Ya Devlet Başta ya Kuzgun Leşe, okumak üzere olduğumuz bu kitap Ali Sekülü’nün ilk kitabı. Ali Sekülü yaşamının önemli bir bölümünü yurdun değişik yerlerinde TSK hizmetinde geçirmiş emekli bir asker. Ama aynı zamanda gördüklerini, duyduklarını kendi akıl süzgecinden geçirmeyi bilen, duygu imbiğinden süzdüklerini de yıllarca küçük küçük notlarla biriktiren bir kişi.
Bu kitap yazı dizelerinin, haber programlarının satır aralarını irdeliyor, aslında sorulması gereken ve cevap verilmiş gibi yapılıp da cevap verilmemiş olan birçok soruya cevap vermeyi amaç ediniyor.
Ali Sekülü; dünyamızı, ülkemizi, ulusal değerlerimizi farklı birçok noktadan ele alarak, aslında toplum olarak özlemini duyduğumuz değerleri korumak ve onlara sahip çıkmak için geç kalmadığımız söylüyor.
İÇİNDEKİLER
Ülkemiz
Giriş
Ben Kimim? Kim Olmalıyım?
Neden Bu Ülkede Yaşıyorum?
Nasıl Bir Ülke Hayal Etmeliyim?
Bu Ülkeyi Ben Seçmedim Ama istediğim Gibi
Olabilir mi? Ülkemin istenilen Düzeye
Gelebilmesi için Ben Neler Yapabilirim?
Beni Yönetenleri Nasıl Seçmeliyim? Benim istediğim
Gibi Çalışmalarını Sağlayabilir miyim?
Karanlıklar Ülkesinden Kaçış?
Olup Bitenler
Dinimiz İslam
Anahtar
Otuz Üçten Çıktım Yola
Kıyamet Kopmadı mı?
Kim Koydu Bu Taşı Buraya?
Baba Beni Kurtar
Satanist Olabilmek
Kuzguna Leş Vermek Yok, Devleti Baş Edeceksin
Sonsöz
Ülkemiz
Giriş
Anadolu üniversitesini bitirip bir derece almak, emekli olurken de birinci dereceye inmek istiyordum. Mesleğime ne faydası olacaksa ki ben bir askerdim ille de yüksek okul okumalıydım. O zamanlar düşünüyordum bana harita okuma, yön tayin etme, mesafe tahmin usulleri, ortak temel konular gibi askerlik mesleğini ve branşım olan konuları tekâmül edebileceğim bir eğitim verseler ya. Yok, ille de işletme, maliye vs. gibi konularda eğitim veren Anadolu üniversitesini bitirmeliydim. Sanki emekli olduktan sonra çocuklarımı okutma sıkıntısının önüne geçebilecekmiş gibi. Gerçi sicilim çok iyi olursa benim birinci dereceye düşebileceğimi söylüyorlardı ama söz verilip de orta da kalan benden önceki kıdemlileri gördükçe daha bir korkuyla asılmaya başladım şu elimdeki Anadolu Üniversitesi ders kitaplarına. Okudukça da konular aklımda fırtınaların esmesine neden oluyor her bir ders ve konuya merakla sarılıyordum. Artık “Yatakta bile asker” değildim çok üzgünüm ama bana bazen kıtada yirmi dört saat askerlikten başka bir şey düşünmeyeceksin diyen komuta heyetine de aykırı davranmaya başlamıştım. Üniversiteli olduğum için değil askerlik dışı konular düşündüğüm için. Hatta sen niçin okumuyorsun denildiğinde “ben vatan haini değilim” diyen ahmaklar bile vardı. Okumaya ayıracağı zamanı vatan hizmetine ayırdığını iddia edenler. Yani yirmi dört saatini askerliğe ayırmanın bu şekilde olacağını düşünenler. Gerçi onlar genellikle iyi bir sicille birinci dereceye düşmeyi başardılar. Böyle bir cevap hangi sicil amirini etkilemezdi ki?
Atatürk ilke ve inkılâpları da ilgide başı çeken konulardandı. Sanki dünyaya geleli beri ilk defa düzenli bir okul eğitimi alıyor gibiydim. Bundan yirmi altı sene önce okuduğum okulun benim için tek bir anlamı vardı, bitirilip maaşa kavuşmak. Zavallı anne ve babacığıma yardımcı olmak, onlara yük olmayacağımı garantilemek istiyordum. Aslında şimdide emeklilik de biraz daha nefes aldıracak bir maaş için çalışıyordum. Ama nedense artık konulara daha farklı bakıyordum.
Uzun zaman beynimde soru işaretleri oluşturan soruları cevaplandırabilecek kişilere sormaktan çekindim. Atatürk’ün 19 Mayıs 1919 da Samsuna görevli olarak gönderildiğini okuduğumda çarpılmışa döndüm. Oysa ben ilköğretim eğitimi ile meşgulken bana onun gizlice bir gece sakat bir gemiyle İngiliz donanmasının arasından kelimenin tam anlamıyla kaçtığı anlatılmıştı. Bana göre müthiş bir tutarsızlık! İlkokulda okuduklarım varsanım mıydı? Yoksa bütün bunları ben mi uyduruyordum? Konuyu babama açtığımda, adam bana hiç düşünmeden “16 Mayıs 1919 da bir Cuma günü Bandırma adlı vapurla gizlice Samsuna hareket ettiğini” anlattı. Ama anladım ki babam da benim gibi hain beyninin bir aldatmasına düşmüştü. Konuyu derhal kızıma danıştım. Baba “Vahdeddin onu Karadeniz de ki vatansever ayaklanmalarını bastırmak ve Kazım Karabekir’in ordusunu dağıtması emri ile görevli gönderdi” dedi. Tabii benim bu soruları kıtada komutanlarıma soramayacağımı tahmin edebilirsiniz. Ya asi olacaktım ya da cahil. Daha üst rütbedeki komutanlar zekâları ile benim iyi niyetimi kavrasalar bile, onların benim gibilerle uğraşamayacak kadar çok işleri vardı. Gerçi onlarla beraber geçirebildiğim şanslı dakikalarım olduysa da sanırım ben saygı diyeyim siz yalakalık ‘Emredin komutanım! Emredersiniz komutanım demekten daha ileri gidemiyordum.
Allah’ım, bu çok ilginçti dürüstlüğüne çok güvendiğim, girdiğimiz her savaşta binlerce insanın ölümünde yer alan ülkem her zaman masum ve vatan savunması yapmıştı. Ama ülkemle özdeşleştirilecek resmi kurumlar böylesine önemli bir konuda bile bana yalan mı söylüyordu? Eğer resmi tarih yayınlarında bana çelişkili sözler sarf ediyorsa, bu haksızlık değil miydi? Eğer bana haksızlık yapıldıysa örneğin 1974 de de haksızlık yapmış olabilir miydik? Ya da tarihin her hangi bir anında!
Tarih öğretmenimiz ders esnasında sınıfın dışına çıkar, kapıyı dışarıdan kapatır sonrada bağırarak yüksek bir sesle “ Türkler 1041 Dandanakan savaşı ile Anadolu’nun kapısını açtı “ diye bağırır, sonra az evvel açtığı kapıdan girip, içerden kapatır ve “ 1071 Malazgirt savaşı ile Anadolu’nun kapısını dışarıya kapattı “ derdi. Bunu birkaç derste yapmıştı. Sanırım bu ilginç öğretme gayreti ile olsa ki unutamadıklarımın arasında yerini aldı. Ona çok teşekkür ediyorum. Bu dersi merak ettim, acaba her hangi bir değişime uğramış mıydı? Belki de artık Anadolu’nun kapılarını açanlar içerideki Türklerdi. Kim bilir evrim gücünü burada da göstermişti.
Tarih bilgilerinin yapılan çalışmalarla değişebileceğini anlayabiliyorum. Ama bize bu kadar yakın tarihin olayları için ülkenin yarısının başka yarısının başka düşünmesi, muhtemel bir zaafta ikiye bölünecek ülke korkusunu da tetikliyor. Tabi sonrada bu değişimler hissettirmeden bir ortak yol bulma çabası mı acaba diye soruyorum? Kendi kendime. Ülkenin yarısının farklı düşünmesini nereden çıkardığımı sorarsanız! Maalesef çocukluğumdan beri büyüklerimden biteviye çekişmeleri dinler dururum. Önceleri okullarda öğrendiklerime inanıyordum ama şimdi onlarda da şüphelerim oluşmaya başladı.
Tarih bilgilerinin yapılan çalışmalarla değişebileceğini derken ise kast ettiğim şudur:
Binlerce yıldır devrin derebeylerinin emrinde çalışan tarih tutanakçıları yaşamıştır. Muhakkak ki bu insanlar olayları efendilerinin arzu ettikleri şekilde kaydetmiş ve yorumlamışlarsa orada var olabilmişlerdir. Moğol tarihi yazılırken, Cengiz hanın ülkesinde resmi görevli bir tarihçinin, Cengiz han zulüm, haksızlık ve gaddarlık yapıyordu diye kaydedemeyeceğini düşünüyorum. Tarihte yaşamış ve kendilerince olayların daha farklı geliştiğini düşünen, görece farklı bakış açılarını ekseri ölüm veya diğer muhtemel cezaların korkusu ile gizli ve bazen de açık olarak kayıt altına alanlar da olmuştur. Hatta bu kayıtlardan bazıları kriptografi ile şifrelenerek günümüze ulaştığı gibi Nostradamus gibi gizemli öğretilerle gizliliği sağlayanlarda olmuştur. Her ne kadar Nostradamus gelecekten haber vermişse de bu metodu kullanan ve yaşadığı tarihten haber veren tarihçiler de olmuş olabilir. Ayrıca Nostradamusun gelecekten haber vermek zorunda kalması bile bizim için açık bir tarihi bilgidir. Neden bildiklerini saklıyordu? Acaba o devirde Avrupa da büyücü diye yakılmaktan mı korkuyordu? Yoksa kendinden önce İspanya da yaşadığı bilinen Muhittini Arabinin kehanet ve kerametlerinin yazılı olduğu eserlerini çaldı da anlaşılmasın diye mi şifrelemişti? Gibi ve hayal bile edemeyeceğimiz daha birçok soru üreten araştırmacılara güzel bir kaynak oluşturur. Bu düşüncelerden hareketle günümüz tarihçilerinin bu gibi durumları incelemeleri doğaldır. Mutlaka bu şekilde ve tarihçilerin iyi bildiği diğer metotlar yardımıyla yapılan çalışmalarda doğruluğu daha kesin verilere ulaşacaklardır, ulaşmaktadırlar. Tabi uluslar arası platformlarda da tarihçiler bilgi alış verişi yapmaktadırlar.
Arkeoloji biliminin yaklaşımlarının ise daha kesin bilgilere götürebileceğini düşünmekteyim. Mesela belli bir döneme ait olduğu düşünülen bir belgenin, kazı çalışmaları sonucunda ele geçirilmesi, üzerindeki birçok delil sayesinde hakkında daha gerçekçi bilgilere ulaşılmasını sağlamaktadır. Bir zamanlar bir televizyon kanalından duyduğum gibi, herkes yalan söyleyebilir ama kanıtlar asla. Bu nedenle aslında çok yüksek bir kültürel geçmişe sahip olduğumuz topraklarımızdaki arkeolojik çalışmalara daha fazla önem vererek, bu işin tekelini yabancıların elinden alırsak, belki de ünlü komutan Alparslana kapıların gerçektende zaten Anadolu da yaşamakta olan diğer Türkler tarafından açıldığını görebiliriz. Tabi dünyaya bunu kanıtlayacak belgelerle. Kim bilir belki de saygıdeğer Kazım Mirşan beyefendinin, on altı bin yıl önce yaşamış dünya üzerinde açık izleri bilinen ilk kadim toplulukların ilk kullandığı dil, semboller ve yazıların Türkçe kökenli olduğunu ve bu toplulukların ön – Türkler olduğunu gösteren çalışmalarına ilave kanıtlar da bulabiliriz. Bakın bir bilim adamımız neler anlatıyor….
İKİNCİ BÖLÜM
Dinimiz İslam
Ülkem ve dinim hakkında yazdıklarımda bir başka insanı karanlıklar içine itmemek adına çok dikkatli davranmalıyım. Peki, bu aşırı dikkat yanlış yaparsam cehenneme giderim korkusu ile benden başka söyleyenleri olduğu gibi onaylayıp bütün sorumlulukları onların sırtında bırakmak mı olmalı? Ben bilmem ağam bilir diyerek, sorumluluktan kaçanlar cennet kapıları ile mi karşılaşırlar? Saçma sapan yalanlarla uydurmalarla kendini ve insanları kandırmak yerine aslında ben bilmem demenin güzel olduğunu fakat yetersiz kaldığını düşünüyorum.
Ülkem hakkında, dinim hakkında bir şeyler düşünmek için kesinlikle uzman olmak şart mıdır?
Yüce kitabımızın anlamlarını kendi dar görüşlerimizle sınırlandırmak mümkün değildir. Şu ana kadar anlaşılmış ve anlaşılmayı bekleyen kim bilir daha nice manaları saklamaktadır. Ben tabii ki yeni, yeni manalarını keşfedeceğimi asla söyleyemem. Ama dinlediğim sohbetler, okuduğum kitaplar doğrultusunda kalbime gelen manaları da düşünmenin Kuran-ı Kerimin bir emri olduğuna inanıyorum. Kitabımızdan hüküm çıkarabilmek için sıralı bazı şartların yerine getirilmesi açıktır. Yetkili âlimlerce çıkarılmış hükümler bizim için asıldır. Benim satırlarımın hoş seda bırakanların arasında bir parazit oluşturmamasını ümit ediyorum.
Bu satırlarımla da dinimizi sadece Kuran-ı Kerimle sınırlamak niyetinde değilim. Kitap, sünnet, icma-i ümmet, kıyası fukuha denilen
“Bilinmez âlemin sırrı nihandır
Dört şahın hükmüyle dönen cihandır.”
Salih baba
Satırlarıyla da aslını bulduğum şahlara inanıyorum. Ancak sünneti seniyye’nin bizi kurtaracağı inancı ile herkesi araştırmaya davet ediyorum.
“Ameller niyetlere bağlıdır.” Diyen Peygamberimiz, efendimizin bu sözüne sığınıp iyi niyetle yol almak istiyorum.
Yüce kitabımızı anlamadığım halde okursam, alt benliğimde bir şeyler kımıldatacağına kesinlikle inanıyorum. Ayrıca alt benimin kuşdili dâhil bütün dilleri, sembolleri, rumuzlar, şifreleri kavradığına da inanıyorum. Kalplerimizle anladıklarımızın daha süratle üst beyne çıkması için, beynimizin kullandığı dillerle de okumamız gerektiğini düşünüyorum. Aslında zaten çoğu sohbetler, atasözleri ve diğer kibar kelamlar, kitabımızın, hadisi kutsilerin, hadisi şeriflerin üst beynimizin anlayabildiği bizim dilimize meali değil, tefsiridir diye düşünüyorum. Aman dikkat demiyorum, düşünüyorum. İsterseniz sizde öyle düşünebilirsiniz. Ancak ne yazık ki Kuran-ı Kerim dışındaki tüm eserler Yüce Allahın korumasının dışındadır. Yani bildiğimiz kadarı ile Allah bize Kuran-ı Kerim dışında bir yazılı metini koruyacağına dair söz vermemiştir. Bu da bize zaman, zaman çok kuvvetli âlimlerin çok özel metotlarla meal ve tefsirleri hatta rumuzlu, sembolik, mantıkut tayr şeklinde yazılmış olması muhtemel iç manalarını açıklama gerekliliğini göstermektedir. Çünkü daha önce yapılan açıklama ve hükümlerin en azından bazılarının çeşitli nedenlerle yetersiz kalabileceğinin işaretidir. Önemli bir çok konunun diyanetçe garanti altına alındığına da eminim. Din bir yaşam tarzı olduğuna göre, fıkıhi konuları ezbere bilmesek bile anlayış tarzını kavramak zorundayız. Açarız bir İslam ilmihalini kuralları görürüz. Oysa İslam’ın özünü anlama gayreti başka bir şeydir. Bize aktarılanların doğruluğunu tespit edebilme yeteneği vermelidir. Bu işi sadece âlimlere bırakmak, sanki âlimlerin cennette yalnız kalmalarına razı olmak gibidir. Allah cümlemize sırat-ı mustakim de olanlar la beraber olmamızı nasip etsin.
Anahtar
Çalıştığım odanın kilidi için en az bir tane yedek anahtar yaptırmam gerekiyordu. Anahtarı aldım ve bir anahtarcı ustasına gittim. Ertesi gün yeni anahtarımı kullanamadığım gerekçesi ile tekrar anahtarcıdaydım.
Hayırlı işler, kolay gelsin.
Sağ ol, ne vardı?
Ustam, dün bir anahtar yaptırdım ama bir sorun var gibi!
Ne sorunu?
Bilmiyorum, kilidi açamadım.
Bak kardeşim, ben on yedi yıldır anahtar yapıyorum, sen açamamışsındır.
Bak usta, bende kırk dört yaşındayım yaklaşık otuz sekiz yıldır kapı açıyorum. Bak şu anahtara!
Neyse, bu defa denediğimde anahtar çalıştı. Usta on yedi yıllık maharetini bu sefer lütfetmişti. Tabi benim kırk dört yılın içinde hangi noktadan başladığına tam emin olamadığım uzmanlık alanım olan kapı açma sanatımda unutulmamalı. Bizler kapıları açmasını bilmeseydik, hiçbir anahtarcının sanatı hiçbir işe yaramazdı.
Aslında her şey bir uzman, usta vasıtası ile hayatımıza girmektedir. Gerçek olan hiçbir uzman bize tutulmuş balıkları sunmamaktadır. Uzmanlar bize balık tutmanın yollarını öğretirler ve kalplerin anahtarı gibi, her şeyin anahtarını verirler. Artık bundan sonrası size kalmıştır. Verilen anahtarları kullanmaktaki maharetinize!
Evet, çok iyi bir anahtar ustasının elinden çıkan anahtarlar var. Bu gün kaç tane kapının açılıp açılmadığını fark bile edemiyoruz. Öyle ki bize teslim edilen anahtarların çoğunun ne işe yaradığını bilip merak bile edemiyoruz. Belki de bundan da vahim olanı, elimizde aslının anahtar olduğunu bilmediğimiz nesneleri zincir gibi sallayıp geziyoruz.
Bir çocuk saflığıyla diyorum, alalım anahtarlarımızı deneyelim, nereye uyacak? Belki bir kapıya denk gelecek ve o kapı bize diğer hazine odalarının anahtarlarını bahşedecek. Hazineler odasını keşif edemesek de, açtığımız kilidin ortaya çıkan sırrı, kim bilir bizi nerelere götürecek.
“ Ben bir gizli hazineyim, bulunmayı arzu ettim ” diyormuş, Bilinmeyen En Meşhur.
Otuz üçten çıktım yola
Zaman, zaman latife yapmaktan hoşlandığını söylerler, yüce peygamberimizin. Bu vesileyle de dillerde anlatılan hadiselerden bir tanesi bize şöyle anlatılır.
Peygamber efendimiz, çok yaşlanmış hanımefendiler efendisi, sahabelik şerefine nail olmuş bir annemizle sohbet halindedir. Mübarek annemiz; Allahın resulüne çok yaşlı olduğu için bir türlü Allah’a ve Resulüne layık olabilecek ameller işleyemediğinden yakınmaktadır.
Tabi bizler, o annemizin her ne kadar ismi benim tarafımdan bilinmese de, yüksek bir şahsiyet olduğunu biliyoruz. Çünkü yüce peygamberimizin nazar ve eğitimlerinden geçme şerefine nail olmuştur. Ne kadar büyük şükür ve ameller içinde olsa da “ Tevazu fetih eder, Fettah babını ” kelamının aslına nail olarak, yokluk penceresinden baktığına inanıyoruz. “ Ben bir koca karıyım, benim neyim olabilir ki kocaman Allah için? ” şeklindeki düşünceleri; Ancak miraçta “ Habibim bana ne ile geldin? ” hitap ve sorusuna, güzeller güzelinin; “ Ya! Rabbim sana yokluğumla geldim, aczimle geldim” cevabını, gönül şehrine kazımış, nakış etmiş böyle bir sultanın, sahabe annemizin dilinden dökülebilirdi.
Allah’a ve Resulüne layık olabilecek ameller işleyemediğinden yakınan annemize peygamber efendimizin verdiği cevap ise “ Anne sen bu yaşında cennete giremezsin ” olmuştur.
Cennete girememek ve bu sebeple de dünya arkadaşları sahabelerden ve en sevgili peygamberden ayrı kalma korkusu bedenini sarmış. Bu korku nasıl bir korkuysa? Sanırım fotoroman aşklarında bile olsa sevgiliden ayrı kalanlar bir nebze anlarlar. Bu korkunun aslındandır ki, Cennet nimetlerinden ayrı düşmek ya da Allah korusun Cehennem azabı korkusunun zerresini bile hissetmemiştir. Bu arada ayrılık korkusu saran bedenindeki o anlık, o dem içindeki ateş kim bilir aradaki ne büyük mesafeleri yakarak yok etmiştir. Malum ayrılıkta ateş, ateşte aşk vardır. Bizim bildiğimiz en hızlı Burak, sevgiliye götüren vasıta ise dillerde söylene gelen aşktır.
Yardan ayrı kalacağı korkusu ile bir anda mahzunlaşan ihtiyar annemizin, o an, içinde mahzunluğu ile ulaştığı derin olgunluk her ne ise, hemen ardından peygamberimiz, devam etmiştir.
“ Anne sen bu yaşında Cennete giremezsin, ancak otuz üç yaşında Cennete gireceksin ” diyerek, onu müjdelemiş ve sevince boğmuştur.
Acaba otuz üç yaş bir anahtar mıdır? Cennete otuz üç yaşında giren bir insan seneye otuz dört mü olacaktır? Eski dinlerde ve bunlardan etkilenerek türeyen kültürlerde otuz üç ne anlam ifade eder? Yoksa bu bir sır mıdır? Peygamber efendimiz, belki de zamanın farklı olacağı veya hiç olmayacağı, o bizim zanlarımızdan farklı mekânlar da yaşımızın otuz üç olacağını kast ederken, bize ne söylemektedir? Ahret mekânların da bir güneş ve etrafında ki turu üç yüz altmış beş günde tamamlayan bir dünya muhtemelen olmayacağına göre bu otuz üç nedir? Şimdi isterseniz otuz üçle ilgili ilk etapta aklımıza geliveren birkaç olguyu sıralayalım. Zihnimizde bir şeyler canlanır mı, diye.
Cennetlikler için kast edilen otuz üç yaş,
Peygamberimizin bir dişinin şehit olması üzerine Karen’li Veysel hazretlerinin otuz iki dişini sökmesi ve toplam da oluşan otuz üç mübarek diş,
Hz. İsa’nın göklere çıkarılması ve o esnada ki mübarek yaş otuz üç,
Teyemmümün farzını üç diyenlerce bakıldığında ki otuz üç mübarek farz,
Namazdan sonra üç defa çekilen otuz üç tespih,
İçinde hakikatler den pay bulundurması muhtemel diğer kültürlerden iki küçük örnek;
Masonlukta en son kademe olarak isimlendirilen otuz üçüncü çember,
Sembol bilimine kadim Mısır kültüründen yansımış bir başka örnek; otuz üçü kendini tekrarla oluşturan rakam.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme
- Kitap AdıYa Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe
- Sayfa Sayısı128
- YazarAli Sekülü
- ISBN6054270644
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviKAVİM YAYINCILIK / 2010
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kırk7 Buçuk – 47 Sonrası Kadının Yeni Adı ~ Ertuğrul Özkök
Kırk7 Buçuk – 47 Sonrası Kadının Yeni Adı
Ertuğrul Özkök
İster kadın olsun ister erkek, insana çok erken gelir yaş korkusu… 30 yaşına giren insanların çoğu benzer bir bilanço yapar, 30 yaşı gençliğin sona...
- Kadınlar Üzerine Ahmet Abi’nin Gözünden Kaçanlar ~ Bülent Akyürek
Kadınlar Üzerine Ahmet Abi’nin Gözünden Kaçanlar
Bülent Akyürek
BÜLENT AKYÜREK, her zamanki gibi agresif, cesur, acımasız kalemiyle bu defa kadınlara çıkarıyor baltasını. Kronik hastalığı yüzünden yıllardır evden çıkamaz duruma gelince, çarşıda, pazarda,...
- Boğaziçi Uykuda ~ Sermet Muhtar Alus
Boğaziçi Uykuda
Sermet Muhtar Alus
Sermet Muhtar Alus’un Akbaba’daki yazıları onun bütün yazı hayatının bir hulasası gibidir. Eski İstanbul hatıralarıyla örülü fıkralarından, portrelerinden, küçük hikâye, piyes ve röportajlarına kadar meşgul...