Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Vladimir
Vladimir

Vladimir

Julia May Jonas

Ellili yaşlarının sonlarında bir kadın; küçük bir üniversitede ders veren, sevilen bir edebiyat profesörü. Aynı üniversitede öğretmenlik yapan John ile kuralları baştan konmuş, ziyadesiyle…

Ellili yaşlarının sonlarında bir kadın; küçük bir üniversitede ders veren, sevilen bir edebiyat profesörü. Aynı üniversitede öğretmenlik yapan John ile kuralları baştan konmuş, ziyadesiyle özgür bir evlilikleri var. Otuz yıldır işlemiş bu açık evlilik, eski öğrencilerin John’u uygunsuz ilişki ile suçlaması ve hakkında soruşturma başlatılmasıyla arıza veriyor. Kızı ve öğrencileri ondan kocasını terk etmesini bekliyor. O ise sadece evliliğini değil, görünüşünü, kariyerini, kendine dair her şeyi sorguluyor. Tüm bu çalkantılar ve dinmeyen kampüs dedikoduları yetmezcesine, isimsiz anlatıcımızın kampüse misafir öğretmen olarak gelen genç, şöhretli ve evli roman yazarı Vladimir’e karşı saplantısı her geçen gün büyüyor.

Julia May Jonas birçok dile çevrilen cesur ve sarsıcı ilk romanı Vladimir’de bizi ahlaki koşullanmaların insan kalbinin dürtüleriyle çarpıştığı bir bölgeye götürüyor. Karanlık mizahla yoğrulmuş bu kışkırtıcı roman, mahrem dünyalarımızı kaplayan mayın tarlasının haritasını ustalıkla çıkarırken iktidar ile arzunun arasındaki gri bölgeyi gözler önüne seriyor.

Çocukken yaşlı erkekleri severdim, onların da beni sevdiğini anlardım üstelik. Onları memnun etmeye o kadar hevesli oluşum, hakkımda iyi şeyler düşünmelerini onca isteyişim hoşlarına giderdi. Bana göz kırpar, büyüyüp de küçüldüğümü düşünürlerdi. Onlarla kilisede, aile meclislerinde veya arkadaşlarımın ebeveynlerinin arkadaşları olmaları sebebiyle karşılaşırdım. Dans öğretmenlerimin kocaları veya fen ya da tarih öğretmenlerimdi. Beğenileri içimi hazla doldururdu. Çocukluk anılarımda üstümde mavi kuşaklı beyaz bir elbise var. Beyaz elbiseli kızlar. Bu şarkıyı da yaşlı bir erkek yazmış. Öyle giyiniyor değildim ama kendimi, özellikle de yaşlı erkeklerle vakit geçirdiğim zamanları böyle hatırlıyorum.

Kendimi normal bir küçük kız gibi hissettiğim, içimdeki iyiliğin dışıma yansıdığını düşündüğüm de hatırımda. İyilik ve zekâm gözlerimde parlıyor, erkekler, hem de en yaşlı ve huysuzları bile bu ışığı fark ediyordu. Yaşlı erkeklerin keyif almaya meylettiği pek çok şey hâlâ hoşuma gider. Caz, folk, blues, gitar virtüözlüğü. Uzun ve iyi araştırılmış tarihçeler. Varoluşçular ve kaslı yazarlar. Sapkınlık, tuhaf ve şiddet eğilimli suçlular.

Duygusal rock’n’roll. Bayağılık. Şehir hayatıyla ya da kırsalla ilgili amiyane hikâyeleri ve siyasi tarihle ilgili anekdotları da pek severim. Akıllıca şakaları, şakaların mekaniği üzerine konuşmayı, farklı ifade biçimlerini, iskambili ve savaş hikâyelerini de. Ama yaşlı erkeklerin en sevdiğim yanı ve aynı zamanda belki kendimi de ekseriya ellilerinin sonlarında, yaşlıca, beyaz bir kadından ziyade (ki beni ne kadar utandırsa da uluorta sunmakla yükümlü olduğum kimlik bu) yaşlı bir erkekmişim gibi hissetmemin sebebi, yaşlı erkeklerin tepeden tırnağa arzudan ibaret olması. Üstlerinden istek akıyor. Yemeğe, teknelere, tatillere, eğlenceye karşı doymaz bir iştahları var. Uyarılmak istiyorlar.

Uyumak istiyorlar. Arzuları yol gösteriyor onlara; dünyaları arzularından mürekkep. Aklımdaki yaşlı erkekler (bununla belki gençliğimde karşılaştığım, o zamandan beri zihnimde kendini yücelten belli bir yaşlı erkek türünü kastediyor olabilirim) tamamen ve mutlak suretle isteme ve elde etme hissiyatının yön vermediği bir dünya bilmiyor ya da öyle bir dünya hayal etmeyi beceremiyorlar. Bir de bir yatak arkadaşının hayranlığını arzuluyorlar tabii; sadece hayallerinde bile olsa, televizyon ekranlarının mavi ışığından yansısa bile.

Yukarıdaki sözcükleri Vladimir’e ve ahşap sandalyeye dayanmış kumral, biçimli başına bakarken yazdım. Çarpıcı alnı – çıkık da diyebilirsiniz– ışığı yakalıyor, kafatasındaki erkeksi tümseklerin üstünde davul gibi gerilen derisini aydınlatıyor. Kırkında, yüzü yumuşamadan önce sıkılaşan adamlardan. Griye çalan sarı saçı karmakarışık samanlar gibi duruyor, şimdilik epey gürse de gelecek yıllarda kafa derisini göstereceğinin, önünde sonunda da tamamen yok olacağının tehdidini hissettiriyor.

Sandalyede uyuyor, sol kolundaki (zincirlemediğim kolu bu) kıllar ikindi güneşinde parlıyor. Bu kılların güneşte alev alev ışıyan görüntüsü karşısında içimde bir hıçkırık yükseliyor. Parmaklarımı esnek yumuşaklığında gezdiriyorum; dokunuşum minik, nazik bir böceğinki kadar hafif. Sandalye geniş, ortaçağ tarzı, koyu kahve çamdan yapılmış; kullanıldıkça cilası yumuşamış. Eskiciden geldi; ondan önce 9. Otoban’da, şimdi kepenk kapatmış bir birahanedeymiş. Ahşaba isimler ve baş harfler kazınmış, yapış yapış olup kararmış zamanla; bazı çift adlarının etrafına kalpler çizilmiş, bazılarına tarih atılmış.

İlham bulmak istediğimde baş harflere yoğunlaşıyorum. J. S. + R. B. 1987. Bu harflere isimler uyduruyorum: Jehan Soon ve Robert Black, diyelim, AIDS krizinin dehşetinden kaçıp New York City’den eyaletin kuzeyine taşınmış eşcinsel bir çift. İkisi de mimar. Jehan Koreli göçmen bir ailenin oğlu; Queens’te, Flushing’de doğup büyümüş. Robert Black ise Mayflower ailelerinden birinin oğlu, asilzadelerin kara koyunu; soyadının Black olmasında inceden bir oyun var. Viktorya dönemine ait, derme çatma ama büyük bir ev alıp takıntılı bir tarzda döşemiş, Eames koltuk ve pufundan altmışlardan kalma kitsch heykelciklere, bulması ancak internetten, herkesin her şeyin ederini bildiği bu zamandan önceki çağda mümkün olan antikalar, tuhaf tuhaf eşyalar almışlar. Bir gece yeni taşındıkları bu kasabada bir çılgınlık yapıp kendilerini dışarı atıyor ve bir birahaneye denk geliyorlar. Ilık bir bahar gecesi; dışarıda oturuyorlar, romantik bir hava esiyor, yüklendikleri çiçeklerin taçyapraklarını üstlerine yağdıran ağaçların altındalar.

Jehan çakırkeyif olup sevgisini uluorta göstermeye başlıyor, Robert ise kuzeydeki bu taşra kasabasından ve doğrudan Cehennem Melekleri üyesi olmasalar da çeteden ilham alan adamlardan olma gebeş güruhlardan korktuğu için onu itiyor. Çok fena kavga edip eve kızgın dönüyorlar. Jehan aşağılanmış, Robert ise çaresiz hissediyor kendini. Çok daha sonra, araları düzelince, Robert kendi başına birahaneye gidip sandalyeye ikisinin baş harflerini kazıyor ve bu kuzey kasabasındaki hayatlarının ilk yıldönümlerinde Jehan’ı götürüp o sandalyede oturtuyor, kazıdığı harfleri gösteriyor. Sonra ikisi de bir anda alev alıp kül oluyor. Mesela işte. Vladimir hafif hafif horluyor.

Yumuşak, insanı yatıştıran, mırıl mırıl bir horlama. Tatlı, tekdüze bir ses. Onunla yaşasaydım, küçük karısı ben olsaydım kendimi ona sarardım, horlaması ninni olurdu bana; dalgaları yavaşça kıyıya vuran bir okyanusun sesi gibi. Kulübeye çekidüzen verebilirim; içkilerimize sıktığım misketlimonları tezgâhın üstünde ezilmiş yatıyor, vestiyerdeki ayakkabılarımızın biri bir yana biri başka yana bakıyor.

Biraz daha yazabilir, kitabımın üstünde çalışabilirim ama burada oturmak ve Vladimir’in üzerinde kayan ışığa bakmak istiyorum. Bu anın eşikselliğe* mükemmel bir örnek olduğunun farkındayım. Vladimir’in uyanışından önceki gerçeklikte yaşıyorum. Edebî terimlere ergenlik sonrasına özgü bir tutku duyan öğrencilerim de burada olsaydı keşke. Eminim hissederlerdi bunu. Şimdinin mekândışılığı ve zamandışılığı. Anlar arasında bu ânın nabız gibi atan varlığı.

1

Vladimir’i uzmanlık dersinde, sonra aday listesindeki öğretim görevlilerinin katıldığı öğle yemeğinde ve dönem başlamadan önceki sohbetlerde görmüş, konuşmasını duymuş ama onunla teke tek laflama fırsatını güz dönemi başlayana dek yakalayamamıştım. İlk karşılaştığımız sıralarda, tam zamanlı bir hoca sıfatıyla işe alınmasını izleyen ilkbaharda, meslektaşlarımla muhabbet etmek zorunda kalmamak için fakültenin düzenlediği her türlü etkinliğe geç gidiyor ve hepsinden erken çıkıyordum.

Florence’ın üç sandalye uzağında oturmaya bile zar zor katlanıyordum, vajinamdan uzuvlarıma kızgın şimşekler çakıyordu. Öfkemin çıkış noktasını hep vajinamda hissetmişimdir, bundan edebiyatta daha çok bahsedilmemesi oldum olası şaşırtır beni. Sonbaharın ilk demlerinde bir akşam, dönemin ilk haftası, beni evimde ziyaret etti; ilk gerçek sohbetimizi böylece etmiş olduk. Müstakil evimizin oturma odasına esen serin meltemin tadını çıkarırken soda içiyor yalnızsam akşam saat dokuza kadar alkol tüketmemek gibi bir kuralım var (kiloma dikkat etmek için uyguladığım faydalı bir taktik) bir yandan da Amerika’daki cadıların tarihini okuyordum ki zili çaldı.

Kocama suçlamalar yöneltildiğinden beri kurmaca okuyamazmış gibi hissediyordum kendimi. Normalde her yaz derslerimde okutmak üzere en az bir iki yeni hikâye ya da roman alıntısı bulmak için okuma projelerine girişirdim bir heves. Çağdaş seslere daima aşina olmak hem öğrencilerim için hem de benim açımdan önemliydi. Ama bu yaz gözlerim kelimelere odaklanamıyordu adeta. İcat edilmiş dünyalar, kurmacanın bütün uydurmalığı ve çalıntılığı, tüm karakterler… Sundukları her şey nihayetinde çok kıt ve acınası geliyordu. Tarihlere, gerçeklere, sayılara, istatistiklere ihtiyacım vardı. Silahlara yani. İşte burası yaşadığımız dünya ve bu dünyada bunlar oldu.

Literatür tarama derslerimin ilk saatinde Poetika’dan bir parçayı yüksek sesle okumak gibi bir alışkanlığım vardı. Aristoteles burada tarihle şiir arasındaki farkı ve ustalıkla işlenmiş kuramsal şiirin insanlığın neden daha üstün bir temsili olduğunu tartışır. Bu sene bu kısmı pas geçtim. Aslında bu sene, genellikle öğrencilerimi hem sindirmek hem de cezbetmek için önceden enikonu hazırlandığım referans ve alıntılarla bezediğim giriş faslını olduğu gibi pas geçtim. Bu sene kendilerinden ve deneyimlerinden bahsetmelerini istedim.

Bu kararımın arkasında onları tanıma arzumun yattığını söylemek isterdim ama öyle değil. Ders için aldığım notlara şöyle yazmışım: “Onları konuştur! (Kendi düşündüklerinden başka bir şeyle ilgilenmiyorlar zaten.)” Garaja bir arabanın girdiğini duydum, sonra biri evin etrafında dolaşıp hangi kapıya yanaşacağını anlamaya çalışırken kulak kesildim.

Bizim kasabada evlere arka verandadan girmek gibi bir âdet var, evin içi yıkılıp baştan yapılmadıysa mutfağa açılıyor burası, yatılı kalan yardımcıların daha yaygın olduğu, ev içi emeğin insanın zevklerini, seçimlerini ve becerilerini gösteren bir performans olmadığı zamanların yadigârı. Ama Vladimir buralarda yeni olduğu için evin ön girişindeki zili çaldı; o kapı sadece yukarı kata çıkmak için geçtiğimiz soğuk, küçük bir koridora açılıyordu. Kapıyı açtığımda verandada, spot ışıklarının altında öylece dikiliyordu, saçını düzeltirken yakalanmış gibi boştaki elini cebine soktu hemen. Mahcup görünüyordu. Otuzlarımı hatırladım, genç bir anne olduğum, genç babalarla karşılaştığım, onlarla oğullarının ya da kızlarının hangi ilkokula gittiklerini veya karateyi deneyip denemeyeceklerini konuştuğumuz zamanları… Farkında olmadan saçlarına, kılıklarına çekidüzen verdiklerini görmek beni nasıl da heyecanlandırırdı: O yıllardaki cazibemin telaşla boyun büküşüydü bu. Diğer elinde bir şişe kırmızı şarap vardı, koltuk altına da bir kitap sıkıştırmıştı. Ben kapıyı açınca sarsak hareketlerle ikisinin yerini değiştirdi: Şarabı diğer kolunun altına geçirdi, şişeyi mola zamanı keman tutar gibi tuttu.

Kollarını kıvırdığı kareli gömleğinin üzerine örgü bir kravat ve oymalı bir kravat iğnesi takmış, güzel kesimli bir pantolon, altına da kalın beyaz tabanlı, kaliteli deri botlar giymişti. Şehirden geldiği belliydi; burada çok zaman geçirmiş hiçbir heteroseksüel erkek böyle görünmezdi. Benim kocam bile ki İrlanda örgüsü pahalı kazaklara düşkün, kibirli bir adamdır, kentteki tarzın özgüllüğünü ve hafif ironisini unutmuştu kaç zamandır.

Ne giyerse inandığı için giyerdi; iyi giyimli kentlilerin doğasında bulunan kostüm ve sunum hissini kaybetmişti. Her an teşhirde olduğunu düşündüren denetleyici his yoktu artık. Vladimir kapağı sınıf tahtası yeşili, başlığı Sans Serif karakterli ince kitabı uzattı. “Buralardan geçtiğimi söyleyecektim ama aslında geçmiyordum. Kampüsten geldim buraya, bunu vermek istemiştim. John’la daha önce konuşmuştuk da ona, tabii sana da bunu veririm diye düşündüm.” “Bir de bunu,” dedi şarabı havaya kaldırıp. “Sadece kitabımı getirmeyi ziyarete gelmek için yeterli sebep sayamadım.” Şarabı görmezden gelip bugünlerde öğrencilerle ve etrafımdaki gençlerle konuşurken gitgide daha çok takındığım anaç merakıma büründüm.

Hani şu Dev Anası Enerjisi dedikleri şey. “ihmal edilebilir genellikler, Vladimir Vladinski,” diye okudum. “Senin kitabın. Çok heyecanlandım, içeri gel lütfen.” Kravatını kaptırdığı hantal kapıyla kısa bir müzakereden sonra peşimden oturma odasına geldi. Onu koridordan geçirirken boynuma sarmak için paşmina şalımı kaptım. Boynumu gizlemeyi tercih ediyorum.

“John dışarıda, ama seni benimle bir içki içmeye davet edebilir miyim? Hazır buradan geçmiyormuşsun ya.”
Kol saatine göz attıktan sonra teklifimi kabul etti. Zamanının sınırlı olduğunu anlamam için bir jest.
“Mutfağa gelsene. Sana şarap, bira ya da Martini ikram edeyim.”

Kendimi bildim bileli eli boş durmayan bir ev sahibiyimdir, bazıları sevmese de ben meşgul ev sahiplerini severim. Evime biri geldiğinde zamanın büyük kısmında hiç durmam, etrafı toplar, kahve yapar, bir yerleri temizlerim. Annem kitap okumuyorsa, daktilo başında değilse, faturaları ödemiyor ya da uyumuyorsa asla oturmazdı, bana geçmiş bu özelliği. Birinin evine gittiğimde de kendi işlerine bakarlarsa, dikkatleri sadece benim üstümde toplanmamışsa, ben orada aylaklık ederken onlar bavul hazırlar ya da yerleri paspaslarsa bariz şekilde daha rahat hissediyorum kendimi. Bu şekilde oyalanmayı hep sevmişimdir, dikkatini çok fazla bana yönelten ev sahipleri gerer beni.

Şehirden taşınmadan önce, doktor adayı bir öğretim görevlisiyken, çok yavaş hareket eden ve yoğun bir şekilde uzun süre göz teması kuran bir gençle küçük bir kaçamağım olmuştu. Edebiyatta Kadınlar dersini benden alıyordu ve Woolf, Eliot ya da Aphra Behn hakkındaki bir düşüncesini dile getirirken üstüme dikilen bakışları o kadar içime işliyor, o kadar had bilmiyordu ki nasıl karşılık vereceğimi bilemiyordum.

Başta komik buluyordum, hali yapmacık geliyordu. Ama delikanlı ofisimde giderek daha çok vakit geçirdikçe göz temasının bağımlısı oldum, gözleriyle gösterdiği dikkatin sıcak banyosundan çıktığımı, sonra da tekrar oraya girdiğimi doyasıya hissetmek için onunla konuşurken olabildiğince yavaş göz kırpıyordum. Sonunda flörtleşmemizi tamamına erdirdiğimizde, o iletişimi sevişirken sürdüremediğini görünce yıkıldım (oysa şaşırmamam gerekirdi). Yirmi bir yaşındaki diğer bütün oğlanlar gibi gözlerini belertip içine dönüyordu. (Dehşete düşmeyin diye söylüyorum: Ben de henüz yirmi sekiz yaşındaydım.) İlişkimiz sonlanınca oğlanın göz temasını önce rahatsız edici, sonra asap bozucu bulmaya başladım; nihayetinde inek gözlü ve yavan gelir oldu. Bütün bu algı aşamalarından geçmek zorunda kaldım. Oğlan şimdi “işinin başında”, galiba Cumhuriyetçi olmuş. “Yani, Martini mi, şimdi mi, hayır demem sanırım,” dedi Vladimir, fikir karşısında içi gıcıklanmış gibiydi.

“Votkayla yapıyorum, haberin olsun. Taşra Martinisi. Sert, bol zeytinli, soslu ve vermutlu.” Gayet iyi olduğunu söyledi, harikaymış, öyle severmiş Martinisini zaten. Kenarına basıp üst raflardaki kadehlere uzanabilmek için en alt dolabı açtım. Kısa boylu bir kadınım ben. Bu anatomik gerçeklik kişiliğimle çelişiyormuş gibi geliyor. Bütün yetişkin hayatım boyunca insanlar boyumu, sadece bir altmış olduğumu öğrenince hayret etti. En az bir altmış sekiz, hatta yetmiş olduğumu sanırlar hep.

Ben de fotoğraflarda kocama kıyasla ne kadar ufak tefek olduğumu görünce şaşırırım. Benim kafamda ikimiz aynı boydayız. Kadehleri dolaptan çıkardım. Vladimir çok yakınımda duruyormuş gibi geldi, öyleymiş, uzatmak için arkamı döndüğümde kadehleri adamın göğsüne yapıştıracaktım neredeyse.

“Pardon,” dedik ikimiz de.
“Jinx,”* dedim.

İçkilerimiz hazır olunca onu oturma odasına götürdüm. Karşımdaki iki kişilik koltuğa oturup hoş, erkeksi bir edayla yayıldı, bacak bacak üzerine attı geniş geniş. Evde onu bekleyen küçük bir çocuğunun olduğunu söyledi; üç yaşındaymış (adı Philomena’ymış ama Phee diyorlarmış), karısı da (ki bölümde büyük merak uyandırmış, Anı Yazarlığı dersi verecek güzel bir kadındı; fakülte etkinliklerinde görmüş ama henüz konuşmamıştım) şehirden taşraya geçişe pek alışamamış. Kocamın nerede olduğunu sordu, eski bir öğrencisiyle içmeye çıktığını söylediğimde şaşırmış göründü.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Edebiyat
  • Kitap AdıVladimir
  • Sayfa Sayısı264
  • YazarJulia May Jonas
  • ISBN9786051983035
  • Boyutlar, Kapak13,5x20,5 , Karton Kapak
  • YayıneviDomingo Yayınevi / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur