaralardan kalanları anlatmaya değer.

Zira çöpler tarihi ele verir. Onlar zamanın peşinden koşup gelen yaramaz çocuklar gibidir. Koruganların kullanıldığı zamanlarda daha çok sarma sigara içenlerin izleri bile kalmamıştı. Çünkü etraftaki köylülerin “Büyük Harp” dedikleri, Süvari Taburu’ndaki yazıcının ikinci bölük üsteğmeni Şerif Ali Bey’in masasının altından araklayıp sayfalarını helada kullandığı gazetenin karabaşlıklarının İkinci Cihan Harbi diye bahsettiği yıllar ardı ardına çoktan devrilmişti. Sarma sigaraya düşkün erat ağır ağır kaybolurken başka şeyler de değişti. Mesela süvari sınıfı lağvedildi. Atlar, katırlar ve nasıl olduysa her sayımdan düşülen ama yekûn yemden daima payını alan az sayıda –belki de aşağıdaki köyden kaçıp gelmiş– eşekler, Gelibolu hayvan pazarında açık arttırma usulü satıldı. Yerlerine gıcırdıyan, inleyen, kükremek istediği zaman durup güç biriktiren zırhlılar geldi. Topçu katıldı, istihkâm büyüdü, elbette piyadenin de mevcudu arttı. Hatta epey sonraları, büyük içtima alanında “Astlarıyla üstleriyle örnek bir tabur: Tov Tov Tov!” diye yürüyen yeni bir sınıf bile belirdi. Yani zamanla genç irisi bir mekanize piyade tugayı kondu araziye. Bitlis, Bafra, Üçüncü, İkinci ve Birinci adıyla anılan sigaralar içildi sağda solda.

Bir defasında sert harman dedikleri Kulüp sigarasının karton tabakası bile çürüdü. Bir zengin çocuğu olmalıydı tiryakisi. Sonra gelsin Silahlı Kuvvetler sigarası gitsin Maltepe, Samsunlar… Hele koruganların arkasına yüksek nöbetçi kulesi dikilip, tugayın sınırları dikenli tellerle iyice bellendiğinde artık burası bir tel nöbetgâhı olmuştu. Elbette böyle bir kelime yoktu: Nöbetgâh. Ama bunu da hem şair hem de bakaya kaçağı bir asker, uzun süren cezalı gece nöbetinde uydurmuştu. Uyuklayan arkadaşını kütüklüğüyle dürterek, “Bak ne güzel kelimeler var,” dedi. “Talimgâh, nişangâh, karargâh, ordugâh.” Sonra arkadaşının göğsüne başını dayadı. “İşte bak şimdi bir nevi istinatgâhtayım.” Terli başının ağırlıyla uyanan arkadaşı eliyle itti onu. Gözlerini ovaladı. Şair efkârlanmıştı. İçinden, “O zaman bu kule de nöbetgâhımız olsun bizim,” dedi. İşte piyade taburunun tel nöbet yerinin şair asker dışında kimsenin kullanmadığı ismi böyle söylendi. Nöbetçilerin sırayla kuleden inip çukurluğun içinde içtikleri sigaraların izmaritleri zamanla üst üste ölüler gibi birikti. Bazen nöbeti iyice boşlayanlar da oluyordu. Silahlarını ve hücum yeleklerini bırakıp birlikte aşağıya iniyorlardı. Öyle olunca daha çok içilen sigaralar yüzünden boşalan, boğazı sıkılan, burulan paketler de yığılıyordu. Bahsettiğimiz bu mevkide, … yılının hıdrellez gecesinde ay geceye asılı lüks lambası gibi sallanıyordu. Tel nöbeti sırası Borlulu Ahmet ve İzmirli Tiring Onbaşı Yavuz’a gelmişti. Bölükten çıkarlarken doldur boşalt istasyonunda sadece Yavuz’un silahı çavuş gözetiminde kontrol edildi. Çünkü Borlulu Ahmet’in üstüne zimmetli tüfeği silahhaneden ona verilmemişti bile. Kâğıt üzerinde piyadeydi Ahmet.

Askerlik çağrı kâğıdı vardı, muayene kâğıdı tamamdı, sülüs kestirmesini de anasının koynuna doladığı gizli cüzdanına sarmıştı. Asker ocağındaki ilk gününde, nizamiyede arkadaşlarıyla sayılmış, sivil giysileriyle sonbahar neminin ıslattığı betona oturmuş, başlarına verdikleri onbaşının neden heyheylendiğini tam anlamadan suçlu suçlu doğrulmuş ama kimseyle tek kelime konuşmamıştı. İçi çok daraldığında nizamiyenin hemen dışındaki küçük açıklıkta boylanmış cılız çamlara doğru bakıp durmuştu. O gün bol kazıklı bir çavuş daha yanlarına gelmeden, yeni askerleri derleyip toparlayıp, adi adımla uzun bir barakaya sürmeden önce nizamiyede bir şey daha oldu. Asker Ahmet’in anası kimseye görünmeden kapıdaki kulübeye sessizce yaklaştı. Camı tıklattı. Yaşlı ve bezgin, emekliliğine gün sayan bir astsubayla fısır fısır konuştu. Kadın Manisa’nın Borlu nahiyesinden çıkıp Yunus oğlu Ahmet’i getirmişti. Şunu dedi:

“Ben Yonus’un ayvazı, Ahmet’in anasıyım.” Kıdemli kademeli Başçavuş Ergün, Yonus’un Yunus olduğunu anladı hemen. Onun doğduğu köyde de öyle derlerdi sabırlı insanlara. “Hayırdır?” dedi başçavuş. Kadın: “Oğlumun adı Ahmet. Kuvvetlidir. Babası Yonus, tez gitti ama iyi yetiştirdim tek başına. Ziyanı olmaz kimseye. Pehlivan gibidir maşallah. Bir kusurcuğu vardır. Aklı kıttır. Yanında olmasam buralara gelip asker ocağına giremezdi.” Başçavuşun içi titredi. Çünkü bir oğlu daha yeni yürümeye başlamışken hastalanıp ölmüştü. O bir Kürt dağında karakol komutanıyken ve başka bir Türkmen dağına gece intikaline hazırlanırken eski, ıhlayan ana telsizden almıştı haberini. Oğlunun boşluğunu sonradan gelen çocukları doldurmuştu ama eliyle gömemediği için belki de –intikale devam etmişti çünkü– içindeki koca obruk öylece kalmıştı. “Neden askere verdin madem çocuğunu, be kadın!” dedi. “Bir hastane kâğıdı yeterdi halbuki.” Yunus’un anası dedi: “Ahmet’in boynu bükük kalırdı. Akranları askerde, o evde. Kahveye bile adamdan sayıp almazlar. Kırlık yerde asker botu bağlamayanın işi zordur.” Başçavuş Ergün –ki piyade taburu karargâh bölük astsubayıydı– zimmetine o günden sonra bir sürü mal, malzeme, demirbaş yanında bir de anasının Ahmet’ini ekledi.

Borlulu Ahmet’in acemi ocağındaki ilk gecesidir Karnım doydu benim. Parlak tasta mercimek yemeği. Demir tasta bulgur aşı; soğuktu biraz o. Sonra yanında üzüm hoşafı içtim. Anam hoşaf bulan geç ölür derdi. Koyun kadar ömrü kaldı onun. Benim günlerim var daha. Karnım tok ya ondan biliyorum. Ben yokken anam ölür belki. Belki de kalır. “Günler çabuk geçer,” dedi bana. Şimdi saçımı kellediler. Hamama gittik. “Kurna başına beş Mehmed,” dediler. Çantama havlu koymamış anam. Evde kapının berisindeki yüklüğümüzde vardı. Ocağımı özledim. Burnumun direğini sızlatıyor yüklüğün kokusu. Çizgili yorganlarımız vardı. Başka? Uzun, hayıt kokan yastıklar bir de. Yüklüğün kapısındaki iki çivide anamla ikimizin havlusu asılıydı. İnşallah unutmam bunları. Hep unuturum ben. Her şeyi unuturum.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıVaramayan
  • Sayfa Sayısı88
  • YazarAhmet Büke
  • ISBN9789750741289
  • Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Gizli Sevenler Cemiyeti ~ Ahmet BükeGizli Sevenler Cemiyeti

    Gizli Sevenler Cemiyeti

    Ahmet Büke

    İki şey bizi hayatta tutar: Tokluk ve kararında hararet. Ben bunlara basarak suyun üstünde kaldım. Onların kökleri de bu iki ihtiyardaydı. İhtiyar diyorum ama...

  2. Yüklük ~ Ahmet BükeYüklük

    Yüklük

    Ahmet Büke

    Biz onlara dedik ki, elbette sizin bilmediğiniz öyküleri biz biliriz. Seni yazdıkların için küçümseyenler bilmiyorlar mı, onların akıllarını açıp yazdıklarını biz koyduk. Zenginlik istediler,...

  3. İnsan Kendine De İyi Gelir ~ Ahmet Bükeİnsan Kendine De İyi Gelir

    İnsan Kendine De İyi Gelir

    Ahmet Büke

    “Gece, Hatçam Teyze’yi eve bırakırken omuzuma dokundu. “Evlatçım, mesarif dediydim ama benim param buğdaylara yetti,” dedi. “Biliyorum Hatçam Teyze,” dedim. “Canın sağ olsun.”  Ertesi sabah yine gün...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Agafya ~ Ertürk AkşunAgafya

    Agafya

    Ertürk Akşun

    Sana yeni bir isim verdim ben, “Agafya” dedim. “Yüce aşk” dedim. Kalbimin en derinine sakladım seni, kimse görmesin istedim. Ve o ismi sadece ben...

  2. Daha ~ Hakan GündayDaha

    Daha

    Hakan Günday

    Siz bu cümleyi okurken, bir yerlerde insanlar, ülkelerindeki savaş, açlık ve yoksulluktan kaçmak için sonu zifiri bir yolculuğa çıkmaya hazırlanıyor. Ancak bu hikâye o...

  3. Arafta Yedi Gece ~ Cihan ÇetinkayaArafta Yedi Gece

    Arafta Yedi Gece

    Cihan Çetinkaya

    Kaygı yarın ve esaret de dün demek; her ikisi de ölerek kavuştular hürriyete nihayet. Lakin yarım kaldı sevda, yarım kaldı aşk; dünyada her ne...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur