Sene 1945. Eski bir savaş hemşiresi olan Claire Randall, evine dönmüştür. Tekrar bir araya geldiği eşiyle ikinci bir balayına çıkar. Salisbury Düzlüğü’nde bulunan tarihi taş çemberini ziyaret ederler. Bu taşlardan birine dokunan Claire birden kendini, savaş yüzünden yıkılmış ve gruplaşmış sınır baskınlarına maruz kalan İskoçya’da bir yabancı olarak bulur. Sene 1743’tür.
Anlayamadığı güçler tarafından zaman içinde geçmişe savrulan Claire, hayatı için tehdit oluşturabilecek mülk sahipleri ve casusların arasına düşmüştür. Cesur bir İskoç savaşçısı olan James Fraser, Claire’e öyle sınırsız bir aşk sunar ki, genç kadın sadakat ve tutku gibi iki zıt duygunun arasında sıkışıp kalır. Farklı zamanlarda yaşayan ve hiç ortak özellikleri olmayan bu iki adam arasında bir seçim yapması gerekmektedir.
***
BÖLÜM 1
Inverness, 1945
1
Yeni Bir Başlangıç
Hiç de kaybolunacak bir yere benzemiyordu ya da en azından ilk bakışta öyleydi. Bayan Baird’in Yeri 1945’te yapılmıştı ve Kuzey İskoçya dağlarında kurulmuş diğer binlerce oda-kahvaltı sistemiyle çalışan tesislerden biriydi. Soluk çiçek desenli duvar kâğıtları, parlak döşemeleri, tuvaletlerinde para ile çalışan sıcak su sistemi olan temiz ve sakin bir yerdi. Bayan Baird neşeli, yumuşak başlı, kısa boylu bir kadındı. Frank’in, dünyanın her yerine beraberinde götürdüğü kitapları ve kâğıtları, küçük, güllerle süslü oturma odasına yaymasına itiraz etmemişti.
Dışarı çıkarken girişte Bayan Baird’le karşılaştım. Tombul elini kolumun üzerine koyarak beni durdurdu ve saçımı okşadı.
“Olur şey değil Bayan Randall, bu şekilde dışarı çıkamazsınız! Durun size biraz yardımcı olayım. Şunları bir yerleştireyim, evet, bu da buraya… Biliyor musunuz, kuzenim bana yeni yaptırdığı permayı gösterdi, bukleleri muhteşemdi hatta rüya gibiydi, belki bir dahaki sefere siz de orada yaptırırsınız.”
Açık kumral buklelerimin inatçılığının doğanın hatası olduğunu, bunun perma yapan yerlerin ihmalkârlığıyla ilgili bir durum olmadığını söyleme yürekliliğini gösteremedim. Onun mükemmel bir şekilde maşalanmış buklelerinin başına bir terslik gelmemiş olduğu aşikârdı.
“Evet, bunu yapacağım Bayan Baird,” diye yalan söyledim. “Köye, Frank’le buluşmaya gidiyorum. Çay saatinde geri döneceğiz.” Kapıdan dışarı sıvıştım ve o benim ele avuca sığmaz dış görünüşümde yeni bir hata daha bulamadan patikadan aşağı yürümeye başladım. Dört yıl orduda hemşirelik yaptıktan sonra üniformalardan ve göze hoş görünen ama çalılıklarda yapılacak olan bir yürüyüşe hiç uygun olmayan değişik desenli, ince, pamuklu elbiselerden kurtulduğum için oldukça mutluydum.
Yapmakta olduğum şeylerin çoğunu önceden planlamamıştım. Sabahları geç saatlere kadar uyuyup Frank’le birlikte yatakta geçirdiğim uzun ve tembellik dolu akşamüstü saatlerini bir kez daha düşündüm. Elbette Bayan Baird odanın kapısının önünde elektrik süpürgesiyle dolaşırken bu zamanların baştan çıkarıcı romantizmini korumak oldukça zor oluyordu.
“Bu Kuzey İskoçya’daki en kirli halı olmalı,” demişti Frank, koridorda dolaşmakta olan bu süpürgenin dayanılmaz gürültüsünü dinlerken.
“Pansiyon sahibemizin aklından geçenler kadar kirli,” diyerek onun bu görüşünü onayladım. “Belki de her şeye rağmen Brighton’a gitmeliydik.” Bu tatili, Frank Oxford’daki tarih profesörüyle yapacağı görüşmenin randevusunu almadan önce planlamıştık. Kuzey İskoçya’yı seçme sebeplerimizden biri de Britanya’da süregelen savaşın verdiği fiziksel hasarlardan ve savaş sonrasında popüler tatil bölgelerinde yaşanan çılgın şenliklerden daha az etkilenmiş olmasıydı.
Bu konuyu hiç konuşmamıştık ama sanırım ikimiz de burasının evliliğimizi yeniden kurabilmek için simgesel bir yer olduğunu hissetmiştik. Yedi yıl önce evlenmiştik ve iki gün süren balayımızı Kuzey İskoçya’da geçirmiştik. Savaş patlak vermeden kısa bir süre önceydi. Birbirimizi yeniden keşfetmek için son derece huzurlu bir sığınaktı, golf oynamak ve balık tutmak İskoçya’daki en gözde dış mekân sporlarıydı ve biz dedikodu yapmanın en önemli iç mekân sporlarından biri olduğunun farkında değildik. İskoçya’da yağmur yağdığı sürece insanlar günlerini kapalı mekânlarda geçiriyorlardı.
“Nereye gidiyorsun?” diye sordum Frank’e ayaklarını yataktan aşağı sallandırdığında.
“Bu yaşlı şeker şeyin bizden umduğunu alamamasından nefret ediyorum,” diye cevap verdi ve eski yatağın kenarına oturup yukarı aşağı zıplamaya başladı, yataktan ritmik gıcırtıların çıkmasına özen gösteriyordu. Dışarıdaki elektrik süpürgesi sesi bir anda kesiliverdi. Bir ya da iki dakika süren zıplama seansından sonra genizden gelen abartılı bir sesle inledi. Bunun ardından birkaç kez daha inledi ve yatağa sırtüstü devrildi. Çaresiz bir şekilde yüzümü yastığa gömmüş kıkırdıyordum, dışarıdaki ölüm sessizliğini bozmak istemiyordum.
Frank karşımda durmuş bana kaş göz işaretleri yapıyordu. “Kıkırdamak yerine kendinden geçmiş gibi iniltiler çıkarmalısın,” diye azarladı beni usulca. “Benim kötü bir âşık olduğumu düşünecek.”
“Kendimden geçerek inlememi istiyorsan bu işi biraz daha uzun süreli yapmalısın,” diye cevap verdim. “İki dakika kıkırtıdan fazlasını hak etmiyor.”
“Seni düşüncesiz kadın… Buraya dinlenmeye geldim, hatırladın mı?”
“Tembel adam. Bundan daha fazla çaba göstermediğin sürece soy ağacına asla yeni bir dal ekleyemeyeceksin.”
Kuzey İskoçya’yı seçmemizin bir diğer sebebi de Frank’in soyağacına duyduğu meraktı. Oradan oraya yanında taşıdığı o eski püskü kâğıt parçalarından birinde yazana göre can sıkıcı atalarından biri on sekizinci yüzyılda bu bölgelerde bir şeylerle ilgili bir şeyler yapmıştı – yoksa bu on yedinci yüzyılda mıydı?
“Eğer soyağacımın kökü kurursa, bunun tek sorumlusu dışarıdaki yorulmak bilmez ev sahibemiz olacak. Hem biz sekiz yıldır evliyiz. Küçük Frank Jr. şahitlerin huzurunda oluşmadan da yeteri kadar meşru olacaktır.”
“Oluşmayı başarabilirse tabii,” diye karamsar bir cevap verdim. Kuzey İskoçya’ya doğru yola çıkmadan bir hafta önce yine hayal kırıklığına uğramıştık.
“Bu insanı zindeleştiren temiz havaya ve sağlıklı beslenmeye rağmen mi? Bunu başarmak için daha fazla ne yapabiliriz ki?” Bir gece önce yemekte kızarmış ringa balığı yemiştik. Öğlen yemeğinde de tuzlanmış ringa balığı. Şu an merdiven boşluğundan her yere yayılan keskin koku da kahvaltıda yine ringa balığı olacağının en büyük belirtisiydi, bu seferki tütsülenmişti.
“Bayan Baird’i mutlu edecek bir performans daha sergilemeyi düşünmüyorsan, giyinmen gerekiyor. O papazla saat onda buluşmayacak mıydın?” Bölge papazı olan saygıdeğer Dr. Reginald Wakefield’in elinde Frank’in incelemek istediği oldukça ilginç vaftiz kayıtları vardı. Bunların içinde eski ordu dönemlerindeki kayıtların ya da biraz önce sözünü ettiğim nam salmış ataların bilgilerinin çıkma olasılığının bulunduğundan bir kez daha bahsetmeme gerek yok sanırım.
“Büyük-büyük-büyük-büyük-büyükbabanın adı neydi bir daha söyler misin? Hani ayaklanmalar sırasında ortalıkta dolaşıp duranın? Willy miydi, Walter mı?”
“Aslında Jonathan’dı.” Frank onun aile tarihçesine olan ilgisizliğimi büyük bir hoşgörüyle karşılıyordu ama yine de eline geçen her fırsatta ya da ona sorduğum en ufak bir sorunun karşılığında bana Randalllar’ın ve onların akrabalarının hakkındaki tüm gerçekleri tarihler vererek anlatıyordu. Gömleğinin düğmelerini iliklerken gözleri ateşli bir hatibin gözleri gibi yanıyordu.
“Jonathan Wolverton Randall Wolverton adı annesinin amcasından geliyor, Sussex’ten gelen küçük bir şövalye. Ordudayken bir şekilde ona takılmış olan ‘Kara Jack’ adıyla da bilinirdi, sanırım bu isim ona buraya atandığı dönemlerde verilmişti.” Kendimi yüzüstü yatağa attım ve horlama taklidi yapmaya başladım. Frank bu hareketimden hiç etkilenmedi ve bilgece yorumlarına devam etti.
“Otuzlu yaşlarının ortalarında – yani 1730’larda – o dönemde işkenceleriyle meşhur olan ağır süvarilerin komutanlığına atandı. Kuzen May’in bana gönderdiği eski mektuplarda yazanlara bakılırsa orduda gayet başarılıymış. Bildiğin üzere onun küçüğü olan erkek kardeşi geleneği sürdürmüş ve papaz yardımcısı olmuştu, henüz onun hakkında yeterince bilgi bulamadım. Neyse Jack Randall, 1745’te İngiltere Kralı II. James yanlılarının çıkardığı isyan sırasında yaptığı faaliyetlerin sonunda Sandringham Dükü’nden oldukça fazla övgü almış.” Ona kayıtsız kalan dinleyicisinin, yani benim, ilgimi çekebilmek için sesini yükseltti. “Süslü Prens Charles’ı ve onun yazgısını biliyorsun değil mi?”
“İskoçların onu kayıp olarak gördüklerinden pek emin değilim,” diyerek onun sözünü kestim, bir yandan da oturmuş saçlarımı şekle sokmaya uğraşıyordum. “Dün gece barmenin gayet açık bir şekilde bize ‘Saksonyalılar’ dediğini duydum.”
“Olabilir, neden olmasın?” dedi Frank sakin bir tavırla. “Bu ‘İngiliz’ anlamına gelir ya da kötü taraftan bakarsak ‘yabancı’ anlamına gelir ve bu iki sözcük de bizim için söylenebilir.”
“Ne anlama geldiğini ben de biliyorum. Benim takıldığım yer bunu söylerken sesindeki tonlamaydı.”
Frank komodinin çekmecesinde kemerini arıyordu. “Ona biranın hafif olduğunu söylediğim için rahatsız olmuştu. Ona, doğru İskoç birasının mayalanması sırasında fıçıya eski bir çizmenin atılması sonra da ürünün kullanılmış bir iç çamaşırından süzülmesi gerektiğini söyledim.”
“Ah, bu hesabın neden o kadar yüksek geldiğini de açıklıyor.”
“Aslında bundan daha nazik bir şekilde de anlatabilirdim ama Keltçede külot için kullanılan net bir kelime yok.”
Bu konu gerçekten ilgimi çekmişti. “Neden yok. Eski İskoçyalılar iç çamaşırı giymiyor muymuş?”
Frank pis pis sırıttı. “İskoçyalı erkeklerin eteklerinin altına ne giydiklerini anlatan şarkıyı hiç duymadın mı?”
“Dize kadar inen külotlar giymediklerini tahmin edebiliyorum,” dedim yavan bir sesle. “Sen papazınla hoplayıp zıplarken ben de gidip yerel giysiler giyen birini bulup ona ne giydiğini sorarım.”
“Pekâlâ, tutuklanmamaya çalış Claire. St. Giles Üniversitesi’nin dekanı bu durumdan hiç hoşlanmayacaktır.”
***
Sonuçta, kasaba meydanında ya da onu çeviren dükkânlarda İskoç eteği giymiş adamlar dolaşmıyordu. Etrafta bir sürü insan vardı ama bunların çoğu günlük alışverişlerini yapmakta olan Bayan Baird tipli ev kadınlarıydı. Bunlar oldukça çenebaz ve dedikoducu tiplerdi, güzel emprime desenli giysileriyle içinde bulundukları dükkânlara bir sıcaklığı da beraberlerinde getiriyorlardı, dışarıdaki soğuk sabah pusuna karşı bir dayanaktı bu.
Hâlâ bakmam gereken bir evim olmadığı için fazla bir alışveriş ihtiyacım da yoktu, yine de yeni doldurulmuş tezgâhların arasında dolaşmaktan ve indirime girmiş ürünlere bakmaktan büyük bir keyif alıyordum. Her şeyin karneyle dağıtıldığı, yumurta ve sabun gibi basit ihtiyaçların ya da L’Heure Bleu kolonyası gibi basit lükslerin bile elde edilemediği çok uzun bir dönem yaşanmıştı.
Gözüm vitrininde ev eşyalarının bulunduğu bir dükkâna takıldı, işli çay örtüleri ve peçetelerinin, sürahi ve bardakların, bir grup turta kalıplarının ve üçlü vazo setinin bulunduğu bir vitrine…
Hayatımda hiç vazom olmamıştı. Savaş yıllarında hemşirelere ayrılmış bölgelerde yaşamıştım; önce Pembroke Hastanesi’nde, bunun ardından da Fransa’da savaş alanında. Ama bundan önce de hiçbir yerde bunlara para ayırıp alacak kadar uzun yaşamamıştım. Yine de böyle bir şeye hiç sahip olmuş muydum diye hatırlamaya çalıştım ve hatırlayabildiğim tek şey çok uzun bir zaman önce Lamb Amca’nın papatyaları kırık çömleklere koyduğu oldu.
Quentin Lambard Beauchamp. Arkeoloji öğrencileri ve arkadaşları arasında “Q”, bilim dünyasında “Dr. Beauchamp” diye tanınan, kendini bilime ve ders vermeye adamış olan adam. Benim içinse hep Lamb Amca’ydı.
Babamın tek kardeşiydi ve o zamanlar hayatta olan tek akrabamdı. Ben beş yaşındayken ailem bir araba kazasında hayatını kaybedince beni yanına almıştı. O dönemde Orta Doğu’ya yapacağı bir geziye hazırlanıyordu. Cenaze işlemlerini tamamlayıp ailemin sahibi olduğu mülkleri satıp beni yatılı kız okuluna yerleştirmeye yetecek kadar bir süre bu hazırlıklarına bir ara vermişti. Ben onun canını sıktığımı bile bile o okula gitmeyi reddetmiştim.
Tombul parmaklarımı arabanın kapısından sökmek ve beni okulun merdivenlerinden yukarı doğru sürüklemek zorunda kalacağını fark eden Lamb Amca sonunda endişeli gözlerle beni süzmeye başlamıştı. Aslında kişisel çatışmaların her türünden nefret ederdi. Çileden çıkmış bir halde derin bir nefes aldıktan sonra omuzlarını silkip bir kez daha düşündü ve camın önünde dururken yeni bir karar verdi.
“Kahrolası şey,” diye mırıldandı arabayı hızla sürerken. Daha sonra dikiz aynasından, yerde adeta mutlulukla yuvarlanıp duran şapkayı görünce, “Kadınların şapka takmasından hep nefret etmişimdir,” dedi ve kendime gelmem için bana dik dik baktı.
“Tek şartım var,” dedi korkunç bir sesle. “Kazılardan çıkardığım İran heykelciklerimi oyuncak bebek olarak kullanmayacaksın. Her şeyle oynayabilirsin ama onlara asla dokunmayacaksın, anlaşıldı mı?”
Başımı sallayarak anladığımı belirttim, mutluydum. Onunla birlikte Orta Doğu’ya, Güney Amerika’ya ve dünyadaki bir sürü kazı alanına gittim. Gazetelerdeki makaleleri takip ederek okuma yazmayı, açık alanlarda helâ kazmayı, su kaynatmayı ve asil bir genç hanıma yakışmayacak her şeyi yapmayı öğrendim. Bu yaşam şekli, Fransız felsefesi ile Mısır dinlerini bir arada inceleyen ve Lamb Amca’ma bu konuyla ilgili danışmaya gelen yakışıklı, siyah saçlı tarihçiyle tanışana kadar devam etti.
Frank’le evlendikten sonra da fakülte, uluslararası konferanslar ve geçici apartman daireleri arasındaki göçebe yaşamımız devam etti. Savaş patlak verince onu MI6’daki İstihbarat Birimi’nde Subay Eğitimine, beni de hemşire olmak üzere eğitime gönderdiler. Sekiz yıldır evli olmamıza rağmen Oxford’daki ev bizim ilk gerçek evimiz olacaktı.
Çantamı sıkıca kolumun altına sıkıştırarak dükkâna girdim ve vazoları satın aldım.
Frank’le High Sokağı ile Gereside Yolu’nun kesiştiği yerde buluştuk ve paketi birlikte açtık. Ne satın aldığımı görünce kaşlarını hafifçe yukarı kaldırdı.
“Vazo…” Gülümsedi. “Harika. Belki bundan sonra çiçekleri benim kitaplarımın arasına koymaktan vazgeçersin.”
“Onlar çiçek değil, numune bir kere. Ayrıca botanik bilimiyle uğraşmamı söyleyen de sendin. Bu aralar hemşirelik yapmadığım için başka uğraşlar bulmam gerektiğini de söylemiştin,” diyerek ona daha önceki konuşmamızı hatırlattım.
“Doğru.” Başını sallayarak bu sözlerimi büyük bir uysallık içinde onayladı. “Ama bu sözleri söylerken açtığım her şeyin içinden kucağıma bir yeşilliğin düşeceğini hesap etmemiştim. ‘Tuscum and Banks’in arasına koyduğun o iğrenç ve dağılan kahverengi şeyin adı nedir?”
“Basurotu. Hemoroite iyi geliyor.”
“Yaşlılık günlerimin yakın olduğunu düşünüyorsun ve buna hazırlanıyorsun. Çok düşüncelisin, Claire.”
Gülerek bahçe kapısını ittik ve Frank, dar basamaklardan önce benim çıkmam için arkada kaldı.
Sonra birdenbire kolumu yakaladı. “Dikkat et! Buna basmak isteyeceğini sanmıyorum.”
En üst basamaktaki kahverengimsi kırmızı lekeye basmamak için ayağımı dikkatle havaya kaldırdım.
“Çok garip, Bayan Baird her sabah basamakları fırçalar. Bunu yaparken onu gördüm. Sence bu ne lekesi?”
Frank basamağa doğru eğildi ve dikkatle kokladı.
“Bunun kan olduğundan eminim, fazla düşünmeme gerek yok.”
“Kan mı?” Bir adım geri çekildim. “Kimin kanı?” Büyük bir gerginlikle evin içini görmeye çalışıyordum. “Bayan Baird’in başına bir kaza gelmiş olduğunu mu düşünüyorsun?” Titiz pansiyon sahibemizin kapı girişindeki kan lekelerini başına olmadık bir felaket gelmeden orada bırakmayacağını ikimiz de biliyorduk. Bir an içinde olsa salonda baltalı bir katilin bize tüyler ürpertici çığlıklar atarak saldırmak üzere beklemekte olduğunu düşünmeden edemedik.
Frank başını iki yana salladı. Parmak uçlarının üzerinde yükseldi ve çitin üzerinden yan bahçeyi görmeye çalıştı.
“Onun kanı olduğunu düşünmüyorum. Collinsler’in kapı girişinde de buna benzer bir leke görmüştüm.”
“Doğru mu söylüyorsun?” Frank’e biraz daha yaklaşmıştım, hem çitin öbür tarafını görmeye çalışıyordum hem de ondan kuvvet alarak moralimi düzeltmeye uğraşıyordum. Kuzey İskoçya’da bir seri katilin bulunma ihtimali oldukça düşüktü ama sonra aklıma bu tip insanların hareket bölgelerini seçerken farklı bir mantık yürütebilecekleri geldi.
“Bu pek aklıma yatmadı.” Yandaki evde hiçbir yaşam belirtisi yoktu. “Sence ne olmuş olabilir?”
Frank kaşlarını çatmış düşünüyordu, sonra birdenbire ilham gelmiş gibi elini bacağına vurdu.
“Sanırım ne olduğunu biliyorum! Burada bekle.” Beni kapının önünde öylece bırakıp bahçe kapısına doğru ilerledi ve yola çıktı.
Kısa bir süre sonra aklına gelenin doğru olduğuna inanmış bir tavırla geri döndü.
“Evet, kesinlikle bu olmalı. Bu sıradaki bütün evlerin kapısında bu leke var.”
“Bu dediğin ne? Manyak bir katil hepsini ziyaret mi etmiş?” Oldukça tiz bir sesle konuşuyordum, kocaman bir kan lekesinin önünde tek başıma bırakılmak sinirlerimi iyice bozmuştu.
Frank güldü. “Hayır, bu dini bir inanış, bir adak… Çok etkileyici! Çimlerin üzerine ellerini ve dizlerini yere koyarak eğilmiş, büyük bir dikkatle lekeyi inceliyordu.
Bu manyak bir katilden daha iyi bir şeymiş gibi gelmiyordu. Onun yanına diz çöktüm, aldığım koku burnumu buruşturmama sebep oldu. Sinekler için saat daha erkendi ama iki kocaman tatarcık lekenin etrafında dolanıp duruyordu.
“Dini bir adak demekle neyi kastediyorsun?” diye üsteledim. “Bayan Baird ve komşuları kiliseye giden insanlar. Burası büyücülerin ya da kâhinlerin tepesi değil.”
Frank pantolonuna yapışmış olan çimleri silkeleyerek ayağa kalktı. “Bu senin gördüğün kısmı sevgilim, yeryüzünde büyülerin ve büyücülerin gerçek yaşama bu kadar çok karıştığı başka bir yer daha yoktur. Kilise olsun ya da olmasın, Bayan Baird geleneklerine bağlı bir kadın, komşuları da öyle.” Pırıl pırıl cilalanmış ayakkabısının ucuyla lekeyi işaret etti. “Bu siyah horoz kanı,” diye başladı ve keyifle anlatmaya devam etti. “Gördüğün gibi buradaki evlerin hepsi yeni prefabrik evler.”
Ona öylece bakmaya devam ettim. “Eğer bu sözlerinin her şeyi açıkladığını sanıyorsan sana bir kez daha düşünmeni öneririm. Evlerin ne kadar eski olduğuyla bu konunun ilgisi ne? Buradaki insanların hepsi birden nereye gitti?”
“Hepsinin birahanede olduklarını düşünüyorum. Öyle olup olmadığına gidip birlikte bakalım, bunu ister misin?” Kolumu tuttu ve beni bahçe kapısından dışarıya sürükledi, Gereside Yolu’na doğru ilerliyorduk.
Yolda yürürken anlatmaya devam ediyordu. “Eski günlerde – aslında çok da eski değil – yeni bir ev yapıldığında bir şeyi öldürüp evin altına gömmek bir gelenekti. Bu oradaki eski ruhları huzura kavuşturmak için yapılırdı. ‘Buna kalkışan kişi büyük oğlunu kaybetme pahasına temel atacak, en küçük oğlunu kaybetme pahasına da kentin kapılarını yerine takacak’ sözünü sen de bilirsin, bu dağlar kadar eskidir.”
Bu alıntıyı duymak tüylerimi ürpertti. “Bugün artık horozları kullanıyor olmalarını bir gelişme ve modernleşme olarak algılayabiliriz o zaman. Bunların yeni yapılmış evler olduğu için altlarında gömülü bulunan bir şeyin olmadığını ve burada yaşayanların da bu eksikliği giderdiklerini mi söylüyorsun”
“Kesinlikle.” Frank gösterdiğim gelişmeden çok memnun olmuş bir şekilde sırtımı sıvazladı. “Bölge papazına göre burada yaşayanlar savaşın, insanların köklerinin bulunduğu yerlerden uzaklaşıp orada almaları gereken önlemleri almadıkları için çıktığını düşünüyorlar. Bu önlemlerde temelin altına adak gömmek, mezgit balığı dışındaki balıkların kılçıklarını ocakta yakmak gibi şeyler,” diyerek konuşmasına devam etti, mutluluktan kendini kaybetmiş gibiydi. “Mezgidin kılçıklarını yakarsan bir daha mezgit yakalayamayacağını biliyor muydun? Mezgit kılçıkları toprağa gömülür.”
“Bunu aklımda tutacağım. Bir daha ringa balığı görmemek için herhangi bir şey varsa onu da söyle ve hemen yapayım.”
Kafasını iki yana salladı, o mükemmel hafızasının derinliklerine başvurmuş, bilim adamlarının dünyayla ilişkilerini kesip mest olmuş anlarından birini yaşayarak, bütün bilgilerini bulundukları kaynaklardan çıkarmaya çalışıyordu.
“Ringa balığı hakkında bir bilgiye sahip değilim,” dedi dalgın bir tavırla. “Fareler için bildiğim bir söz var. İskoçlar tir tir titresin fareler evden gitsin. Ayrıca bu temel altına gömülen ölüler, yerel hortlakların nereden geldiğini bize net olarak gösterir. Mountgerald’ı biliyorsun değil mi? Hani şu High Sokağı’nın sonunda bulunan büyük ev? Orada bir hayalet var, bu on sekizinci yüzyıl civarlarında evin inşaatı sırasında orada adak olarak öldürülüp evin altına gömülmüş işçinin hayaleti. Oldukça eski bir hikâye.”
“Hikâyeye göre evin sahibinin emriyle önce duvarlardan biri yapılmış, sonra da bu duvarın üzerinden işçilerden birinin üzerine kocaman bir taş atılmış – bu işçi büyük ihtimalle sevilmeyen adamlardan biriydi ve kurban olarak seçilmişti – ve bu adam daha sonra bodruma gömülmüş. Bu işlemden sonra inşaata devam edilmiş. Ölüm yıldönümleri ve dört Eski Gün dışında bu adam sürekli olarak kilerde ortaya çıkarmış.”
“Eski Gün ne demek?”
“Eski devirlere ait şölen günleri,” diye açıkladı, hâlâ beyninin derinliklerinde asılı olan bilgilerin içinde kaybolmuş gibi görünüyordu. “Yılbaşı Arifesi, Yaz dönümü Günü, Beltane Gecesi ve Cadılar Bayramı. Papazlar, Neolitik devirdeki inanışlarla yaşayan insanlar, buranın ilk yerlisi olan Pictler ve günümüzde yaşayan pek çok kişi, güneş ve ateş şenliklerini hâlâ kutlarlar. Her neyse bu kutsal günlerde hayaletler serbestçe diledikleri yerlerde, diledikleri şekillerde dolaşıp insanlara – iyi ya da kötü – diledikleri her şeyi yapabilirler.” Düşünceli bir şekilde çenesini sıvazladı. “Beltane gecesi yaklaşıyor, bahar ekinoksuna yakın bir tarihte olmalı. Kilisenin önünden bir dahaki geçişimizde dikkatli olalım.” Gözleri yeniden parlamaya başladı, trans hali sona ermiş gibiydi.
Gülmeye başladım. “Daha başka meşhur hayaletler de var mı?”
Omuz silkti. “Bilmiyorum. Bölge papazına sorarız, onu bir sonraki görüşümüzde bunu sormayı unutmayalım.”
Bölge Papazını yeniden görmek için uzun bir süre beklememize gerek kalmadı. O da diğer kasaba sakinleriyle birlikte birahanedeydi, Alman birası içerek evlerin kutsanmasını kutluyordu. Paganizm dönemlerinden kalma gelenekleri sürdürürken yakalanmanın ufak bir utancını yaşar gibiydi, biraz düşünüp bunun da yeşil giymek gibi yerel bir şey olduğuna karar verdi ve hemen bu tavrından uzaklaştı.
“Son derece ilginç bir olay,” diyerek bir sır verir gibi konuştu, belli belirsiz bir iç çekişle bunun bir ardıçkuşunun sesine kayıtsız kalamamak gibi bilimsel bir inceleme olduğunu kabul etmek durumunda kaldım. Bu son derece manevi bir çağrıya kulak vermek gibiydi, Frank hemen bu akademik söyleşiye katıldı ve arketiplerle eski batıl inanışların ve modern dinin nasıl paralellik gösterdiğine dair koyu bir sohbete daldılar. Bense bu konuya ilgi göstermeyip bardaki kalabalığa doğru ilerledim, iki elime de birer kadeh kanyak aldım.
Bu tip konuşmalara daldığında Frank’in ilgisini çekmenin imkânsız olduğunu bildiğim için elini tutup kanyak bardağını parmaklarının arasına yerleştirdim ve onu orada bıraktım.
Bayan Baird’i pencerenin önünde geniş bir sırada otururken buldum bana Bay Crook olarak tanıştırdığı, kendisinden biraz daha yaşlı bir adamla acı birasını paylaşıyordu.
“Size bu adamdan daha önce bahsetmiştim Bayan Randall,” dedi, alkolün ve yanındaki adamın etkisiyle gözleri parlıyordu. “Hani bütün bitkiler hakkında bilgi sahibidir demiştim.”
“Bayan Randall şifalı bitkilerle çok yakından ilgileniyor,” diye açıkladı başını hem kibarlıktan hem de ağır işitme sorunundan dolayı öne doğru eğmiş olan arkadaşına. “Onları kitapların arasında kurutuyor.”
“Gerçekten mi?” diye sordu Bay Crook beyaz kaşlarından birini ilgiyle havaya kaldırarak. “Bende de kurutulmuş değişik gerçek bitki örnekleri var. Onları üniversite tatili sırasında buraya gelen yeğenimden almıştım. Onları özellikle benim için toplayıp getirmişti ve ona aslında bunların fazla ilgimi çekmediğini söyleme yürekliliğini gösterememiştim. Şifalı otlar asılarak saklanabilir. Bir çerçevenin içinde ya da ufak bir kavanozda da saklanabilir ama bu minik şeyleri ezerek kuruttuktan sonra ne yapacağınızı bir türlü anlayamıyorum.”
“Belki de sadece seyretmek için,” diyerek Bayan Baird zarif bir tavırla söze girdi. “Bayan Randall hatmi çiçeklerinden ve menekşelerden çok güzel parçalar yapıyor, aslında bunlar da çerçevelenip duvara asılabilir.”
“Hımm.” Bay Crook zihninde bu varsayımın ne kadar uygulanabilir bir şey olduğunu tartıyordu. “Eğer bu basılarak kurutulmuş şeyler herhangi bir şekilde işinize yarayacaksa, hepsi sizindir hanımefendi. Onları atmak istemem ama daha önce de söylediğim gibi benim hiçbir işime yaramıyorlar.”
Bay Crook’a onların çok işime yarayacağını ve bu bölgede nadir bulunan bitkileri bana gösterebilirse daha da mutlu olacağımı söyledim. Bir süre başını bir yana eğip yaşlı bir kerkenez gibi beni süzdükten sonra bu konuyla gerçekten ilgilendiğime karar verdi ve ertesi sabah fundalıklarda buluşup gezmek üzere randevulaştık. Hatırladığım kadarıyla Frank Inverness’e gidip oradaki bir takım kayıtları inceleyecekti artık ona bu işi yaparken eşlik etmemek için geçerli bir sebebim vardı. Bu kayıtlar benim hiç ilgimi çekmiyordu ve bana sorarsanız hepsi birbirinin aynıydı.
Bir süre sonra Frank kendini Papaz’dan koparmayı başardı ve Bayan Baird’le birlikte eve yürüdük. Ben kapının önündeki horoz kanıyla ilgili herhangi bir yorumda bulunmak ya da konuşmak istemiyordum ama Frank’in böyle bir rahatsızlığı yoktu ve Bayan Baird’e bu eski gelenek hakkında merakla sorular sormaya başlamıştı.
“Anladığım kadarıyla bu oldukça eski bir adet, öyle değil mi?” diye sordu, bir yandan da elindeki ince sopayı yolun kenarındaki bitkilere vuruyordu. Kuzukulakları ve kurtpençeleri açmaya başlamışlardı, katırtırnakları da tomurcuklanmaya başlamıştı, bir hafta sonra onlar da çiçeklerini açacaktı.
“Elbette.” Bayan Baird kısa ve paytak bacaklarından umulmayacak bir hızla ilerliyordu, bizim genç bacaklarımız ona yetişmek için zorlanıyordu. “Kimsenin nereden geldiğini bilemeyeceği kadar eski Bay Randall. Devlerin zamanından bile daha eski.”
“Devler mi?” diye sordum.
“Evet, Fionn ve Feinn, siz de bilirsiniz.”
“İskoç masalları,” dedi Frank büyük bir ilgiyle. “Onlar birer kahramandı. Sanırım kökleri İskandinavya’ya dayanıyor. Buralarda İskandinavya’yı hatırlatan pek çok şey var özellikle de sahil şeridinden batıya doğru uzanan bölümde. Bazı yerlerin isimleri bile bu dile ait, yani Keltçeden gelmiyor.”
Gözlerimi öfkeyle devirmeye başladım, yeni bir ders daha başlıyordu. Benim aksime Bayan Baird gülümseyerek onu konuşması için cesaretlendirdi ve onun söylediklerini onayladı. Sonra kuzeye doğru döndü ve buradaki İki Kardeş taşını gösterdi, bu da İskandinavyalılara ait olmalıydı.
“İskandinavyalılar bu kıyılara milattan sonra 500 ve 1300 yılları arasında geldiler,” dedi Frank, gözleri ufuk çizgisine dalmıştı oradaki gemileri görür gibiydi. “Onlar Vikinglerdi. Buraya kendileriyle birlikte bir sürü de efsane getirdiler. Burası efsaneler için gerçekten ideal olan bölgelerden biri ve sanırım hepsi burada kök salmış.”
Buna inanabilirdim işte. Hava kararmak üzereydi ve fırtına yaklaşıyordu. Hava oldukça ürkütücü bir renge bürünmüştü, bu ışıkta sokaktaki en modern yapılı evler bile yüz adım ötemizde bulunan ve bin yıldır orada duran Pictlerden kalma taş gibi son derece eski ve uğursuz görünüyorlardı. Kepenkleri kapatıp içeride oturmak, bu geceyi iyi geçirmek için güzel bir çözümdü. Frank bölgenin tarihi kayıtlarıyla ilgilenen savcı Bay Bainbridge’le birer kadeh şeri içmeyi Bayan Baird’in sıcacık salonunda oturup Perth Limanı’nın slâytlarını izlemeye tercih etti. Bay Bainbridge’le daha önceki karşılaşmamızı hatırladığım anda ben evde Perth Limanı slâytlarıyla bir arada kalmayı seçiverdim.
“Fırtına kopmadan önce evde olmaya çalış,” dedim Frank’e veda öpücüğü verirken. “Bay Bainbridge’e selamımı söylemeyi unutma.”
“Evet, elbette.” Frank benimle göz göze gelmemeye çalışarak yağmurluğunu giydi, kapının yanında duran şemsiyelerden birini aldı ve oradan ayrıldı.
Ardından kapıyı kapattım ama geldiğinde içeri girebilmesi için sürgülemedim. Oyalanarak salona doğru yürüdüm, Frank’in bir karısı yokmuş gibi davranmasını düşünüyordum. Bay Bainbridge yalandan da olsa bizimle birlikte olmaktan mutluymuş gibi davranmıştı. Onu böyle davrandığı için suçlayamazdım.
Bir önceki akşamüstü Bay Bainbridge’in evine yaptığımız ziyaret oldukça iyi başlamıştı. Oldukça ölçülü, terbiyeli, zeki ama alçakgönüllü, temiz ve düzgün giyimliydim – her şey Mükemmel Don’un karısının olması gerektiği gibiydi. Çay servisi yapılana kadar da öyle devam etti.
Gözlerimi sağ elime çevirdim ve dört parmağımın da dibinde bulunan su toplamış yerlere acıklı gözlerle baktım. Dul olan Bay Bainbridge’in düzgün ve sağlam bir çaydanlık yerine ucuz bir tanesini kullanıyor olması benim suçum olamazdı. Kibar olmaya çalışarak çayları benim koymamı rica eden savcının suçu da olamazdı. Onun getirmiş olduğu eski tutamakların, çaydanlığın kor gibi olmuş sapının ısısını olduğu gibi elime geçirmesi ve hatta birebir temas etmesine sebep olması da kesinlikle suçlanabilecek bir şey değildi.
Hayır, diye düşündüm. O çaydanlığı düşürmem kesinlikle normal bir tepkiydi. Bay Bainbridge’in kucağına düşürmem ise kesinlikle bir kazaydı; biraz daha dikkatli olup başka bir yere düşürmeliydim. “Hay lanet olasıca,” diye bağırmam ise Bay Bainbridge’in sabrının sonuna gelmesini Frank’in de çöreklerin üzerinden bana bir bakış fırlatmasını sağlamıştı.
Bay Bainbridge ilk şoku atlattıktan sonra oldukça yürekli bir tavırla elime üzülmüş ve Frank’in kullandığım kelimelerin iki yıl arazide hemşirelik yapmamdan dolayı ağzımdan kaçmış olduğuna dair özürlerini de duymazdan gelmişti. “Sanırım eşim bu tarz sözcükleri bir takım yabancı askerlerin renkli lisanlarından kaptı,” gibi bir takım sözcükler sarf ediyordu Frank, yüzünde de sinirli bir gülümseme vardı.
“Doğru,” dedim dişlerimi gıcırdatarak, bir yandan da ıslak havluyu elimin üzerine sarmaya uğraşıyordum. “Erkekler üzerlerinden şarapnel parçalarını çıkarırken oldukça renkli bir lisana sahip oluyorlar.”
Bay Bainbridge oldukça diplomatik bir manevrayla konuyu çağlar boyunca insanların kullandığı konuşma şekilleri ve değişkenlikleriyle çok ilgilendiğini söyleyerek tarafsız tarihi bir alana çekmeye çalıştı. “Kör olayım,” şeklinde değişmiş bir anlatım gelişmiştir oysa bunun aslı “Tanrı beni kör etsindir”.
“Evet, elbette,” dedi Frank konunun yön değiştirmesinden mutlu olmuştu. “Şeker almayayım, teşekkür ederim Claire. Bir de ‘Hayallah’ derler Bunun ‘Allah’ kısmı gayet anlaşılır tabii ki ama ‘hay’ kısmına ne demeli…”
“Sizin de bildiğiniz gibi,” diye konuşarak savcı söze karıştı, “buradaki ‘hay’ kelimesi Arapçada yaratıcı güce denk gelen bir anlamda kullanılır ve aslında iki y harfiyle yazılır ama günümüze gelirken y’lerden biri yok olmuş. Bu açıklama da durumu gayet açık bir hale getiriyor, öyle değil mi?”
Frank onun sözlerini başını sallayarak onayladı ve söz dinlemez perçeminden bir parça alnına düştü. Eliyle bu saçı arkaya ittikten sonra, “İlginç,” dedi, “dilin bozularak evrimleşmesi, küfürlerin ortaya çıkışı…”
“Evet, bu hâlâ devam ediyor,” dedim dikkatlice şeker maşasıyla bir şeker alırken.
“Ooo?” dedi Bay Bainbridge nezaketle. “Savaş deneyimlerinizde başka ilginç sözcüklerle de karşılaştınız mı?”
“Evet, elbette,” diyerek cevapladım onu. “En sevdiklerimden birini Bir Amerikalı söylerdi, adı Williamson’du ve sanırım New York’tandı. Sargılarını her değiştirişimde aynı sözcükleri söylerdi.”
“Neydi bu sözcükler?”
“Hay anasını Tanrım,” dedim ve şekeri Frank’in çay bardağına atıverdim.
Bayan Baird’le huzurlu ve hatta keyifli bir zamanı paylaştıktan sonra yukarı çıktım ve Frank eve dönmeden önce yapmam gereken hazırlıklarla uğraştım. Onun şeri limitinin iki kadeh olduğunu biliyordum, bu hesaba göre kısa bir süre sonra burada olacaktı.
Rüzgâr gittikçe hızlanıyordu ve odanın havasında bile elektriklenme başlamıştı. Saçlarımı fırçaladıkça odaya dolan statik elektrikten dolayı buklelerim iyice denetim dışına çıkmaya ve kabarmaya başladı. Bu gece yüz kere fırçalamasam da olur diye düşündüm, bir geceden bir şey olmazdı. Dişlerimi fırçalamak üzere hazırlanmaya başladım. Bu tip havalarda bu da bir hazırlık gerektiriyordu önce yanaklarıma sımsıkı yapışan saçlardan kurtulmam gerekiyordu.
İbrikte su kalmamıştı, Frank, Bay Bainbridge’le buluşmasına hazırlanırken suyun hepsini kullanmıştı, lavaboda birikmiş olan suyu kullanmakta bir sakınca görmedim ve ibriği yeniden doldurmakla da uğraşmadım. L’Heure Bleu şişesini aldım ve avucuma oldukça cömert bir miktar doldurdum. Koku buharlaşmadan önce ellerimi hızla birbirine sürttüm, hemen saçlarıma dokundum ve onları sıvazladım. Biraz da saç fırçamın üzerine damlattım ve fırçanın da yardımıyla buklelerimi kulaklarımın arkasına yerleştirdim.
Evet, bu çok daha iyiydi. Üzerinde lekeler bulunan aynada başımı iki yana sallayarak saçlarımı seyrettim. Nem saçımda oluşan elektriklenmeyi yok etmiş, buklelerim oldukça ağır ve parlak bir şekilde yüzümün iki yanına dökülmüşlerdi. Ayrıca üzerlerine mükemmel bir koku da sinmişti, Frank buna bayılacak diye düşündüm. L’Heure Bleu onun en çok sevdiği kokuydu.
Oldukça yakın bir yerde birdenbire şimşek çaktı ve ardından şiddetli bir gök gürültüsü duyuldu ve elektrikler kesildi. İçin için küfrederek el yordamıyla çekmeceleri aramaya başladım.
Bir yerde mum ve kibritleri görmüştüm, burada elektrik kesintileri oldukça alışılmış bir durumdu, mumlar ve kibritler de tüm otellerin ve pansiyonların vazgeçilmez dekorasyon malzemeleriydi. En lüks ve zarif otellerde bile mum olduğunu görmüştüm, bunlar parlak pandantiflerin içine yerleştirilmiş buzlu cam kavanozların içine konmuş hanımeli kokulu mumlardı.
Bayan Baird’in mumları daha çok fonksiyonel olarak düşünülmüş, bildiğimiz düz beyaz mumlardandı ve kibritlerle birlikte odaların her yerine pek çok sayıda yerleştirilmişlerdi. Şu an şekle bakacak durumda değildim.
Bir diğer şimşeğin ışığının yardımıyla tuvalet masasının üzerindeki mavi seramik altlığın üzerine mumu yerleştirdim ve sonra odada dolanarak diğer mumları da yaktım. Her yer yumuşak, titrek bir ışıkla dolmuştu. Çok romantik diye düşündüm ve bir zekâ parıltısıyla ışıkları kumandadan kapattım, birdenbire elektriğin gelmesiyle o sırada yaşanıyor olan an, münasebetsiz bir şekilde bozulabilirdi.
Frank hızla odaya daldığında mumların pek azı erimişti. Onun kapıyı açması ile birlikte merdivenlerden yukarı doğru yükselen hava akımı üç tane mumun sönmesine sebep olmuştu.
Arkasından çarparak kapanan kapının sayesinde iki tanesi daha söndü, Frank korku dolu gözlerle odayı incelerken elini darmadağın olmuş saçlarının içinden geçirdi. Ayağa kalkıp onun odaya yaptığı ani girişin izlerini yok etmek için mumları yeniden yaktım. Bu işi bitirip bir içki isteyip istemediğini sormak için ona doğru döndüğümde onun hâlâ rahatsız ve hatta beyaza kesmiş bir halde olduğunu gördüm.
“Neler oluyor? Hayalet görmüş gibisin.”
“Aslını sorarsan, görmediğimden pek emin değilim.” Aklı pek başında değildi, benim saç fırçamı bulunduğu yerden alıp karmakarışık olmuş saçlarını taramaya başladı. Burnuna birdenbire dolan L’Heure Bleu’nün etkisiyle burnunu kırıştırarak fırçayı aldığı yere bıraktı ve ceplerinde kendi tarağını aramaya başladı.
Camdan dışarı baktığımda karaağaçların birer kırbaç gibi ileri geri giderek havayı dövdüklerini gördüm. Evin başka bir tarafından kapanan kepengin gürültüsünü duyduğumda bizimkini de kapatmamız gerektiğini düşündüm ama dışarıda olup biteni seyretmek de oldukça heyecan vericiydi.
“Bence hayaletler için hava oldukça rüzgârlı,” dedim. “Onlar sakin ve puslu gecelerde mezarlıklarda dolaşmayı sevmezler mi?”
Frank aptal aptal gülümsedi. “Bunun Bainbridge’in anlattığı hikâyelerden ya da biraz fazla şeri içmiş olmamdan kaynaklandığını söylemeyi isterdim ama bu hiç de öyle bir şey değildi.”
İşte şimdi meraklanmıştım. “Tam olarak ne gördün?” diye sordum ona, bir yandan da tuvalet masasının iskemlesine yerleşiyordum. Yarı kalkık kaşımla viski şişesine doğru uzanırken Frank’in çoktan ikimize de içki doldurmak üzere şişeye ulaşmış olduğunu gördüm.
“İşin aslında sadece bir adam gördüm.” Kendisi ve benim için içki doldurdu. “Dışarıda yolda öylece duran bir adam…”
“Bu evin dışında mı?” diyerek hafif bir kahkaha attım. “Kesinlikle bir hayalet olmalı, böyle bir gecede dışarıda herhangi bir canlının durabileceğini aklım almıyor.”
Frank boş ibriği bardağının üzerinde salladı, içinden su akmayınca suçlayan gözlerle bana baktı.
“Hiç bana bakma. Bütün suyu bitiren sensin. İşin aslına bakarsan bu pek de umurumda değil.” Söylediklerimin daha iyi anlaşılması için kocaman bir yudum aldım. Frank bir an lavaboya inip ibriği doldurmak istiyormuş gibi görünse de hemen bu fikirden caydı ve hikâyesini anlatmaya devam etti. Bu arada bardağındaki en iyi malt viskilerden biri olan Glenfiddich değil de kezzapmış gibi, çok dikkatli ve minicik yudumlar alıyordu.
“Bahçenin bu tarafındaki çitin tam önünde duruyordu. Sanırım,” – bu sözleri sarf edip etmemekte tereddüt eder gibi elindeki bardağa bakıp duruyordu – “senin pencerene bakıyordu.”
“Benim pencereme mi? Çok garip!” Hafif bir şekilde ürpermeme engel olamadım, bunun için biraz geç de olsa kepenkleri kapamak üzere camın önüne gittim. Frank bir yandan konuşmasına devam ediyor, bir yandan da odada beni takip ediyordu.
“Evet, ben aşağıdan baktığımda seni görebiliyordu. Saçlarını tarıyordun ve istediğin gibi olmadıkları için de küfür edip duruyordun.”
“E o zaman dostumuz beni izlerken epey eğlenmiştir,” dedim iğneleyici bir tonla. Frank başını salladı, bir yandan da hafifçe gülümsüyordu, yumuşak bir şekilde saçlarımı okşadı.
“Hayır, kesinlikle eğlenmiyordu. Tam tersine bir şey onun canını sıkmış gibiydi. Yüzünü tam olarak göremiyordum ama duruşundan belli oluyordu. Ona arkasından yaklaştım, hiç kıpırdamayınca yardım edebileceğim bir şey olup olmadığını sordum. Önce beni duymamış gibi davrandı, ben de rüzgârın sesinden gerçekten beni duyamadığını düşündüm. Bu kez onun omzuna dokunarak sözlerimi tekrarlamak istedim. Ama ona dokunmayı başaramadan birdenbire döndü ve beni hızla geçip yoldan aşağı doğru yürümeye başladı.”
“Bu bir hayaletten çok kaba bir adama benziyor,” diye fikrimi söyledim bu arada bardağımdaki içkiyi tüketmiştim. “Neye benziyordu?”
“İri bir adamdı,” dedi Frank, onu yeniden hatırlamak kaşlarını çatmasına sebep olmuştu. Tam bir İskoç’tu, giysileri baştan aşağı tam bir Kuzey İskoçyalı gibiydi, ekoseli eteğinin önünde asılı olan kürk torbasının üzerinde erkeklere has mükemmel bir broş vardı. Ona bunu nereden aldığını sormayı çok istedim ama ben bunu yapamadan gitti.”
Şifonyere doğru ilerledim ve içkimi tazeledim.
“Buralarda yaşayanlar için çok da garip bir görüntüden bahsetmiyorsun, öyle değil mi? Bu güne kadar köyde anlattığın gibi giyinmiş pek çok adam gördüm.”
“Yoo…” Frank’in sesi garip çıkıyordu. “Garip olan şey giyimi değildi, sana yemin ederim ki beni iterek geçerken birbirimize çok yakındık ve koluma değdiğini hissetmem gerekirdi ama hiçbir şey hissetmedim. O kadar şaşırmıştım ki sadece dönüp arkasından bakmayı başarabildim. Gereside Yolu’ndan aşağı yürüdü ve köşeye geldiğinde o…o ortalıktan yok oldu. İşte o an iliklerime kadar ürperdiğimi hissettim, sırtımdan aşağı serin bir yel esti sanki.”
“Bir anlığına da olsa dikkatin dağılmış olabilir ve o da o sırada gölgelere karışmıştır. Yolun aşağısında pek çok ağaç var.”
“Ondan gözümü bir an bile ayırmadığıma sana yemin ederim,” diye ağzının içinde bir şeyler geveledi Frank. Bir anda kendini topladı. “Buldum! Onun neden garip olduğunu düşündüğümü şimdi hatırlıyorum, ilk gördüğüm anda pek anlayamamıştım.”
“Ne?” Yavaş yavaş hayaletten sıkılmaya başlamıştım, artık konunun daha ilginç yerlere gelmesini istiyordum, yatağa gitmek bunlardan biri olabilirdi.
“Rüzgâr etrafı kasıp kavuruyordu ama onun eteği, plileri ya da asılı çantası hiç kıpırdamıyordu, sadece o yürüyünce hareket ettiler, anlatabiliyor muyum?”
Birbirimize bakıp duruyorduk. “Pekâlâ,” dedim sonunda, “Bu biraz acayip.”
Frank gülümseyerek omuzlarını silkti, konuyu kapatmıştı. “Sonunda bir dahaki karşılaşmamızda bölge papazına söyleyebilecek bir şeyim oldu. Bu gördüğüm belki de tanınmış hayaletlerden biridir ve o da bana onun tüyler ürpertici tarihçesini anlatır.” Saatine baktı. “Ama şu an söyleyebileceğim tek şey yatma vaktinin geldiği.”
“Bence de,” diye homurdandım.
Askıya asmak için gömleğini çıkarırken onu aynadan seyrediyordum. Ortadaki düğmeyi açarken birdenbire durdu.
“Claire baktığın kişiler arasında İskoçlar da var mıydı?” diye soruverdi. “Sahrada ya da Pembroke’da?”
“Olmaz mı, tabii ki vardı,” diye cevapladım onu, bu soru beni biraz şaşırtmıştı. “Amiens’deki sahra hastanesinde, Seaforths ve Camerons’da çok sayıda İskoç vardı, sonra Caen’de ve Gordons’da da vardı. Çoğu iyi adamlardı. Acıya ve başlarına gelen her şeye çok dayanıklılardı ama söz konusu iğne olunca son derece korkak oluyorlardı.” Özellikle içlerinden birini hatırlayınca yüzümde bir gülümseme belirdi.
“Üçüncü Seaforths’ta oldukça yaşlı ve huysuz bir gaydacı vardı, vücuduna bir şeyler takılmasına ya da saplanmasına tahammülü yoktu, özellikle de kalçasına. Elinde iğne bulunan birini yanına yaklaştırma kararı vermeden önce saatler boyu acı çekti ve yanına yaklaştırdığı zamanda kasa yapılması gereken iğneyi koluna yaptırmak için ısrar edip durdu.” Onbaşı Chisolm’u hatırlamak kahkaha atmama sebep olmuştu. “Bana ‘eğer yüzüstü kıçım açık bir şekilde yatacaksam hatunun elinde bir şapka iğnesiyle arkamda değil altımda olmasını tercih ederim!’ demişti.”
Frank daha önceki bu kadar hoş olmayan savaş anılarıma verdiği tepkinin aynısını vererek gülümsedi ama hâlâ biraz endişeli görünüyordu. Bu anı da ona önemsiz gelmişti. “Merak etme,” dedim ona bakışlarını görünce, “bu hikâyeyi öğretmenler odasında çay içerken anlatmayacağım.”
Oturduğum tuvalet masasına doğru gelirken yüzündeki gülümseme daha da belirginleşti ve arkamda durdu. Saçlarıma bir öpücük kondurdu.
“Sen de sakın üzülme, öğretmenler odasındakiler ne anlatırsan anlat seni seveceklerdir. Mmm. Saçların mis gibi kokuyor.”
“Sevdin yani?” Elleri cevap olarak omuzlarımdan aşağı kaydı ve ince geceliğimin üzerinden göğüslerimi avuçladı. Aynadan başımın üzerinde duran yüzünü görebiliyordum, çenesini kafama dayamıştı.
“Seninle ilgili her şeyi çok seviyorum,” dedi boğuk bir sesle. “Mum ışığında mükemmel göründüğünü biliyor musun? Gözlerin kristalin içindeki şeri gibi parlıyor, teninde fildişi gibi. Sen bir mum ışığı cadısısın. Belki de ışıkları hayatımızdan tamamıyla çıkarmalıyım.”
“Bu yatakta kitap okumayı zorlaştıracaktır,” dedim, kalbim deli gibi atmaya başlamıştı.
“Yatakta yapılabilecek çok daha iyi şeyler biliyorum,” diye fısıldadı.
“Sahiden mi?” diyerek ayağa kalkıp kollarımı onun boynuna doladım. “Ne gibi?”
Bir süre sonra kilitli kepenklerin ardında sarmaş dolaş yatıyorduk, başımı onun omzundan kaldırıp, “Bu soruyu neden sordun? Yani İskoç hastam olup olmadığını, işin aslında olduğunu bilmen gerekirdi, hastanelerde her yerden her çeşit adam olur,” dedim.
Kafası karışmış gibiydi, elini hafifçe sırtımda gezdirdi.
“O kadar da önemli bir şey değildi. Dışarıdaki adamın onlardan biri olabileceğini düşündüm,” dedikten sonra bir an devam edip etmemekte tereddüt etti, ardından bana biraz daha sıkı sarıldı. “Bilirsin işte, hemşirelik yaptığın zamanlarda tanıştığın birisi olabilirdi, şey… Senin burada olduğunu duyup seni görmek için buraya gelmiş… Yani işte böyle bir şey…”
“Öyle olsa, gelip beni sorması ya da görmek istemesi gerekmez miydi?”
“Belki de benimle karşılaşmak istememiştir,” dedi. Bunu sanki normal bir şeymiş gibi söylemişti.
Dirseğimin üzerinde yükselip ona baktım. Hâlâ yanmakta olan bir mumumuz vardı ve yüzünü rahatlıkla görebiliyordum. Başını çevirdi, söyledikleri hiç de olağan şeyler değildi. Bakışları, Bayan Baird’in duvarımıza astığı Prens Charlie’nin renkli taş baskısına bakarkenki halini andırıyordu, bir anormallik vardı.
Çenesini tuttum ve yüzünü tekrar kendime çevirdim. Şaşırmış gibi gözlerini kocaman açtı.
“Bir şey mi ima etmeye çalışıyorsun? Dışarıda gördüğün adamın benimle …” Doğru kelimeleri bulmaya çalışıyordum.
“İlişkisi?” diyerek hemen doğru kelimeyi bulmama yardımcı oldu.
“Duygusal bir bağlantısı olduğunu mu düşünüyorsun?” diyerek bitirdim cümlemi.
“Kesinlikle hayır,” dedi, hiç de inandırıcı değildi. Ellerimi yüzünden çekip beni öpmeye çalıştı ama yüz çevirme sırası bendeydi. Beni yatağa doğru bastırarak yanında yatmaya devam etmeye zorladı.
“Bu, bu sadece…” diye konuşmaya başladı. “Claire aradan altı yıl geçti ve bu altı yıl içerisinde biz sadece üç kez görüşebildik. Son görüşmemiz de sadece bir günlüktü… Demek istediğim şu ki acil ve sıkışık durumlarda sürekli baskı altında olan doktorların ve hemşirelerin, şey… Yani demek istiyorum ki eğer herhangi bir şey olduysa, bunu anlayabilirim. Bu ani bir kıvılcım ya da doğal bir…”
Onun bu saçma cümlelerini, bir anda ondan kurtulup kendimi yataktan dışarı atarak durdurdum.
“Sana sadakatsizlik ettiğimi mi düşünüyorsun? Bunu gerçekten düşünüyor musun? Eğer öyleyse hemen bu odayı terk et. Hatta evi de! Böyle bir şeyi ima etmeye dahi nasıl cüret edersin?” Delirmiştim, Frank yatağa oturmuş bana yaklaşmaya ve beni sakinleştirmeye uğraşıyordu.
“Sakın bana dokunma!” dedim dişlerimin arasından. “Gecenin bir yarısı camıma bakan garip bir adam görmek sana hastalarımdan biriyle ateşli bir şeyler yaşamış olduğumu nasıl düşündürdü? Bana hemen bunu anlat.”
Frank yataktan kalktı ve bana sarıldı. Bir domuz gibi etkilenmeden durmaya devam ettim, o durmadı, saçlarımı ve omuzlarımı nelerden hoşlandığımı gayet iyi bilerek okşamaya devam etti.
“Hayır, öyle bir şey düşünmedim,” dedi kesin bir şekilde. Beni iyice kendine doğru çekti, yavaş yavaş sakinleşmeye başlamıştım ama hâlâ ona sarılacak durumda değildim.
Aradan uzun bir zaman geçti, saçlarımın arasından fısıldıyordu. “Hayır, senin öyle bir şey yapmayacağını çok iyi biliyorum. Söylemek istediğim şey, eğer böyle bir şey yapmış olsaydın da… Bak Claire, bu benim sana olan aşkımı değiştirmezdi. Seni seviyorum. Hiçbir şey beni seni sevmekten alıkoyamaz.” Yüzümü ellerinin arasına aldı, benden sadece on santim uzundu, hiç sıkıntı çekmeden gözlerimin içine bakabiliyordu, konuşmaya devam etti. “Beni affeder misin?” Nefesi hafifçe Glenfiddich kokuyordu, sıcacıktı ve yüzümün her yerinde hissediyordum, dudakları rahatsız edici bir yakınlıkta ve çok davetkârdı.
Yeni bir şimşek çaktı ve ardından gök gürlemesiyle birlikte çatıları delen bir sağanak başladı.
Yavaşça kollarımı onun beline doladım.
“Sana merhamet gösterebilirim, hem de cennetten düşen bir çiy damlasının saflığında ve nazikliğinde…”
Frank gülerek başını yukarı kaldırdı ve gece kuru bir uyku uyuyamayacağımızın habercisi olan tavandaki lekelere baktı.
“Eğer bu senin merhametinin küçük bir örneğiyse, intikamından korkarım.” Onun bu sözlerine cevap olarak acayip bir gök gürlemesi duyuldu. İkimiz de gülmeye başladık, her şey yoluna girmişti.
Bir süre sonra yatakta onun derin nefesini dinlerken merak etmeye başladım. Benim açımdan sadakatsizlikle suçlanabileceğim hiçbir şey yapmamıştım. Tabii bu benim bakış açımdı. Ama onun da söylediği gibi altı yıl gerçekten çok uzun bir süreydi.
2
Dikili Taşlar
Bay Crook, sözleştiğimiz gibi ertesi sabah tam saat yedide geldi.
“Düğün çiçeklerinin üzerine düşen çiy tanelerini kaçırmak istemeyiz öyle değil mi sevgilim?” dedi göz kırparak, yaşının ona verdiği cesaretle. Tam bir klasik olan motosikletiyle gelmişti, kırlara yapacağımız yolculuğu onunla yapacaktık. Bu kocaman makinenin iki yanına bant şeklinde bitki baskıları yapılmıştı, bir römorka yapılmış tamponlara benziyorlardı. Dolaşarak sessiz kırlara ulaştık, Bay Crook’un motorunun kükreyen gürültüsü bu sessizlikle tam bir kontrast yaratıyordu ve sonunda bu gürültü de sona erdi. Bu yaşlı adam gerçekten de yöresel bitkiler hakkında çok şey biliyordu. Bilgisi onların nerelerde bulunduğuyla kısıtlı değildi, onların nerelerde kullanıldığını, tıptaki kullanılışlarını ve ne şekillerde hazırlanmaları gerektiğini de biliyordu. Bütün bunları not alabilmek için keşke defterimi de getirmiş olsaydım diye düşündüm. Bunu yapmamış olduğum için onun çatlak sesiyle anlattıklarını tüm dikkatimi vererek dinledim ve beynime kazımaya çalıştım.
Öğle yemeği için üzeri insanda merak uyandıracak derecede düz olan bir tepenin yamacında durduk. Burası da komşu bölgeler gibi yeşil bir alandı ve oralarda bulunan girinti ve çıkıntılar burada da bulunuyordu ama yine de bir farklılık vardı: bir yanda oldukça eski bir yol uzanıyordu ve bu yol kocaman bir granitin ardında yok oluyordu.
“Orada ne var?” diye sordum elimdeki jambonlu sandviçimle yolu göstererek. “Piknik yapmak için oldukça zorlu bir yer.”
“Ah.” Bay Crook tepeye baktı. “Orası Craigh na Dun, sevgilim. Sana yemeğimizi yedikten sonra göstereceğim.”
“Gerçekten mi? Orası hakkında özel bir hikâye mi var?”
“Elbette var,” diye cevap verdi ama orayı gösterene kadar daha detaylı bilgi vermeyi reddetti.
İşin başında o kadar dik bir patikadan tırmanamayacağımı düşünüyordum fakat onu nefes nefese takip ederken bütün bu korkularım yok oldu. Son noktada da nasırlı ellerini uzatıp beni tepeye çekiverdi.
“İşte burada.” Elini oraların sahibiymiş edasıyla sallıyordu.
“Ama burası eski çağlardan kalma bir taş yapıt!” dedim, hoşuma gitmişti. “Minyatür bir yapıt!”
Savaş yüzünden Salisbury Ovası’na gelmeyeli bir kaç yıl olmuştu ama Frank ve ben evlendiğimiz zaman oradaki taş yapıtı görmeye gitmiştik. Diğer turistler gibi hafif bir korkuyla o kocaman taşların arasında dolaşmış ve kesim taşının önünde ağzımız beş karış açık bir şekilde kalakalmıştık. (Londra aksanıyla konuşan gür sesli tur rehberi Kelt dönemindeki Papazlar burada insanları tüyler ürpertici bir şekilde kurban ediyorlardı diye anons etmişti taşı durup seyretmek yerine onun bir sürü fotoğrafını çekmekle meşgul olan bir otobüs dolusu İtalyan turiste.)
Frank’in, kravatlarını askılara iki tarafı da eşit sarkacak şekilde asmaya kadar varan düzen tutkusu orada da depreşti ve bu canavar yapı taşının en dış halkasını ve içini Z delikleri ile Y deliklerinin arasındaki mesafeleri adımlayarak ve tek parça büyük taşın bulunduğu yerdeki lentoları bir bir sayarak dolaştık.
Üç saat sonra orada kaç adet Y ve kaç adet Z deliği bulunduğunu bilir durumdaydık (benim ilgimi pek çekmiyordu ama bilmek isterseniz, bu sayı elli dokuzdu). Buna rağmen son beş yüz yıldır amatör ya da profesyonel arkeologların burayı araştırıp bulduklarının dışında herhangi yeni bir ipucu bulamadık. Burasının yapılma amacı neydi ve neolitik çağlardaki ilkel koşullarla nasıl yapılmıştı?
Fikirlerin sonu yoktu tabii ki. Akademisyenlerin arasında geçirmiş olduğum sürede iyi sunulmuş bir fikrin kötü sunulmuş bir gerçekten çok daha değerli olduğunu öğrenmiştim, bu profesyonel gelişimin süreçlerinden biridir.
Tapınak. Mezarlık. Gözlemevi. İnfaz yeri (“Kurban Taşı” olarak adlandırılmış olmasının yanı sıra yarıya kadar bulunduğu çukura gömülü olması da bu fikri kuvvetlendiriyordu). Pazaryeri. Ben en çok bu son fikri sevmiştim. Megalitik Dönem ev kadınlarının kollarında alışveriş sepetleriyle bu lentoların arasında gezinerek yeni gelmiş kilden yapılmış bardakları inceleyişlerini, o dönem fırıncılarının ya da geyik kemiğinden yapılmış kürek satıcılarının onlara anlattıklarını şüpheyle dinleyişlerini, kehribar boncuklara eleştirel gözlerle nasıl baktıklarını hayal etmek hoşuma gitmişti.
Bu hipotezimi çürütebilecek tek şey Sunak Taşının altında bulunan vücutlar ve Z deliklerindeki yakılmış olarak bulunan ceset kalıntılarıydı. Bunlar eksik ya da fazla tartan sahtekâr tacirlerin kalıntıları olmadığı sürece bir pazar yerini mezarlık olarak kullanmak delice bir fikirdi.
Bu tepenin üzerindeki minyatür yapıtın bir mezarlık olduğuna dair herhangi bir işaret yoktu. Minyatür sözcüğünü kullanmamın sebebi burada bulunan dairesel formdaki taşların bugüne kadar gördüğüm taş yapıtlara oranla daha küçük olmasıydı. Gerçi buradaki her bir taş boyumun iki katı kadardı ve genişlikleri de göz ardı edilemeyecek boyutlardaydı.
Yine o taş yapıt gezisinde bulunan başka bir tur rehberi, bu tür dairesel formdaki taş yapıtların bütün Avrupa ve İngiltere’de bulunduklarını söylemişti. Bunların bir kısmı daha iyi durumdaydı, formsal olarak ufak farklılıklar gösterenleri vardı, çoğunun yapım sebebi ve tam olarak hangi devre ait olduğu hâlâ çözülememişti.
Bay Crook ben taşların arasında merakla gezinip onlara dokunmak için dururken sevimli gözlerle beni inceliyordu. Ben dokunuşum bu anıtsal kayalar üzerinde bir etki bırakacakmış gibi onlara dokunmaya devam ediyordum.
Bu dikilitaşların bir kısmı benekliydi, bir kısmında da daha koyu renklerden oluşmuş çizgiler vardı. Bir kaçında güneş ışıklarını hoş bir şekilde yansıtan mika parçacıkları var gibiydi. Hepsi etrafımızda bulunan eğreltiotlarıyla sarılmış olan doğal taşlardan gözle görülür bir şekilde farklıydı. Bunları yapan kişi her kimse ve hangi sebeple yaptıysa bu taşların ocaklardan çıkarılmak, şekillendirilmek, özel noktalara taşınmak ve oralara dikilmek için çok önemli şeyler olduklarını düşünmüştü. Nasıl şekillendirilmişlerdi? Nasıl taşınmışlardı?
“Kocam bunlara hayran olacak,” dedim Bay Crook’a. Bana bitkileri ve bu yeri gösterdiği için ona teşekkür etmek üzere durdum. “Onu daha sonra buraya getirip bunları göstereceğim.” Yaşlı adam cesur bir tavırla, geri dönüş yolunda rahat etmem için bana kolunu uzattı, dönüş yolunun dikliğine bakınca onun yaşına rağmen benden çok daha iyi durumda olduğunu düşünüp bu teklifi kabul ettim.
Akşamüstü Richard’ı papazın evinden almak üzere yavaş yavaş köye doğru yürümeye başladım. Bu dağlık bölgede süpürge otu, adaçayı ve katırtırnaklarının kokusunu içime çekerek yürümekten çok mutluydum, arada bir önünden geçtiğim kulübelerin bacalarından çıkan kızarmış ringa balığı kokusu da ortama ayrı bir hava katıyordu. Köy İskoçya’nın bozkırlarına doğru çok dik bir şekilde yükselen kayalıkların eteğindeki eğimli bir bölgeye kurulmuştu. Yolun yanındaki kulübeler oldukça hoştu. Savaş sonrası gelen refah onlara boyanmak olarak yansımıştı, papaz evinin köhne pencere çerçeveleri bile en az yüzyıllık bir bina olmasına rağmen sarı sarı parlıyordu.
Boynunda üç sıra yapay inci bulunan sıska ve uzun boylu bir kadın olan papazın kâhyası kapıyı açtı. Kendimi tanıtınca bana hoş geldin dedikten sonra uzun, dar ve karanlık bir koridorda yolu göstermeye başladı. Görebildiğim kadarıyla duvarlarda bulunan sepya kabartmalara önemli kişilerin resimleri kazınmıştı, bunlar bir önceki papazın ailesi olabileceği gibi kraliyet ailesinden önemli şahısların gravürleri de olabilirdi. Karanlıkta kim olduklarını tam olarak algılayamıyordum.
Papazın odası koridorun tam tersine gözleri kör edecek kadar aydınlıktı, bu ışık neredeyse yerden tavana kadar uzanan kocaman bir pencereden içeri doluyordu. Şöminenin yanında duran şövalenin üzerindeki henüz tamamlanmamış olan gri göklerin altında bulunan kayalıkların yağlı boya resmi bu kocaman pencerenin ne amaçla inşa edildiğini gözler önüne seriyordu. Bu pencere binaya yapımından çok sonra eklenmiş olmalıydı.
Frank’le hâkim yakalı papaz gömleği giymiş olan kısa boylu, tıknaz bir adam uzaktaki duvarın önünde duran masanın üzerinde duran yırtık pırtık, eski bir kâğıdın üzerine büyük bir dikkatle eğilmişlerdi. Frank bana hoş geldin demek için başıyla hafif bir hareket yaptı, papazsa son derece kibar bir tavırla o sırada yapmakta olduğu açıklamaları bir kenara bırakarak hızla elimi sıkmak üzere yanıma geldi, yüzünde son derece mutlu bir ifade vardı.
“Bayan Randall!” dedi elimi içtenlikle sıkarken. “Sizi yeniden görmek ne güzel… Haberleri duymak için tam zamanında geldiniz!”
“Haberler mi?” Masanın üzerinde duran kâğıtların eskiliğinden ve harf karakterlerinden bu haberlerin 1750 yıllarına ait olduğunu hesapladım. Yani bu bir son dakika haberi değildi.
“Evet, kesinlikle. Ordu kayıtlarından kocanızın atalarından biri olan Jack Randall’ı bulmaya çalışıyoruz.” Papaz iyice yanıma yaklaştı ve Amerikan filmlerinden fırlamış bir haydut edasıyla anlatmaya başladı. “Ben, eee, yerel Tarih Enstitüsünden dosyaların orijinallerini ‘ödünç’ aldım. Bu konuda kimseye bir şey söylememelisin dememe gerek yok tabii.”
Biraz da eğlenerek bu ölümcül sırrı hiç kimseye söylememek konusunda onunla hemfikir oldum ve on sekizinci yüzyıldan gelen son haberleri alırken oturacağım rahat bir yer bulabilmek için etrafıma bakındım. En yakın pencerenin önünde duran yüksek arkalıklı koltuk gözüme oldukça uygun göründü ama onu masaya doğru çevirmek üzere yanına gittiğimde benden önce birinin oraya oturmuş olduğunu gördüm. Pırıl pırıl siyah saçları olan küçük bir oğlan koltuğa gömülmüş uyuyordu.
“Roger!” Bana koltuğu çevirmek için yardıma gelen papaz da en az benim kadar şaşırmıştı. Oğlan sıçrayarak uykusundan uyandı ve yerinde hızla doğruldu, yosun rengi gözleri kocaman açılmıştı.
“Seni küçük haylaz, burada ne yapıyorsun?” Papaz onu sevgiyle azarlıyordu. “Yine mi karikatürlere bakarken uyuyakaldın?” Rengârenk kâğıtları yerden topladı ve oğlana verdi. “Hadi bakalım dışarı Roger, benim Randalllar’la biraz işim var. Ah, dur bakalım, seni Bayan Randall’la tanıştırmayı unuttum. Bayan Randall, bu benim oğlum Roger.”
Bu durum beni şaşırtmıştı. Ben Papaz Wakefield’ın müzmin bir bekâr olduğunu düşünüyordum. Hiç konuşmadan bana kibarca uzatılmış olan küçük eli içtenlikle sıktım, elime bulaşan hafif ıslaklığı eteğime silmemek için kendimi tutmayı başardım.
“Aslında yeğenimin oğlu,” diye itiraf etti. “Babası Channel’da vuruldu, annesi de Blitz’de İngiliz Müzesi’nin konferans salonunda ders verirken yapılan saldırı sırasında hayatını kaybetti. Durum böyle olunca ben de onu yanıma aldım.”
“Çok ince düşüncelisiniz,” gibi bir şeyler geveledim, Lamb Amca’yı hatırlamıştım. O da Blitz’de İngiliz Müzesi’nin konferans salonunda ders verirken yapılan saldırıda ölmüştü. Yan bölümde duran Perslerden kalma antikaların zarar görmediğine sevinerek öldüğüne çok emindim.
“Rica ederim, çok rica ederim.” Papaz utançla ellerini sallıyordu. “Evin içinde genç bir soluğun olması keyif verici… Artık oturalım mı?”
Daha çantamı bile yere koyamadan Frank konuşmaya başlamıştı. “Bu çok büyük bir şans Claire,” dedi büyük bir coşkuyla sayfaları kıvrılmış kitabı göstererek. “Papaz John Randall’dan bahseden bütün bölümleri işaretlemiş.”
“Görünüşe bakılırsa John Randall’ın yapmış olduğu pek çok şey var,” diye fikrini belirtti. Papaz bu arada kâğıtların bir kısmını Frank’ten almakla meşguldü. “Dört yıl kadar William Kalesi’ndeki garnizonda görev yapmış ama vaktinin çoğunu kral adına sınırdaki İskoç kasabalarını sürekli saldırılarıyla taciz ederek ve yağmalayarak geçirmiş. Bu öbek,” – kâğıtların büyük bir bölümünü dikkatle ayırıp masanın üzerine koydu – “değişik kişilerin ve mülk sahiplerinin ona karşı yapmış oldukları şikâyetlerden oluşuyor. Hizmetçileriyle ilişkiye giren garnizon askerlerinden başlayıp atlarının çalınmasıyla devam eden şikâyetler bunlar. Bu arada değişik konulardaki hakaretlerden bahsetmiyorum bile.”
Çok eğleniyordum. “Aile ağacında herkesin çok iyi tanıdığı bir at hırsızı var desene,” dedim Frank’e.
O istifini bile bozmadan omuz silkti. “Ne yapmışsa yapmış bu konuda benim yapabileceğim bir şey yok. Ben sadece her şeyi bulup öğrenmek istiyorum. O zamanı düşünürsek bu şikâyetler pek de garip şeyler değil. İngilizler ve özellikle de orduları o dönemde İskoçya’da hiç de hoş karşılanmazlardı. Burada tuhaf görünen şey onca şikâyetin sonucunda hiçbir şey yapılmamış olması, en ciddileri bile dikkate alınmamış.”
Papaz bu kadar uzun bir süre susup dinlemeye tahammül edemedi ve konuya daldı. “Bu doğru. Bu subaylara modern standartlar tanındığından dolayı da değil. Daha önemsiz meselelerde diledikleri pek çok şeyi yapma hakları vardı. Ama bu durum gerçekten de garip. Bu şikâyetler araştırılıp davalar düşürülmüş değil, bu konular hiç açılmamış bile. Neden şüpheleniyorum biliyor musun Randall? Senin bu akrabanın muhakkak bir koruyucusu vardı. Onu üstlerinin kınama ve cezalarından koruyacak bir hamiydi bu.
Frank gözlerini kısarak kayıtlara bakarken bir yandan da kafasını kaşıdı. “Bu konuda haklı olabilirsin. Bu kişi oldukça kuvvetli biri olmalı. Orduda üst seviyede biri ya da belki de soylulardan biri.”
“Evet, aslında şu ihtimal de…” Odaya kâhya Bayan Graham’ın girmesiyle papazın teorisini açıklaması yarım kaldı.
“Beyler size içecek bir şeyler getirdim,” dedi çay tepsisini masanın tam ortasına yerleştirirken. Papaz hızlı bir hamleyle kıymetli kâğıtlarını oradan kaldırmayı başarmıştı. Kadın kurnaz gözleriyle bana baktı, bacaklarımı sallamamı ve gözlerimdeki, sıkıntıdan bayılmak üzere olduğumu gösteren ifadeyi gayet iyi değerlendirmişti.
“Bayan Randall’ın mutfakta bana katılacağını umarak iki fincan getirdim. Biraz…” Onun davet sebebini açıklamasını beklemeden büyük bir hevesle ayağa fırladım. Mutfağa açılan sallanan kapıdan geçerken hemen arkamdan başlamış oldukları teori bombardımanını duyabiliyordum.
Çay yeşil, sıcak ve hoş kokuluydu, içinde ufak yapraklar yüzüyordu.
“Mmm, mükemmel,” dedim fincanı yerine bırakırken. “Kokulu siyah çaydan sonra bu tadı almayalı çok uzun zaman oldu.”
Bayan Graham hazırlamış olduğu şeylerden aldığım keyfi görünce başını salladı. Fildişi renkli fincanların altına el yapımı dantelleri yerleştirmek ve kaymaklı çörekleri yapmak için belli ki çok uğraşmıştı.
“Maalesef savaş sırasında ben de bulamıyordum. Oysa fal bakmak için en iyisi budur. O, Earl Grey yaprakları beni çok zorluyordu, Daha orada ne olduğunu tam anlayamadan düşüveriyorlardı.”
“Çay yapraklarını mı okuyorsunuz?” diye sordum, hoşuma gitmişti. Bayan Graham gri permalı saçları ve üç sıra incisiyle bilindik falcı çingene tanımına ancak bu kadar uzak olabilirdi. Yudumladığı çay yavaş yavaş uzun ve buruşuk boynundan aşağı doğru kaydı ve parlayan incilerin arkasında gözden kayboldu.
“Neden sordun? Tabii ki okuyabiliyorum şekerim. Tıpkı büyükannemin bana öğrettiği gibi, ona da kendi büyükannesi öğretmiş. Çayını bitir ve orada neler olduğuna bakalım.”
Doğru ışığı yakalayabilmek için fincanı çevirirken bir yandan da değişik açılardan yaprakların devriliş şekillerine bakıyordu. Uzun bir süre konuşmadı.
Fincanı yoğun bir dikkatle yerine koydu, suratına patlamasından korkuyormuş gibi bir ifadesi vardı. Dudaklarının iki yanındaki çizgiler daha da derinleşmişti, kaşları sanki bir muammayla karşı karşıyaymış gibi çatılmıştı.
“Pekâlâ,” dedi sonunda. “Bugüne kadar gördüğüm en acayip görüntülerden biri.”
“Yani?” Hâlâ eğleniyordum ama meraklanmaya da başlamıştım. “Uzun boylu esmer birisiyle mi tanışacağım, denizlerde uzun bir yolculuğa mı çıkacağım?”
“Olabilir.” Bayan Graham sesimdeki alaycılığı kaçırmamıştı ve bana hafifçe gülerek aynı tavırla cevap vermişti. “Ya da olmayabilir. Fincanındaki gariplik buradan kaynaklanıyor şekerim. Her şey birbiriyle çelişiyor. Yolculuğu simgeleyen kıvrılmış bir yaprak var ama onun hemen ucunda kırık bir yaprak var ki bu da hiçbir yere kıpırdamayacağın anlamına geliyor. Ayrıca yabancılar var, birkaç kişi. Ve eğer yaprakları yeterince doğru okuyorsam kocan da bunlardan biri.”
Nedense keyfim kaçmıştı. Altı yıllık ayrılık ve altı aylık birliktelikten sonra kocam hâlâ bana bir şekilde yabancıydı. Bunu bir çay yaprağının nasıl bilebildiğini anlayamıyordum.
Bayan Graham’ın kaşları hâlâ çatılıydı. “Eline bakayım çocuk,” dedi.
Elimi tutan eli kemikliydi ama şaşırtıcı derecede sıcaktı, mis gibi lavanta kokan, özenle şekil verilmiş gri saçlı başını avcumun üzerine eğdi. Uzun bir süre elime baktı, parmağıyla ileri geri harita üzerinde bulunan bir takım yolları takip eder gibiydi, sanki bu yollar hep boş kumsallara ya da terk edilmiş yerlere çıkıyordu.
“Peki, nedir o?” diye sordum, nefes alış verişimi sabit tutmaya çalışıyordum. “Kaderim açıklanamayacak kadar kötü mü?”
Bayan Graham tuhaf bakışlarını bana doğru kaldırdı ve düşünceli bir tavırla yüzümü süzdü, elimi tutmaya devam ediyordu. Dudaklarını yalayarak başını iki yana salladı.
“Hayır şekerim. Elinde gördüğüm şey kaderin değil. Sadece onun tohumu.” Kuşa benzeyen başını bir yana eğdi, düşünmeye devam ediyordu. “Elindeki çizgiler değişir, bunu biliyorsun. Hayatının başka bir noktasında, şu anda olduklarından çok daha farklı olabilirler.”
“Bunu bilmiyordum. Onlarla doğup onlarla öldüğümüzü sanıyordum.” Elimi ondan çekip almamak için kendimi zor tutuyordum. “O zaman eldeki çizgileri okumanın ne anlamı var?” Sesimin kaba çıkmamasına çalışıyordum ama bu kadar ince elenip sık dokunmak beni biraz rahatsız etmişti özellikle de çay yaprağı okuma seansının hemen ardından fazla gelmişti. Bayan Graham beklemediğim bir tavırla gülümsedi ve parmaklarımı avcumun üzerine kapadı.
“Neden? Elindeki çizgiler senin kim olduğunu gösteriyor şekerim. Değişme sebepleri de bu, yani değişmeliler. Bazı insanlarınki hiç değişmez. Onlar hayatta kendilerini değiştirmeyi başaramamış şanssız insanlardı, maalesef az sayıda da olsa onlardan var.” Elimi avcunun içinde sıktı ve okşadı. “Senin onlardan biri olduğunu hiç sanmıyorum. Genç yaşına rağmen elinde şimdiden pek çok değişiklik var. Elbette bunda savaşın etkisi çok büyük,” dedi, bu açıklamayı benden çok kendine yapar gibiydi.
Yine meraklanmıştım işte, elimi bu kez gönüllü olarak açtım.
“Peki, elime göre ben kimmişim?”
Bayan Graham kaşlarını çattı, elimi yeniden tutmamıştı.
“Bunu çok net olarak söyleyemem. Gariplik orada, pek çok insanın el çizgisi onlarla benzerlik gösterir. Yanlış anlama söylemek istediğim şey ‘birini görünce diğerlerini de belirlemiş olursun’ demek değil ama yine de takip edilen örnek yollar vardır, bu böyledir.” Aniden güldü, bu garip ama sevimli bir sırıtmaydı. Bembeyaz olan takma dişleri tamamıyla ortalığa serilmişti.
“Falcıların çalışma sistemi budur. Ben bu işi her yıl kilisenin düzenlediği şenliklerde yapıyorum ya da savaştan önce yapıyordum diyelim. Varsayalım ki şimdi de yaptığım bu. Bir kız çadırdan içeri girer – o sırada ben orada ‘oryantal giysilerim’ ve Bay Donaldson’dan ödünç almış olduğum, tavus kuşu tüyünü taktığım türbanımla orada oturuyor olurum – aslında oryantal giysi dediğim şey de papazın güneş kadar sarı renkli olan gece entarisidir. Neyse uzatmayalım, eline bakarmış gibi yaparken onu incelerim, bluzunun yakası neredeyse göbeğine kadar açıktır, üzerinde ucuz bir koku vardır, küpeleri de omuzlarına değecek kadar uzundur. Onun bir sonraki şenliğe yanında bebeğiyle birlikte katılacağını söylemek için kristal küreye bakmaya hiç gerek yoktur.” Bayan Graham durakladı, gri gözleri muzip bir şekilde aydınlanmıştı. “Ayrıca tuttuğum el boşsa, yani yüzük yoksa ona yakında evleneceğini söylemek de iyi taktiklerden biridir.”
Bir kahkaha attım, o da attı. “Yani aslında ellerine bakmıyorsunuz. Sadece yüzük olup olmadığını kontrol ediyorsunuz.”
Şaşırmış görünüyordu. “Ah tabii ki bakıyorsunuz. Bu sadece gördüklerinizi de değerlendirdiğiniz anlamına geliyor. Yani genelde…” Açık elime bakarak başını salladı. “Bu daha önce görmüş olduğum hiçbir şeye benzemiyor. Bir de başparmağına bakalım şimdi,” dedi ve eğilip hafifçe başparmağıma dokundu. “Burada fazla bir değişiklik olmamış. Bu kararlı olduğun anlamına gelir, kafan çok fazla karışmaz.” Göz kırptı. “Bunu sana kocan da söyleyebilirdi. Keza bunu da…” Parmağımın sonundaki etli kısma dokundu.
“O nedir?”
“Ona Venüs Dağı denir.” İncecik dudaklarını iyice büzdü, dudaklarının kenarları iyice yukarı kıvrılmıştı. “Bir erkekte olduğu zaman onun genç kadınlardan hoşlandığı anlamına gelir. Kadında ise durum biraz farklıdır. Kibarca açıklamaya çalışırsam, senin için iyi olan bir tahmin yapabilirim, kocan senin yatağından uzakta duramıyor.” Şaşırtıcı bir müstehcenlikle kıkırdadı ve ben kıpkırmızı oldum.
Yaşlı kâhya elime bakmaya devam etti, sözlerini kuvvetlendirmek için işaret parmağını oradan oraya gezdirip duruyordu.
“Yaşam çizgin gayet belirgin ve uzun. Gayet sağlıklısın ve öyle olmaya devam edeceksin. Yaşam çizgisinin kesilmesi hayatının gözle görünür bir şekilde değişeceğini gösterir, e zaten bu hepimiz için geçerli olan bir şeydir. Seninki daha çok doğranmış, küçük parçalara bölünmüş gibi. Bir de evlilik çizgine bakalım…” Yine başını salladı. “O da bölünmüş, bu da garip bir durum değil, iki evlilik olabilir…”
Hafif bir tepki gösterdim ama hemen bastırdım. O bu küçük ürpermeyi kaçırmamıştı ve hemen bana baktı. Oldukça uyanık bir falcıydı. Başını sallayarak beni sakinleştirmeye çalıştı.
“Hayır, hayır yavrum… Bu senin iyi adamına bir şey olacağı anlamına gelmiyor. Eğer böyle bir şey olursa da,” buradaki ‘eğer’ sözcüğünü elimi sıkarak vurgulamıştı, “sen karalar bağlayıp hayatının sonuna kadar yas tutan kişi olmayacaksın. Bunun anlamı ilk aşkını kaybetsen bile hayatında yeniden âşık olacağındır.”
Gözlerini kısarak avcuma yeniden baktı, kısa tırnaklı parmağı evlilik çizgisi boyunca ilerliyordu. “Bu bölünmüş yolların çoğu genelde kırılıp yok olur seninkiyse çatallı.” Başını kaldırdı ve çapkın çapkın gülümsedi. “Aramızda kalsın ama iki eşli olmadığından emin misin?”
Başımı iki yana sallayarak kahkahalar attım. “Hayır. Buna ne ara zaman bulacaktım ki?” Elimi çevirdim ve dışını gösterdim.
“Elin kenarında oluşan çizgilerin insanın kaç çocuğu olacağını gösterdiğini duymuştum, doğru mu?” Sesimin doğal çıkmasına özen göstermeye çalışmıştım. Elimin kenarı hayal kırıklığı yaratacak kadar düzgündü.
Bayan Graham bu söylediğimi bir el hareketiyle küçümsediğini belirtti.
“Peh! Bir ya da iki çocuğun olduktan sonra orada çizgiler görmeye başlarsın. Tıpkı yüzünde beliren çizgiler gibi. Bu önceden hiçbir şeyi belirlemez.”
“Gerçekten öyle mi?” Aptallıktı biliyorum ama bunu duymak beni rahatlatmıştı. Bileğimde bulunan derin çizgilerin ne anlama geldiğini soracakken (potansiyel olarak intihara meyilli olabilirdim mesela) Peder Wakefield elinde boş fincanlarla mutfağa geldi. Onları bulaşık damlalığının üzerine koyduktan sonra beceriksiz hareketlerle dolapta bir şeyler aramaya başladı, yardım teklifi beklediği her halinden belliydi.
Bayan Graham mutfağının kutsallığını koruyabilmek için hemen olduğu yerden doğruldu, usta bir hareketle papazı yana itti, tepsiye yeni fincanları yerleştirdi ve onları doldurmaya başladı. Papaz beni hafifçe onun yolundan çekti.
“Çalışma odasına gelip benimle ve eşinizle bir çay daha içmek ister misiniz Bayan Randall? Kayda değer şeyler keşfettik.”
Sakin duruşunun altında, ne bulduğunu bir an önce söylemek isteğiyle yanıp tutuşan bir adam olduğunu görebiliyordum, cebindeki kurbağasını herkese göstermek isteyen bir çocuk gibiydi. Gidip Komutan Jonathan Randall’ın çamaşır faturalarını, çizme tamir masraflarını ve buna benzeyen şeylerin yazılı olduğu kayıtları okumak zorunda kaldığım apaçık ortadaydı.
Frank bu eski kâğıtlara öylesine dalmıştı ki odaya girdiğimizde belli belirsiz başını kaldırdı. İstemeye istemeye kâğıtları papazın tombul ellerine bıraktıktan sonra onun arkasına dolaşıp, omuzlarının üzerinden onlara bakmaya devam etti. Bu kâğıtları bir an bile gözünün önünden ayırmaya tahammülü yokmuş gibi davranıyordu.
“Peki, nedir?” dedim kibarca, kirli kâğıt parçalarını parmağımla göstererek. “Hımm, evet, çok ilginç.” Karınca duasına benzeyen el yazısı çok soluk ve çok süslüydü ayrıca okumak imkânsız gibiydi. Kâğıtlardan biri diğerlerinden çok daha iyi durumdaydı ve bunun üzerinde taçlı bir arma vardı.
“Sand…Sandringham Dükü yazıyor değil mi?” diye sordum, armaya, onun üzerindeki solmuş leopara ve altında el yazısından daha okunur durumda olan baskı yazıya bakarak.
“Evet, aynen öyle,” dedi papaz, artık daha fazla sırıtıyordu. “Artık böyle bir unvan yok biliyorsun.”
Bilmiyordum ama zeki bir tavırla başımla onu onayladım, tarihçilerin bir anda buldukları şeylere delice bir tutkuyla bağlandıklarını çok iyi bilirdim. Bu başla onaylamanın dışında periyodik olarak “Gerçekten mi?” ve “Aman tanrım çok etkileyici!” de demek gerekiyordu.
Frank’le papazın arasında yaşanan ve belirli bir zaman alan birbirine saygı gösterme süresi sonuçlandıktan sonra bana bulduklarını söyleme onuru papaza düştü. Bütün bu çöp gibi görünen kâğıtlardan anlaşıldığı kadarıyla Frank’in atası olan, kötülüğüyle nam salan Kara Jack Randall sadece Krallığın cesur askerlerinden biri değildi. O aynı zamanda Sandringham Dükü’nün güvenilir – ve gizli – bir ajanıydı.
“Aslında provokasyon yapmak üzere tutulmuş bir aracı, sizce de öyle değil mi Dr. Randall?” Papaz büyük bir nezaketle yığını Frank’e geri verdi ve o da bunları hızla kaptı.
“Evet, öyle de diyebiliriz. Gerçi yazım üslubu oldukça ihtiyatlı ve üstü kapalı…” İşaret parmağıyla sayfaları çevirmeye devam etti.
“Gerçekten mi?” dedim.
“Öyle görünüyor ki bu Jonathan Randall’a bölgede oturan II. James yanlısı seçkin İskoç ailelerinin duygularıyla oynamak ve onları karıştırmak konusunda oldukça güveniliyormuş. Buradaki ana nokta bu konuya içten içe bir sempati duyan baronetleri ya da klan şeflerini ortaya çıkarmak olabilir. Gerçi bu da biraz garip… Sandringham’ın da II. James yanlısı olduğundan kuşkulanılmıyor muydu?” Frank papaza döndü, yüzünde sorularla dolu, sıkışmış bir ifade vardı. Papazın pürüzsüz kel kafasında ve alnında da kırışıklıklar oluşmuştu.
“Öyle mi? Evet, evet sanırım haklısın. Yine de Cameron’a bir bakalım.” Bu sözleri söylerken bir yandan da kitaplıktaki kalın ciltli kitapların arasına dalmıştı. “Muhakkak bir yerlerde Sandringham’dan bahsetmiştir.”
“Bu çok etkileyici, mükemmel bir durum,” diye mırıldandım, tüm dikkatimi çalışma odasının bir duvarını baştan aşağı kaplamış olan mantar döşemeye vermiştim.
Üzeri bir sürü ilginç şeyle kaplıydı, bunların çoğu kâğıtlardan oluşuyordu; gaz faturaları, mektuplar, Piskoposluk Konseyinden gelen bildiriler, romanlardan kopmuş sayfalar, papazın kendi el yazısıyla yazmış olduğu notlar… Bunların yanı sıra anahtarlar, şişe kapakları, küçük araba parçası gibi görünen metaller de buraya raptiyeler ya da zamk aracılığıyla tutturulmuştu.
Burada bulunan çeşitli şeyleri incelemeye başlamıştım, bir yandan arkamda devam eden konuşmaları da duyuyordum. (Sandringham Dükü’nün de II. James yanlılarından olabileceğini düşünüyorlardı.) Dikkatimi özel bir yere özenle konmuş ve dört köşesinden birer raptiyeyle tutturulmuş soy ağacı tablosu çekti. Tablonun en üstündeki isimlerin altında hep on yedinci yüzyıla ait tarihler vardı. Benim dikkatimi ise tablonun altında bulunan başka bir isim çekmişti. Orada “Roger W. (MacKenzie) Wakefield” yazıyordu.
“Özür dilerim,” diyerek onların armada bulunan leoparın pençesinde tuttuğu şeyin bir zambak mı yoksa bir çiğdem mi olduğuna dair yaptıkları saçma sapan tartışmayı kesiverdim. “Bu oğlunuzun tablosu mu?”
“Ne? Ah evet, evet onun.” Papaz dağılan dikkatini hemen topladı, hızla yanıma geldi, gülümseyerek tabloyu olduğu yerden çıkardı ve masanın üzerine, tam önüme koydu.
“Onun gerçek ailesini unutmasını istemiyorum,” diyerek durumu bana açıkladı. “1600lere kadar uzanan oldukça eski bir sülale.” Tombul işaret parmağıyla yukarıdan aşağıya doğru saygıyla hattı takip ediyordu.
“Ona burada yaşadığı için kendi ismimi verdim, bu çok daha uygun olacaktı ama diğer yandan da nereden geldiğini unutmasını istemedim.” Özrünü belirtir bir tavırla gülümsedi. “Benim öyle övünülecek bir soy ağacım yok. Papazlar, papaz yardımcıları ve birkaç kitap satıcısından oluşuyor. Bu da 1762’ye kadar izlenebiliyor zaten. İyi bir kayıt tutulmamış.” Atalarının tembelliğinden büyük bir pişmanlık duyuyormuş gibi başını iki yana sallıyordu.
Papazın evinden çıktığımızda vakit hayli ilerlemişti, bize yarın sabah ilk iş olarak mektupları kasabaya götürüp kopyalarını çıkarttıracağına dair söz vermişti. Frank kaldığımız yere geri dönerken yol boyunca casuslar ve II. James yanlıları hakkında mutlu mutlu gevezelik etti. Ve nasıl olduysa sonunda benim suskunluğumun farkına vardı.
“Ne oldu aşkım?” diye sordu endişeli bir tavırla kolumu tutarak. “Neyin var, hasta mısın?” Bu soruyu ilgi ve ümit karışımı bir tonlamayla sormuştu.
“Yo, gayet iyiyim. Sadece düşünüyordum…” Tereddüt ediyordum çünkü bu konuyu daha önce konuşmuştuk. “Roger’ı düşünüyordum.”
“Roger’ı mı?”
Sabırsızlıkla derin bir nefes aldım. “Frank nasıl… Nasıl bu kadar dikkatsiz olabilirsin? Roger’dan bahsediyorum, Papaz Wakefield’in oğlundan!”
“Ah, evet, elbette,” dedi anlamsız bir sesle. “Şu tatlı çocuk… Ne olmuş ona?”
“Demek istediğim şu… Ortalıkta onun gibi pek çok çocuk var. Yani öksüz kalmış çocuklardan bahsediyorum, anlıyor musun?”
Bana sert bir bakış fırlattıktan sonra başını iki yana salladı.
“Hayır, Claire. Bunu yapmayı çok isterdim ama sana evlat edinme konusundaki hislerimi anlatmıştım. Ben… Ben benim kanımdan olmayan bir çocuğa… Yeterince ilgi gösterebileceğimi sanmıyorum. Bunun komik bir şey olduğunun, hatta benim bencilliğim olduğunun farkındayım ama maalesef bu böyle. Belki zamanla fikirlerim değişir ama şu an için…” Bir süre rahatsızlık veren bir sessizlik içerisinde yürümeye devam ettik. Birdenbire durdu ve dönüp ellerimi tuttu.
“Claire,” diye söze başladı boğuk bir sesle, “Ben bizim çocuğumuzu istiyorum. Sen benim için dünyadaki her şeyden çok daha değerlisin. Senin mutlu olmanı istiyorum, hem de herkesten çok ama işin açıkçası seni kendim için istiyorum. Oysa dışarıdan gelen bir çocuk, bizim gerçek bir kan bağımızın olmadığı bir çocuk bizim aramıza zorla girecek ve bu bana çok ağır gelecek. Ama sana bir çocuk vermeyi başarabilirsem, onun senin içinde büyümesini ve sonra da doğuşunu izlersem… Onun… Onun senin bir uzantın olduğunu düşünebilirim. Yani belki bunu başarabilirim. Senin ve benim tabii… Yani onu ailemizin bir parçası olarak görebilirim.” Gözleri kocaman açılmıştı ve yalvarır gibi bana bakıyordu.
“Peki, tamam. Anladım.” Artık bu konuyu kapatmak istiyordum – en azından şimdilik. Dönüp yeniden yürümeye başladım, bana yetişti ve beni kollarına aldı.
“Claire. Seni seviyorum.” Sesindeki hassasiyete karşı koymak imkânsızdı, başımı onun ceketine dayayarak onun kollarının gücünün ve sıcaklığının tadını çıkardım.
“Ben de seni seviyorum.” Kısa bir süre yoldan aşağı doğru esen rüzgârın eşliğinde birbirimize kenetlenmiş olarak sallandık. Frank birdenbire gülümseyerek beni bıraktı.
“Ayrıca,” diye yumuşak bir sesle devam etti Frank, bu arada rüzgârın yüzüme savurmuş olduğu saçlarımı düzeltiyordu, “henüz vazgeçmedik, öyle değil mi?”
Ben de ona gülümsedim. “Hayır.”
Elimi büyük bir şefkatle dirseğinin altına sıkıştırdı ve pansiyonumuza geri döndük.
“Yeniden denemeye var mısın?”
“Evet, neden olmasın?” El ele Gereside Yolu’ndan yürümeye devam ettik. Yolun köşesinde duran Baragh Mhor’u, yani tarihi taşı görmek bana bir anda bugün olanları hatırlattı.
“Unuttum!” diye çığlık attım. “Sana göstermek istediğim çok önemli bir şey var.” Frank bana baktı ve beni iyice kendine doğru çekti. Elimi daha sıkı tuttu.
“Aslında benim de,” dedi gülerek. “Sen de seninkini yarın gösterirsin.”
***
Ertesi sabah ikimizin de yapmamız gereken bir takım işlerimiz vardı. Ben Ness Gölü’ndeki Büyük Vadi’yi görmek üzere yaptığımız yolculuk planını tamamıyla unutmuştum.
Vadi oldukça uzaktaydı, bu yüzden sabah güneş doğmadan önce yola çıktık. Dondurucu şafakta bizi dışarıda bekleyen arabaya bir an önce binmek için yaşadığımız koşuşturmacadan sonra arabadaki örtünün altına girip ellerimi ve ayaklarımı ısıtmak çok keyifli gelmişti. Bunun hemen ardından üzerime dayanılmaz bir rehavet çöktü ve Frank’in omzunda derin bir uykuya daldım. Hatırladığım son şey gökyüzünün kızıllığının arasından görünen şoförün kafasının siluetiydi.
Oraya vardığımızda saat dokuzu geçiyordu ve rehberimiz Frank bizi gölün kenarında bekliyordu. Bir de küçük bir sandal vardı.
“Eğer sizin için de uygunsa gölün kenarındaki Urquhart Kalesi’ni de göstermek isterim. Yola çıkmadan önce orada bir şeyler yeriz diye düşünmüştüm.” Üzerinde eskimiş bir gömlek ve fitilli kadife pantolon olan bu asık suratlı küçük adam, elindeki piknik sepetini oturma yerine düzgün bir şekilde yerleştirdikten sonra rahatça sandala binebilmem için nasırlı elini bana uzattı.
Güzel bir gündü, gölün etrafındaki kayalıklardaki ağaçlar tomurcuklanmaya başlamıştı ve bunların güzel görüntüsü yüzeye yansıyordu. Rehberimiz asık suratlı görünüyordu ama aslında çok bilgili ve konuşmayı seven bir adamdı. Bize adaları, kaleleri, bu dar ve uzun gölün etrafındaki bütün kalıntıları gösterdi.
“İşte şuradaki de Urquhart Kalesi.” Ağaçların arasından zorlukla görünen düzgün taş yüzeyli bir duvarı işaret ediyordu. “Ya da ondan kalanlar. Glen cadıları tarafından lanetlenmiş ve orada hep mutsuzluklar yaşanmış.”
Bize kalenin sahibinin kızı olan Mary Grant’le onun aşığı, Bohuntinli Mac Donald’ın şair oğlu Donald Donn’un hikâyesini anlattı. Mary Grant’in babası büyükbaş hayvan yetiştiricisi Mac Donald’ın yaptığı işe karşı olduğu için (bu arada rehberimiz bize bu mesleğin İskoçya’da aslında çok önemli bir iş olduğunu söylemişti) onların görüşmelerini yasaklamıştı. Onlar yine de görüşmüşlerdi. Baba bunu öğrenince öfkesinden köpürmüş, Donald’ı sahte bir randevuyla tuzağa düşürmüş ve ölüme mahkûm etmişti. Donald adi bir hükümlü gibi asılmak yerine bir centilmen gibi başının kesilmesi için yalvarmıştı. Bu ricası kabul edilmişti ve bu genç adam cellât kütüğüne doğru ilerlerken hep aynı sözleri tekrarlamıştı. “Şeytan bu bağış sahibine pabuçlarını ters giydirecek ve Donald Donn asılmayacak.” Asılmamıştı da, efsaneye göre kesik başı kütükten aşağı yuvarlanırken konuşmuş ve “Mary başımı sen al,” demişti.
Bir anda ürperdim, Frank hemen bana sarıldı. “Onun şiirlerinden çok azı günümüze kadar gelmeyi başarmış,” dedi kısık sesle. “Yani Donald Donn’un. Şiirlerinin birinde şöyle der.”
Yarın başım olmadan tepeye çıkacağım.
Benim kederli, güzel gözlü Mary’me
Hiç mi acımıyorsun?
Onun elini tuttum ve sıktım.
Hikâyeler birbiri ardına devam etti, ihanet, cinayet ve vahşet dolu bunca şeyi dinledikten sonra bu gölün neden meşum olarak adlandırıldığını anladım.
“Canavar var mı bari?” diye sordum, teknenin kenarından bulanık suyun derinliklerine bakıyordum. Böyle bir yerde onun da olması çok uygun olurdu.
Rehberimiz omuz silkerek suya tükürdü.
“Elbette, gölün zebanisi var, olduğundan emin olabilirsiniz. Bir zamanlar bu derin sularda yaşamış olduğuna dair pek çok hikâye var. Ona pek çok kurban verilmiş – inekler ve bazen de çocuklar sepetlere konup bu sulara bırakılırmış.” Yeniden tükürdü. “Bazıları gölün dibinin olmadığını söyler – tam ortasında İskoçya’daki en derin yerden daha da derin bir delik varmış. Hattaü” rehberin gözleri iyice kısıldı, “birkaç yıl önce Lancashire’dan gelmiş olan bir aile Invermorison’daki karakola gidip canavarın çığlıklar atarak gölden çıkıp eğreltiotlarının arasına saklandığını anlatmışlar. Onun kırmızı tüylerle kaplı ve korkunç boynuzları olan iğrenç bir yaratık olduğunu söylemişler. Bir şey çiğniyormuş ve ağzından kanlar akıyormuş.” Elini garip bir tavırla havaya kaldırdı ve bu hareket benim heyecanımı iyice arttırdı.
“Oraya gönderdikleri polis memurları geri döndüklerinde bariyerlerin kan içinde olduğunu söylemişlerdi, bu oldukça doğru bir açıklamaydı.” Sözlerinin yaptığı etkiyi daha da kuvvetlendirmek için bir süre anlatmaya ara verdi. “Anlattıkları şey tam bir İskoç ineğiydi, eğreltiotlarının arasında çiğnediği şey oydu.”
Gecikmiş öğle yemeğimizi yemek için karaya çıkmadan önce gölün yarısını geçtik. Araba orada bizi bekliyordu, onunla tekrar vadiye döndük, yol boyunca bizi görünce ürküp kaçan kızıl bir tilkiden başka zararlı herhangi bir şey göremedik. Yolun kenarında zıpladı ve gölün kıyısına doğru ağaçların arasında ilerleyip bir gölge gibi kayboldu.
Yorgun argın Bayan Baird’in pansiyonuna doğru ilerlerken saat oldukça ilerlemişti, Frank el yordamıyla anahtarları ararken birbirimize adeta yapışmıştık, hâlâ gün boyu olan bitene gülüyorduk.
Soyunup yatağa girene kadar ona Craigh na Dun’da bulunan minyatür taş yapıttan bahsetmeyi akıl edemedim. Bunu duyduğu anda bütün yorgunluğu yok olmuştu.
“Doğru mu söylüyorsun? Ve sen nerede olduğunu biliyorsun, bu mükemmel bir şey Claire!” Bu çok hoşuna gitmişti, çantasını karıştırmaya başladı.
“Ne arıyorsun?”
“Çalar saat,” diye cevap verdi onu çantadan çıkarırken.
“Bu ne için?” diye sordum şaşkınlıkla.
“Onları görebilmek için tam vaktinde ayakta olmak istiyorum.”
“Kimi?”
“Cadıları.”
“Cadıları mı? Sana burada cadılar olduğunu kim söyledi?”
“Papaz,” diye cevap verdi Frank, yapacağı şakanın keyfini çıkarıyordu. “Onun kâhyası da onlardan biri.”
Bayan Graham’ın ne kadar onurlu ve ağırbaşlı bir kadın olduğunu düşünüp onun bu şakasına homurdanarak cevap verdim. “Saçmalama!”
“Tamam, canım, tam olarak cadılar diyemeyiz. İskoçya’nın her yerinde yüzyıllardır cadılar varmış – onları on sekizinci yüzyıla kadar kuyularda yakarlarmış – bütün bu bölgede Kelt dönemi papazlarının ya da onlara benzer birilerinin sözü geçermiş. Bunun tam anlamıyla bir cadılar toplantısı olduğunu, bunun şeytana tapma olduğunu sanmıyorum, yani bilmiyorum. Papaz bana yerel bir grubun varlığından bahsetti, onlar hâlâ eski güneş festivali günlerinde yapılan ayinleri inceliyorlarmış. O pozisyonundan dolayı bu konuların içinde fazla yer alamıyormuş ama bu konuyu da çok merak ediyormuş. Seremonilerin nerede olduğunu o da tam olarak bilmiyor ama eğer buralarda bir dikilitaş ya da bir taş yapıt varsa bu seremoni muhakkak orada yer alıyordur. Ellerini büyük bir keyifle birbirine sürttü. “Bu ne şans!”
Gecenin kör karanlığında kalkıp maceraya atılmak biraz saçmaydı. Bunu iki gün içinde iki kez gerçekleştirmek tam bir mazoşizm örneğiydi.
Bu kez içinde örtüler ve termoslar olan sıcak bir araba yoktu. Tam tersine, Frank’in arkasından tepeye tırmanmaya çalışırken neredeyse düşüyordum, ayaklarıma sürekli olarak taşlar ve eski ağaç kökleri batıyordu. Hava çok puslu ve soğuktu, ellerimi yün ceketimin ceplerinin derinliklerine daldırmıştım.
Son bir çabayla tepenin en üst noktasına varmayı başardık, yapıt tam karşımızdaydı. Taşlar şafak öncesinin loşluğunda zorlukla seçilebiliyorlardı. Frank büyük bir hayranlıkla durmuş onları seyrediyordu, ben de yanında, güvenli bulduğum bir kayanın üzerinde oturmuş, nefesimi düzenlemeye çalışıyordum.
“Çok güzel,” diye bir şeyler geveledi. Sessizce halkanın dışında dolaştı, onun gölgesi taşların kocaman gölgelerinin arasında zaman zaman görünmez oluyordu. Çok güzellerdi, aynı zamanda kanlı ve ürkütücü. Ürperdim, bunun tek sebebi soğuk değildi. Bunları yapan her kimse işini çok iyi biliyordu ve amacı insanları etkilemekse bunu gerçekten başarmıştı.
Bir süre sonra Frank geri döndü. “Henüz burada kimse yok,” diye arkamdan birdenbire fısıldadı ve sıçramama sebep oldu. “Hadi gel, onları izleyebileceğimiz bir yer buldum.”
Doğudan hafif bir ışık yükselmeye başlamıştı, bu aslında bir nebze grilikti ama benim Frank’in bulduğu akça ağaçların arasındaki boşluğa doğru giderken tökezlememi engellemeye yeterliydi. Ağaçların ve çalılıkların içinde, ikimizin ancak omuz omuza sığabileceği temiz bir bölge vardı. Buradan yol ve yirmi adım ötemizde bulunan taş halkanın içi net bir şekilde görünüyordu. Frank’in savaşta ne görev yapmış olduğunu bir kez daha merak ettim. Karanlıkta yapılması gereken gizli manevralarda çok başarılıydı.
Çok uykum vardı, şu an otların üzerine kıvrılıp uyumaktan başka hiçbir şey istemiyordum. Maalesef bunu yapabilmem için yeterli yer yoktu mecburen ayakta kalıp yavaş yavaş yoldan ilerleyen Kelt papazlarını gözlemeye başladım. Sırtımda kasılmalar başlamıştı ve ayaklarım ağrıyordu ama bu uzun sürecek gibi görünmüyordu. Doğudaki grimsi ışık pembeye dönmeye başlamıştı, hesaplarıma göre şafağın sökmesine yarım saatten daha az bir süre vardı.
Yoldan ilk gelen kişi tıpkı Frank gibi son derece sessiz hareketlerle ilerliyordu. Ayağı tepenin yanında bulunan çakıl taşlarına çarptığında ufak bir ses çıkıyordu. Sonunda derli toplu gri saçlar görüntüye girdi, bu Bayan Graham’dı. Demek Frank’in söyledikleri doğruydu. Bayan Graham tüvit bir etek ve yünlü bir ceket giymişti, kolunun altında beyaz bir çıkın vardı. Bir hayalet gibi dikilitaşlardan birinin ardına girerek gözden kayboldu.
Ondan sonra ikili üçlü gruplar halinde diğerleri de hızla gelmeye başladı. Yoldan gelen kıkırdamalar ve fısıltılar yapıta yaklaştıkları anda birdenbire kesildi.
Birkaç tanesini tanıyordum. Köyün postane müdiresi Bayan Buchanan yeni kıvrılmış sarı saçları ve buram buram kokan ‘Paris’te bir Gece’ parfümüyle oradaydı. Kahkahamı güçlükle bastırdım. Demek modern zaman Kelt Papazları böyle oluyordu!
On beş kişilerdi ve hepsi kadındı, aralarında Bayan Graham gibi altmış yaş üzeri olanlar da vardı, iki gün önce dükkânları gezerken gördüğüm bebek arabasını iten kadın gibi yirmilerinde olanlar da. Hepsi rahat yürüyebilecekleri kıyafetler giymişlerdi ve hepsinin kollarının altında birer çıkın vardı. Aralarında çok fazla sohbet etmeden taşların arkasında yok oldular ve bir süre sonra hepsi boş ellerle ve tamamıyla beyazlara bürünmüş şekilde ortaya çıktılar. Onlar çalılıklara sürtünerek yürürken ortalığa yayılan mis gibi çamaşır sabunu kokusunu ve vücutlarına bir omuzlarının üzerinden düğümleyerek sarmış oldukları çarşafları tanıdım.
Halkanın dışında yaşlıdan gence doğru sıralandılar ve sessizlik içinde beklemeye başladılar. Doğudan gelen ışık iyice kuvvetlenmeye başlamıştı.
Güneşin ucu ufuk çizgisinden hafifçe görünmeye başladığı anda kadınlar harekete geçtiler ve iki taşın arasında yavaşça yürümeye başladılar. Liderleri onları dairenin tam ortasına yönlendirdi ve onlara daireler çizdirmeye başladı, hepsi birer kuğu gibi yavaşça dönüyorlardı.
Liderleri birdenbire durup kollarını kaldırdı ve oluşturdukları dairenin tam ortasına geçti. Başını en doğuda duran taşlara çevirip yukarı kaldırdı ve yüksek sesle bir şeyler söyledi. Bağırmıyordu, etrafındakilerin duymasına yetecek kadar bir ses çıkarıyordu aslında. Sis bu sesi büyütüp taşların arasında yankılanmasını sağlıyordu.
Söylediği her neyse dansçılar tarafından tekrarlanıyordu. Onlar artık dansçı olmuşlardı. Kollarını birbirlerine doğru açmışlar, aşağı yukarı sallanıyorlardı, birbirlerine değmiyorlardı ve oluşturdukları çemberi hâlâ koruyorlardı. Birdenbire bu çember ortadan ikiye bölündü. Dansçıların yedisi saat yönünde, diğer yedisi de ters yönde dönmeye başladı. Bu iki yarım daire hızlı hareketlerle birbirinin içinden geçmeye başladı, bu arada zaman zaman daireler oluşturuyorlar zaman zaman da çift çizgi haline geliyorlardı. Liderleri hiç kıpırdamadan ortada durmaya devam ediyordu ve hiç durmadan yas dolu çağrısını yapmaya devam ediyordu. Bu seneler önce unutulmuş bir dildeydi.
Aslında bütün bunlar çok komik ve saçma görünmeliydi, belki de öyleydi. Çarşaflara sarınmış pek çoğu şişman ve hantal olan bir sürü kadın bir tepenin üzerinde daireler çizip duruyordu. Çıkardıkları acı dolu sesler ensemdeki tüylerin ürpermesine yol açmıştı.
Bir bütünmüş gibi durdular, yüzlerini doğmakta olan güneşe çevirmiş iki yarım daire halindeydiler ve aralarında net bir geçit oluşmuştu. Güneş yükseldikçe ışığı doğu kayalarının arasından sızarak bu ayrılmış dairenin tam ortasını bıçak gibi ikiye ayırdı ve yapıtın tam ters tarafında bulunan taşın üzerine düştü.
Dansçılar bir süre daha durdular, gölgeleri ışığın iki yanında donmuştu. Bayan Graham aynı dilde bir şey daha söyledi, bu kez konuşur gibiydi. Döndü ve geriye doğru bu ışığın oluşturduğu yolda yürüdü. Dansçılar tek kelime bile etmeden onu takip ettiler. Birer birer ana taşın içindeki çatlağa doğru ilerleyip gözden kayboldular.
Bu kadınlar normal hallerine dönüp güle oynaya papaz evinde kahve içmek üzere tepeden aşağı yürümeye başlayana kadar çalılıkların arasında çömelerek durmaya devam ettik.
“Sonunda!” Sırtıma ve bacaklarıma giren krampları geçirmek için birkaç gerilme hareketi yaptım. “Çok etkileyiciydi, öyle değil mi?”
“Mükemmeldi!” dedi Frank hayranlıkla. “Bunu kaçırmayı hiç istemezdim.” Beni kendime gelmem için orada bırakarak bir yılan gibi çalılıkların arasından süzüldü ve bir tazı gibi ortalığı koklayarak dairenin içinde dolaşmaya başladı.
“Neye bakıyorsun?” diye sordum. Biraz çekinerek dairenin içine girdim. Gerçi gün ağarmıştı ve taşlar hâlâ etkileyiciydi ama gün doğarken ışıkta göründükleri gibi korkutucu değillerdi.
“İşaretler,” diye cevap verdi gözlerini çimlere dikmiş bir şekilde yerde emeklerken. “Nereden başlayıp nerede bitireceklerini nasıl biliyorlardı?”
“Bu iyi bir soru. Ben hiçbir şey görmüyorum.” Gözlerimi yine de yerde gezdirmeye devam ediyordum. Bu arada yüksek taşların hemen altında yetişmiş olan ilginç bir bitki gördüm. Bu bir miyozot çiçeği olabilir miydi? Hayır, bu pek mümkün değildi. Bunun çiçeklerinin ortasında turuncu çizgiler vardı ve renkleri de koyu maviydi. İlgimi çekmişti, ona doğru ilerledim. Kulakları benden çok daha hassas olan Frank birdenbire ayağa fırladı ve beni kolumdan tutup çekerek sabahki dansçılardan biri diğer yandan dairenin içine girmeden önce oradan çıkardı.
Bu Bayan Grant’ti. Tombulluğuyla yeteri kadar görünür bir kadın olan Bayan Grant bu vücuduyla son derece uyumlu bir şekilde High Sokağı’nda tatlıcı ve pastacıların arasında koşuşturup dururdu. Miyop gözleriyle etrafı inceledi ve el yordamıyla cebinde gözlüklerini aradı. Bulup burnunun üzerine oturttuktan sonra dairenin etrafında şöyle bir dolandı ve sonunda buraya geri dönmesine sebep olan kayıp saç tokasını buldu. Onu kalın, parlak buklelerinin arasına yerleştirdi, işe geri dönmek için bir acelesi yok gibiydi. Tam tersine kayalardan birinin üzerine oturdu, sırtını o dev taşlardan birine dayadı ve tembelce sigarasını yaktı.
Frank yanımda ses çıkarmadan bir nefes koyuverdi. “Pekâlâ,” dedi vazgeçmiş bir tavırla, “sanırım gitme zamanımız geldi. Orada etrafını seyrederek bütün sabahını geçirebilir. Zaten ben de herhangi bir işaret bulamadım.”
“Belki daha sonra tekrar geliriz,” dedim, aklım hâlâ mavi çiçekli sarmaşıktaydı.
“Evet, tamam.” Görünüşe bakılırsa artık buraya olan ilgisini kaybetmişti, dikkati yapılan seremoninin detaylarındaydı. Geri dönerken rahatsızlık verecek şekilde beni oradaki kelimeleri ve dansın zamanlamasını hatırlamaya zorladı.
“Norveççe,” dedi sonunda tatmin olmuş bir tavırla. “Kelimelerin kökleri eski Norveççeden geliyor, bundan neredeyse eminim. Ama dans…” Düşünceli bir tavırla başını salladı. “Dans çok daha eski, Vikinglerin dairesel formda dansları olmadığından değil,” dedi kaşlarını eleştirir bir şekilde yukarı doğru kaldırarak, sanki ben Vikinglerin böyle bir dansı olmadığını söylemiştim. “Ama kayarak o çift hattı oluşturdukları an, o… İşte o… Evet, bir kısmı Beherlerin halk dansına diğerinden daha çok benziyor ama yine de…”
Yine o bilgince translarından birine girdi, kendi kendine bir şeyler geveleyip duruyordu. Tepenin yanında bulunan bir engele beklenmedik bir şekilde takılıp tökezleyince mecburen bu halinden kurtuldu. Toprak ayaklarının altından kayarken korkuyla çığlık atarak kollarını iki yana açtı ama bu yoldan aşağı doğru birkaç metre yuvarlanmasına engel olmadı. Bu yuvarlanış yabani maydanozların arasında son buldu.
Onun peşi sıra aşağı koştum, yanına vardığımda o çoktan salınmakta olan maydanozların ortasında oturur pozisyona geçmişti.
İyi olduğunu gördüğüm halde “iyi misin?” diye sormaktan kendimi alıkoyamadım.
“Sanırım.” Sersemlemiş bir şekilde ellerini başının üzerinde gezdirdikten sonra saçlarını düzeltti. “Neye takıldım?”
“İşte buna.” Elimde daha önce burayı ziyaret etmiş olan biri tarafından atılmış bir sardalye kutusunu tutuyordum. “Medeniyetin vahşiliklerinden biri…”
“Ah.” Onu elimden alıp içine baktıktan sonra omzunun üstünden arkasına fırlattı. “Boş olduğuna üzüldüm. Bu gezi beni acıktırdı. Bayan Baird’in bize yemek olarak neler verebileceğine bakalım mı?”
“Olabilir,” dedim, bu arada onun dağınık kalan son saç tellerini düzeltiyordum. “Ayrıca bunu erken bir öğle yemeği haline de getirebiliriz.” Gözlerim onunkilerle buluştu.
“Ah,” dedi tekrar ama bu kez tonlaması çok farklıydı. Eli yavaşça kolumu okşayarak yukarı boynuma doğru çıktı, başparmağıyla kulak mememle oynamaya başladı. “Bunu da yapabiliriz.”
“Eğer çok aç değilsen,” dedim. Diğer eli sırtıma uzandı, avcu açıldı ve beni kendine doğru çekti, parmakları aşağılara doğru iniyordu. Dudakları hafifçe aralandı, elbisemin yakasından içeri doğru belli belirsiz üfledi, sıcak nefesi göğüs uçlarımın gıdıklanmasına sebep oldu.
Dikkatle beni otların üzerine yatırdı, yabani maydanozların tüylü çiçekleri başının etrafında uçuşuyordu. Öne eğildi ve beni hafifçe öptü, elbisemin düğmelerini bir bir açarken beni öpmeyi sürdürdü. Arada bir durup ellerini içeri sokarak göğüs uçlarımla oynuyordu. Sonunda elbisenin tüm düğmeleri belime kadar açılmıştı.
“Ah,” dedi bir kez daha. “Kadife gibi…” Sesi boğuk çıkıyordu, saçları yine öne düşmüştü bu kez onları düzeltmek için bir çaba göstermedi. Parmağının ufak bir darbesiyle sutyenimin kopçasını açıverdi ve göğüslerime hak ettikleri saygıyı gösterebilmek için onların üzerine eğildi. Sonra geri çekilerek elleriyle onları avuçladı, avuçlarını yavaşça onların üzerinde gezdirerek iyice büyümüş olan uçlarına tüy hafifliğiyle dokundu ve ben inleyerek ona dönene kadar bu hareketleri yapmaya devam etti. Ona döndüğüm anda dudaklarıma gömüldü ve beni iyice kendine doğru bastırdı, artık kalçalarımız mükemmel bir uyum içerisindeydi. Başını iyice benimkine yaklaştırdı ve kulak mememi hafifçe ısırmaya başladı. Sırtımı okşayan eli aşağılara indi ve bir anda şaşkınlıkla durdu. Yeniden denedi ve aynı şeyi hissedince başını kaldırdı ve pis pis sırıtarak bana baktı.
“Bu ne anlama geliyor şimdi?” diye sordu, bu arada köy polislerinin taklidini yapmayı ihmal etmemişti. “Ya da başka bir deyişle bunun olmayışının anlamı ne?”
“Bu sadece bir hazırlık,” dedim ciddi bir tavırla. “Hemşireler tüm olasılıklara karşı hazırlıklı olacak şekilde yetiştirilirler.”
“Claire, sen,” diye fısıldıyordu elini yeniden eteğimin altında kalçalarımda gezdirip bacaklarımın arasındaki o korunmasız sıcaklığa ulaşırken, “sen gerçekten gördüğüm en korkutucu pratiklikte olan kişisin.”
Akşam salondaki koltukta kucağımda kocaman bir kitapla otururken Frank arkamdan yaklaştı.
“Ne yapıyorsun?” diye sordu. Elleri omuzlarımda geziniyordu.
“O bitkiyi arıyorum,” diye cevap verdim, kaldığım yeri unutmamak için parmağımı kitabın arasına sıkıştırırken. “Taş yapıtın orada gördüğüm bitkiye. Bak…” Kitabı yeniden açtım. “Çan çiçeğigillerden ya da kızılkantarongillerden olabilir, alev çiçeğigillere ve hadangillere de benziyor – aslında en çok unutma beni çiçeğine benziyor onun varyasyonlarından biri de olabilir, yani düğün çiçeğigillerden de olabilir. Ona rüzgâr çiçeğinin renkli bir çizimini gösterdim. “Tam anlamıyla kantarongillere ait olduğunu düşünmüyorum, taç yaprakları o kadar yuvarlak değildi ama…”
“Neden oraya gidip onu almıyorsun?” diye bir teklif sundu. “Belki Bay Crook sana o gürültülü külüstürünü ödünç verir ya da, ah evet buldum, çok daha iyi bir fikrim var. Bayan Baird’in arabasını al, o çok daha güvenli. Sonrasında yoldan tepeye yürünecek çok az bir mesafe kalır.”
“Tam olarak bir kilometrelik bir tırmanış,” dedim. “Neden bu bitkiyle böylesine ilgilendin?” diye konuyu onun üzerine çeviriverdim. Salonun lambası başının üzerinde ortaçağ azizlerininki gibi bir hale oluşturmuştu.
“İşin aslında bitkiyle pek ilgilenmiyorum. Eğer oraya gidersen benim için etrafa şöyle bir bakınmanı istiyorum.”
“Tamam,” dedim bir lütuf bahşedermişçesine. “Neye bakacağım?”
“Ateş kalıntılarına,” dedi. “Beltane hakkında okuduğum tüm kitaplarda bütün ayinlerde ateşten bahsedilir ama bu sabah gördüğümüz kadınlar onu hiç kullanmadılar. Bu ateşi bir gece önce yakmış olduklarından ve ertesi sabah gelip danslarını yaptıklarından şüpheleniyorum. Tarihe bakarsak bunu hazırlayanın çobanlar olması gerekirdi. Dairenin içinde herhangi bir yakılmış ateş izi yoktu,” diye ilave etti. “Ben halkanın dışını kontrol edemeden oradan ayrılmamız gerekti.”
“Tamam,” dedim tekrar ve esnedim. İki günde peş peşe iki erken kalkışın sonucuydu bu. Kitabı kapatıp ayağa kalktım. “Yarın sabah dokuzdan önce kalkmayı reddediyorum.”
Taş yapıtın oraya vardığımda saat on bire geliyordu. Yağmur çiseliyordu ve sırılsıklam olmuştum, yanıma yağmurluk almayı akıl edememiştim. Halkanın dışını üstünkörü araştırdım, eğer orada ateş yakılmışsa biri izleri temizlemek için epey uğraşmıştı.
Bitkiyi bulmam çok daha kolay olmuştu. Tam hatırladığım gibi en uzun taşın dibinde duruyordu. Sarmaşıktan birkaç parça kestim ve şimdilik olmak kaydıyla mendilimin arasına koydum. Bayan Baird’in ufak arabasına geri döner dönmez onları düzgün bir yere yerleştirecektim. Ağır bitki baskılarımı arabada bırakmıştım.
En uzun taşın üzerinde bir yarık vardı, taş dikey bir şekilde kocaman iki parçaya ayrılmıştı. Garip bir şekilde bu parçalar bilinçli olarak birbirinden ayrılmış gibiydi. Bakar bakmaz iki yüzeyin birbirine çok uyumlu olduğunu görebilirdiniz, birbirlerinden yetmiş beş seksen santim kadar ayrı duruyorlardı.
Çok yakınlarda bir yerlerden vızıldamaya benzeyen bir dip gürültüsü geliyordu. Kayalardan birine arıların kovan yapmış olduğunu düşündüm ve yarıktan içeri girmek üzere taşa dokundum.
Taş çığlık attı.
Son hızla oradan uzaklaştım, kısa çimlere takıldım ve sert bir şekilde yere oturdum.
Bugüne kadar canlı hiçbir şeyin böyle bir ses çıkardığını duymamıştım. Bu anlatılabilir bir şey değildi, ancak bir taştan böyle bir ses çıkabilirdi, yapılabilecek tek tanım buydu. Dehşet vericiydi.
Diğer taşlar da bağırmaya başladılar. Ortalık savaş alanına dönmüştü, ölen adamların çığlıkları ve devrilen atların kişnemeleri her yanı sarmıştı.
Bundan kurtulmak için kafamı delice sallamaya başladım ama sesler devam etti. Ayağa kalkıp sendeleyerek halkanın dışına doğru yürümeye çalıştım. Sesler kesilmiyordu, dişlerim ağrımaya, başım dönmeye başlamıştı. Gözlerim karardı.
O an taşın üzerindeki yarığa neden gittiğimi bilmiyordum, bu belki de bir kazaydı, o gürültünün içinde karanlığın içine çekiliyordum.
Bir kez bir gece yolculuğunda yolcu koltuğunda uyuyakalmıştım, gürültü ve sürekli hareket beni uyuşturmuştu. Arabanın şoförü köprüye çok hızlı girmiş ve kontrolü kaybetmişti, ben sürükleyici rüyamdan bir anda parlayan ışıklar içinde ve süratten dolayı yere düşmüş olmanın verdiği kötü kusma hissiyle uyanmıştım. Şu an yaşadığım şey de ona çok benziyordu ama sanki bu çok daha acılı ve kısaydı.
Tüm görüş alanım siyah bir noktaya dönüşmüştü, sonra her şey yok oldu. Karanlığa düşmemiştim tam tersine çok parlak bir boşluktaydım. Dönerek bir şeyin içine doğru çekildiğimi hissediyordum. Bütün bunlar gerçekti ama hiçbiri tam olarak yaşadığım parçalanma ve orada olmayan bir şey tarafından yerden yere vuruluyor olma hissimi açıklamaya yetmiyordu.
İşin aslında hareket eden, değişen ya da olmuş gibi gördüğüm şeylerin hiçbiri olmuyordu ama ben doğanın terörünü sonuna kadar hissediyordum, kim olduğumu ve nerede ne yaptığımı unutmuştum. Bir keşmekeşin ortasındaydım, ne akıl ne de fiziksel gücüm bundan kurtulmama yardımcı olamazdı.
Tam olarak bilincimi kaybettiğimi söyleyemem ama bir süreliğine kendimde olmadığımı söyleyebilirim. Eğer doğru kelime buysa tepenin dibinde bir taşın üzerine düştüğümde ‘uyandım’. Kalan birkaç adımlık yeri de çimlerde kayarak ilerledim.
Kendimi çok kötü hissediyordum. Meşe fidanlarının olduğu yere doğru emekleyip onlardan birine dayanıp kendimi toplamaya çalıştım. Yakınlardan karmaşık sesler geliyordu, bunlar bana taş halkanın içindeyken duyduğum sesleri ve oradayken hissettiklerimi hatırlattı. Yavaş yavaş o insanlık dışı vahşet azalmaya başladı; artık birbiriyle tartışan normal insan sesleri duymaya başlamıştım, o tarafa döndüm.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Tarihi - Aşk
- Kitap AdıYabancı
- Sayfa Sayısı838
- YazarDiana Gabaldon
- ISBN2789785918363
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviEpsilon / 2010
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kehribardaki Yusufçuk ~ Diana Gabaldon
Kehribardaki Yusufçuk
Diana Gabaldon
Yazın dünyasında artık bir klasik haline gelmiş Yabancı adlı romanında Diana Gabaldon bizi unutulmaz iki karakterle tanıştırmış -Claire Randall ve Jamie Fraser- ve iki yüzyıla yayılan bu macera ve aşk hikayesiyle okuyucularına eşsiz dakikalar yaşatmıştı. Şimdi Gabaldon Yabancı'nın devamı olan canlı ve güçlü romanıyla okuyucularını tekrar bu olağanüstü zaman ve mekânlara doğru bir yolculuğa çıkarıyor..
- Mart Menekşeleri ~ Sarah Jio
Mart Menekşeleri
Sarah Jio
Bir kadının yüreği sırlarla dolu bir denizdir… Gerçek aşkı yaşadığına inanan ünlü yazar Emily Wilson, kocasının başka bir kadını ona tercih ettiğini öğrenince, hayal...
- Sen Benim Döneceğim Yalnızlığımsın ~ Gürdal Çakır
Sen Benim Döneceğim Yalnızlığımsın
Gürdal Çakır
Yeni neslin gelecek vaat eden yazarlarından… CENGİZ SEMERCİOĞLU Aşk, Gürdal Çakır’ın satırlarında siyahi bir asaleti taşıyor. Hem öfkeli hem duygusal. AYŞE ÖZYILMAZEL Güçlü bir...