Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yaralasar 4
Yaralasar 4

Yaralasar 4

Maral Atmaca

“Geçerdi, aslında yaşadığımız her şey er ya da geç geçerdi. Bedenimize aldığımız yaralar geçerdi. Ruhumuza aldığımız yaralar da bir süre sonra eskisi gibi acıtmadığı…

“Geçerdi, aslında yaşadığımız her şey er ya da geç geçerdi. Bedenimize aldığımız yaralar geçerdi. Ruhumuza aldığımız yaralar da bir süre sonra eskisi gibi acıtmadığı için onlar da geçerdi. Kalbimize aldığımız yaralar iseasla geçmeyecek gibi hissettirse de zamanla onların da geçtiğini görürdük. Hangi acı geçmezdi, biliyor musunuz? Aklımıza aldığımız acılar geçmezdi. Beden iyileşir, ruh güçlenir, kalp tecrübe edinir ama akıl hep aynı kalırdı.”

Damgacı için belki de yolun sonu görünmüştür ancak Sedef için çözülmesi gereken düğümler sadece bundan ibaret değildir. Yüzleşmesi gereken bir geçmişi, söylenmesi gereken sözleri ve hesabının sorulması gereken yenilmişlikleri vardır.Tüm bunlardan bir çırpıda sıyrılmak hiç de kolay değildir. Artık Sedef tek başınadır ve tüm yükleri tek başına omuzlamak zorundadır. Fakat hayat, hiç de onun planlarını uygulayacak gibi görünmemektedir. Başına geleceklerden habersiz, bir sona doğru adım adım yürümektedir.

Peki, bu son Sedef’i nereye sürükleyecektir?

*

1.BÖLÜM

Nefret, ne denli büyük bir duyguydu, değil mi? Hayatınız nefret içinde geçmişse mutluluğu hiç yaşamadınız demekti çünkü nefretin ve mutluluğun bir arada olması mümkün değildi. Birinin olduğu yerde diğeri yaşayamazdı. Evet, mutluluk nedir hiç bilmedim ve evet, en şen kahkahaları hep ben attım ama bu kahkahalarım mutluluktan olmadı hiç. Ben ağlarken güldüm, kanarken güldüm, acırken güldüm çünkü kimse bana mutluyken gülmeyi öğretmedi. Ben bilmiyordum, onlar da öğretmedi ve ben de sahip olduğum tek şeye gülmeyi öğrendim: Saf acı. Güldüğüm tüm o acılar ise bana bir şeyi öğretti: Nefret. Tutmadı ki kimse elimden, biri de çıkıp bana güzel bir şey öğretmedi ki. Kendi kimsesizliğimin içinde yaşam savaşı verirken hayatın bana öğrettiği sadece iki şey olmuştu: Nefret ve acı.

Beni yargılamak kolaydı, değil mi? Ama biri de çıkıp nasıl bu hale geldiğimi sorgulamadı.

Siz hiç acıyı benliğine katıp nefretle doğan bir bebek gördünüz mü? Hayır, değil mi? Çünkü doğarken her bebek masumdur, büyürken hayat kirletir onu.

Ben de kirlendim. Henüz altı aylıkken yurdun kapısından girdiğimde annesizliğim kirletti beni. Oradaki çocuklar gördükleri yerde beni sindirip hırpalarken babasızlığım kirletti beni. Biri koluma kor bir damga basarken korkum kirletti beni. Sokaklarda açlıktan guruldayan karnıma küçücük ellerimi bastırırken açlığım kirletti beni. Kışın ayazında yırtık kıyafetlerle hayatta kalmaya çalışırken soğuk kirletti beni. Bir sarhoş çıkıp çocuk bedenime saldırırken ben kimsenin duymadığı çığlıklarımın içinde insanlıkla kirlendim. İncecik bileklerime kelepçeyi takıp beni demir parmaklıkların arkasına attıklarında adaletle kirlendim. Yıllar sonra hadi git dediklerinde çıktığım o yerin kapısında özgürlük yüzünden kirlendim. Bitsin artık deyip kendimi bir genelevin önünde bulduğumda inançlarım yüzünden kirlendim. Biri ansızın hayatıma girdiğinde onun aşkıyla kirlendim. Yaşadıklarım yetmezmiş gibi bana yaptıklarını tadınca ihanetiyle kirlendim ve bu gece, ona yaptıklarımdan sonra kendi ihanetim yüzünden kirlendim. İlk cinayetimi işleyerek ölümle kirlendim. Biri söylesin bana, ben neden bu kadar çok kirlendim? İlk kez ana rahminde mi kirlenmeye başlamıştım?

Yağmurun bile yıkayamadığı bu kadar kiri, kimler bulaştırarak ruhumu kirletti?

“İhanet mi?” Gözlerimi usulca açtığımda hâlâ yerde iki büklüm kanlar içinde yatıyordum. Alaz’ı bile öldürmüştüm, artık kendime bile eyvallahım olmazdı ki. Doğduğum günden bu yana ilk kez kendimden nefret ediyordum. Garip değil miydi? Nefretle beslenen bir kızın kendisi dışındaki her şeyden ve herkesten nefret etmesi garip değil miydi? Şimdi ben kendimden de nefret ettim. Dünya kirlendi, Sedef kirlendi, Yankı kirlendi, nefesim kirlendi ve ben kirlendim. Evet, çok garipti.

Yankı, saf nefretti. Nefretimin en büyük kaynağı olan Arda’yı cehenneme yollamışken Sedef’i bana kim getirecekti?

Burada ne kadar baygın kaldığımı bilmiyordum. Lakin yağmur hâlâ tüm şiddetiyle üzerime yağıyordu. Yan dönerek kalkmaya çalıştığımda kaburgalarımda hissettiğim acı yüzünden ağlamaya başladım. “A-acıyor…” O kadar çok acıyordu ki kesik kesik nefesler alırken gözyaşlarına boğulmuştum. Kaburgalarımın battığını hissettikçe ağlayarak, “Öl-öldür…” diye yalvardım Allah’a. “Ne olur öldür beni.” Bana da yazıktı, bana da. Daha çekeceğim hangi çile kalmıştı ki hâlâ nefes alıyordum? Haşa, isyan değildi bu; sadece ölümü hak etmeliydim. Yaşam bu kadar insafsızken ölüm bana gelmeliydi artık.

Başımdaki kan boynuma doğru akarken öksürerek ağız dolusu kan kustum. İçli ağlamalarım bile acı veriyordu. Kalkmayı başaramayacağımı anlayınca direnmekten vazgeçtim. Kendimi yeniden sırtüstü yere bırakınca hıçkırdım. “Al-Alaz.” Sol kolumu güçlükle hareket ettirip elimi pantolonumun cebine doğru uzattım. Lütfen hâlâ çalışıyor olsun. Burada öleceğimi biliyorum ama onun için bir şeyler yapmalıyım.

Titreyen parmaklarım güçlükle cebimdeki telefonu kavradı. Telefonu çıkartıp yüzüme doğru tuttum. Telefon her an suratıma düşebilirdi. Sol kolumda bir sorun vardı çünkü hareket ettirdikçe ağlayarak dişlerimi sıkıyordum. Burnumdan hızlı hızlı nefesler alırken, iki elimle telefonu sıkıca kavrayıp yukarı kaldırdım. Camı parçalanmış telefona bakıp dualar etmeye başladım. Telefonun ekranının ışığı yanınca daha çok ağladım. “Şü-şükürler olsun.” Yağmurun yağması işimi zorlaştırsa da Atalay’ı aramayı başarmıştım. Alaz için yardım çağırmadan ölemezdim.

Tekrar kan kusmaya başlayınca kendi kanımda boğulacağımı hissettim. Sırtüstü yattığım için telefonu yukarıya kaldırmak beni çok zorluyordu. Hoparlörü açmıştım, Atalay, “Yankı?” diye seslendiğinde ağzımdaki kanı yutmak zorunda kaldım. “Al-Alaz,” diye fısıldadım. Sesim, Atalay’ın duymayacağı kadar kısık çıkmıştı. Canımın acıyacağını bile bile kendimi zorlayarak bağırdım. “Alaz!” dedim kalan son gücümle. Kahretsin, kaburgalarım canımı yakıyordu. Konuşmak için kendimi zorlayarak, “Alaz’ın durumu çok kötü,” dedim. “Atalay, Alaz tesisten sadece on dakika uzaklıktaki orman yolunda…” dediğimde telefon ellerimden kayıp düştü. Cevap vermesine fırsat kalmadan telefonu tutan ellerim güçsüzce iki yanıma düşmüştü. Atalay’ın telaşlı sesini duyabiliyordum ama ona cevap verecek durumda değildim. Ben kendimden vazgeçmiştim ama Alaz kurtulmalıydı. Ondan intikam almayı hep istemiştim ama ölmesini istemiyordum. Haklıydı, intikamın bile şerefli olanı makbuldü.

Gözlerim kapanmak üzereyken Kuzey’in, “Kedicik…” diyen sesini duyar gibi oldum. Gözlerimi zorlukla açıp burukça tebessüm ettim. “Ku-Kuzey,” diye fısıldadım. Onu bir daha göremeyecek olmam yaralı kalbimin acı ve hüzünle dolmasına sebep oluyordu. Demek ki böyle bir histi ölüm.

Öksürükler ciğerlerimi sökercesine artmıştı. Kuzey ve diğer çocuklara haksızlık yaptığımı anladım. Son günlerimi onlarla dolu dolu geçirmek isterdim. “Kuzey,” deyip derin bir nefes alırken bile azap çekiyordum. “Kuzey affet. Sen de affet,” dedim. İnsan gerçekten ölümle yüz yüze geldiğinde bazı şeyleri anlıyormuş. Şu anda farkında olduklarımı bugüne kadar fark etmemiş olmam ne büyük kayıptı.

Böyle mi öleceğim? Yalnız başıma ve kimsesiz. Evet, yine kimsesiz.

Saç diplerimden başlayan bir uyuşma, acıma narkoz etkisi yapıyordu. Annemi de üzmüştüm. Ama benim yüzümden aldığı son üzüntü olması bir yerde neredeyse iyi bir şey sayılabilirdi. “Anne?” diye mırıldandım. Gözlerim kapanmak üzereyken son kez onu sayıkladım. “Uyut beni, anne. Çok acıyor. Uyut beni ki geçsin.” Sıcak yatağında sesimi duyuyorsan gel, beni sonsuzluğa uyut anne.

Tıpkı annemin beni bıraktığı gibi bana ait her şeyi geride bırakmıştı aciz bedenim Artık zihnimin korku dolu sesini duyamıyordum. “Kalbim bedenimden daha çok acıyor, uyut ki beni acım dinsin,” bile diyemedim. Bir şeyi çok iyi anlıyordum, aslında daha az seven bendim. Seven sevdiğinden belki intikam alırdı ama sevdiğine ihanet etmezdi. Ben bilemedim. Nasıl doğru şekilde sevilir, onu bile bilemedim ki doğru bir şekilde intikam alabileyim. Şimdi ise kimsesiz doğanların kimsesiz öldüklerini bir dağın başında kendi kanımda boğularak öğrenmiştim. Lütfen, bir gün beni affetmiş olsun.

En önemlisi hâlâ yaşıyor olsun.

***

Bir kâbus gördüm, Alaz’ın ölümüyle ilgili korkunç bir kâbustu. Bir mezarın başında ağlayarak ondan af diliyordum, geri gelmesi için ona yalvarıyordum. Bazen gözlerimi inleyerek açıyordum ama gördüğüm yüzler bana yabancıydı. Hemen sonrasında bana azap veren kâbusuma geri çekiliyordum. Neler olup bitiyor, bilmiyordum ama olanları hayal meyal hatırlıyordum. “Uyanıyor,” diyen bu sesi sanki her uyandığımda duyuyordum.

Gözlerimi yavaşça açtığımda üzerime eğilen birini görünce derin bir nefes aldım. Dudaklarımdaki oksijen maskesini çekmek istedim ama kolumu kaldıracak halim yoktu. “Yankı?” diyordu üzerime eğilen adam. “İyi misin?” Sanırım bu Atalay’dı. Ağzımdaki maskeyi benim için çekerken bir şeyler söylememi bekliyordu.

Kalkmaya çalıştım fakat Atalay’ın yanında duran doktor beni, “Kıpırdamayın, lütfen,” diyerek uyardı. “Henüz hareket edecek kadar iyi değilsiniz.”

Doktorun ikazına uydum ve hiç kıpırdamadım. Hâlâ tam olarak kendime gelemediğim için doğru düzgün ne gördüğüm yüzleri seçebiliyordum ne de etrafımdakilerin söylediklerine odaklanabiliyordum. İdrak ettiğim tek şey, bir hastanede olduğumdu. Evet, hâlâ yaşıyordum. Atalay doktora sürekli bir şeyler soruyordu. Kulaklarımdaki uğultu bir türlü kesilmediği için Atalay’ın söylediklerini kesik kesik duyuyordum. Sanırım doktora durumum hakkında bir şeyler soruyordu. Doktorun elindeki dosyaya bakarak konuştuğunu gördüm. Atalay’a kaburgalarımda oluşan çatlaktan ve kırılan ayağımdan bahsediyordu. Anladığım kadarıyla başıma aldığım darbe yüzünden hâlâ yapmaları gereken birkaç tetkik daha vardı. Emin olmasam da kesik kesik duyduklarımı bu şekilde yorumladım. Daha sonra doktor bir şeyler daha söyledi ve bana tebessüm ederek dışarı çıktı. Şimdi odada sadece Atalay kalmıştı. Bana bakıp gülümsemeye çalıştı fakat bu, zorlama bir hareketti. Atalay, yatağımın baş kısmını biraz yukarı kaldırınca askıdaki bacağımı gördüm. Alçıya alındığına göre durum gerçekten ciddiydi. Sağ bacağımın acınası halini görüyordum.

Atalay bir sandalye alıp yatağımın yanına oturdu. “Yankı, sen ne yaptın?” dediğini duyar gibi olmuştum. Sızlayan gözlerim boş boş bakıyordu, ne diyeceğimi bilmiyordum.

Ama Alaz’a neden ihanet ettiğimi çok iyi biliyorum.

Atalay bir şeyler daha söyledi fakat puslu zihnim yüzünden onu anlamadım. Henüz kendime tam olarak gelemediğimi anladığı için derin bir nefes alarak yüzünü ovuşturduğunu gördüm. Canını sıkan şeyler olduğunu tahmin edebiliyordum. Ona Alaz’ı sormak istiyordum fakat konuşamayacak kadar bitkin haldeydim. İlaçların dindiremediği acım, bedenime işkence ederken gözlerim yeniden kapanmaya başladı. Uykuya direnmeyi bırakıp kendimi sonu gelmeyen bir karanlığın kollarına bıraktım. Uyumak ve hiç uyanmamak istiyordum. Henüz yaptıklarımla yüzleşecek gücüm de cesaretim de yoktu. En kötüsü de neydi, biliyor musunuz? Pişman değildim. Yaptıklarım canımı çok yakıyordu ama pişman değildim. Bana yapılanlardan dolayı kimse pişman değildi, bu yüzden ben de pişman olmayacaktım. Tüm hayatım ihanetimin acısını yaşamakla geçecekti ama ben bir gün bile bunun pişmanlığını yaşamayacaktım. Bunu yapmam gerekiyordu, kendime bu kadarını borçluydum. Tüm dualarım Alaz’ın hâlâ yaşıyor olması içindi. Yaşamalıydı, bana yaşattığı şeylerin ağırlığını anlamasının başka yolu yoktu. Eğer yaşarsa yaptıklarım için asla pişman olmayacaktım ama ölürse o zaman bu, benim en büyük pişmanlığım olurdu.

Nerede ve ne halde olduğunu bilmiyorum ama yaşa. Ben yaptığın her şeyle yüzleştiysem sen de yüzleşmelisin.

Ne yapsa da bundan kaçamazdı. Benimle ilgili en büyük imtihanı daha yeni başlıyordu ve bundan ölse de kaçamazdı. Bana affet demesi çok kolaydı, şimdi affetmenin büyüklüğünü onun anlaması gerekiyordu. Hani ona, “Bana olan aşkın, ihanetimden ağır basarsa bul beni,” demiştim ya, işte şimdi onun aşkı sınanıyordu. İhanetim ona olan aşkımdan daha ağır bastığı için onu affedememiştim. Ben kendi sınavımı kaybetmiştim. Şimdi sınanma sırası ondaydı. Bakalım Alaz’ın aşkı beni affedecek kadar büyük müydü?

Bir gün konu ihanetten açıldığında hiç tereddüt etmeden, “Öldürürüm!” demişti. Şimdi ya beni öldürecekti ya da affedecekti. Hangisini seçeceğini bilmiyordum ve bunu öğrenmenin tek yolu Alaz’ın yaşamasıydı.

“Yaşa ve en büyük azabım ol ama yeter ki yaşa,” diye dua ederken bir zamanlar aynı duayı onun da ettiğini nereden bilirdim.

***

Neredeyse bir haftadır hastanedeydim ve Atalay dışında hiç ziyaretçim yoktu. Bu çok garipti çünkü en azından çocuklar benim için gelirdi. Bundan çıkardığım tek sonuç, çocukların kaldığım hastaneyi bilmiyor olduğuydu. Kaburgalarım, eğilmek zorunda kalmadığım sürece artık bana eskisi gibi sorun çıkarmıyordu. Fakat kırılan bacağım uzun süre yürümemi engelleyecek gibi görünüyordu. Tekerlekli sandalyede oturmuş, boş gözlerle pencereden dışarı bakıyordum. Bugün taburcu olmuştum ama hastaneden kurtulmak bile beni mutlu etmiyordu. Alaz’a ne olduğunu bilmeden mutlu olamazdım ve Atalay da bu konuyla ilgili hiç konuşmuyordu. Atalay odaya girince elindeki belgeyi bana gösterdi. “Sana pasaport çıkarmak için uğraşıyordum ve Amerikan vatandaşı da olduğunu öğrendim,” deyince güldüm.  Yurtdışında doğmuştum.

“Neden beni yurtdışına göndermek istiyorsun?” dediğimde kapıyı kapatarak, “Sanırım artık konuşmamızın zamanı geldi,” dedi. İyi bir konuşma olmayacağı çok açıktı.

Yatağımın üzerine oturdu ve elindeki belgeleri kenara bıraktı. “Bazı tahminlerim var ama bir kere de senden duymak istiyorum,” dedi. “Kaza gecesi bana neler olduğunu anlat.” Nedense bunu zaten bildiğini hissediyordum.

Başımı salladım. “Anlatacağım ama sen bana Alaz’ın nasıl olduğunu söyledikten sonra.” Ölmüş olsaydı, Atalay bir hafta boyunca böyle sakin olmazdı. Yaşadığını tahmin edebiliyordum lakin içimin rahatlaması için bunu teyit etmeliydim.

“Yaşıyor,” dediğinde günler sonra ilk kez rahat bir nefes almıştım. Allah’a şükürler olsun ki yaşıyordu. Günlerdir stresle gerilen bedenim gevşemeye başlamıştı. Kalbimdeki ağırlık hissi gittikçe dağılırken gözlerim doldu. Yaşıyordu, o hâlâ yaşıyordu. Arda’nın kanıyla kirlenen ellerimde bir de sevdiğim adamın kanı olmayacaktı. Ömrümün kalan kısmında Alaz’ın ölümüne sebep olmanın acısını yaşamayacaktım. Evet, o gece ihanet ederek zaten onu kaybetmiştim ama en azından yaşıyordu. Benden ölesiye nefret etse bile hâlâ bir yerlerde nefes aldığını bilecektim.

Atalay dolan gözlerimi görünce burukça tebessüm etti. “Altuğ’un en büyük şansı, o gece kazağının altına çelik yelek giymekti,” dedi. “Arda gibi askeri eğitim almış biri hayati yerlerden vurmasını iyi bilirdi. Buket’in zorla ona giydirdiği çelik yelek sayesinde hâlâ hayatta. Arda onu öldürmek istemedi, sakat bırakıp tüm hayatını bitirmek istedi. Bu yüzden Altuğ’un omuriliğini hedef aldı,” deyince nefes alamadığımı hissettim. Haklıydı çünkü eğer Arda onu öldürmek isteseydi, başını hedef alırdı. Fakat her iki kurşunu da Alaz’ın sırtına sıkmıştı. Arda, hasta zihniyetli biriydi ve hiçbir zaman kolayca öldürmekten zevk almamıştı. Arda’nın işkence yöntemlerinin içinde süründürmek vardı. O, Alaz’ı sakat bırakarak ona işkencelerin en büyüğünü yaşatmak istemişti. Alaz için işi her şeydi ve sakat kalırsa sahip olduğu her şeyi kaybederdi. Sevdiklerini koruyamayacak bir durumda olması Alaz için ölmekten daha ağır olurdu ve Arda’nın istediği de tam olarak buydu.

Atalay, “Omuriliğini hedef alan ilk kurşundan çelik yelek sayesinde kurtulmuş, ikinci kurşun da ıskalamış,” dedi. “Yeleğin açıkta bıraktığı omuzuna aldığı o son kurşun Altuğ’u ıskalamış. O kurşun yüzünden Altuğ günlerce ölümle burun buruna kaldı. Arda’nın kullandığı kurşunlar teşkilat tarafından özel yapılmıştı ve zehirliydi. Anlayacağın, Altuğ’un omuzuna giren o kurşun onun için hayati tehlike arz ediyordu,” dediğinde sertçe yutkundum. Zehirli kurşun mu? Ama hâlâ yaşıyordu, değil mi? Bu demek oluyor ki kurtulmayı başarmıştı.

Şimdi Alaz’ın neden kan kustuğunu anlıyordum. Zehir, anında kanına karıştığı için saniyeler içinde yere yığılmıştı. Eğer o çelik yelek olmasaydı, Arda’nın kurşunları onu benden alacaktı. Bir kurşun bile onu günlerce uyutmuştu. Çelik yelek giymeseydi neler olurdu, bilmek bile istemiyorum. Omuzundan yaralanmasına rağmen tek bir kurşun onu ölümün eşiğine getirmişti. Eğer diğer kurşun da bedenine temas etseydi kim bilir neler olurdu. “O nasıl?” diye sordum. Yaşadığını söylemişti ama ne halde olduğunu henüz söylememişti.

“Dün sabah uyandı,” deyince ne zamandır tuttuğum nefesimi bıraktım. “Birkaç gün içinde taburcu olur. Merak etme, tehlikeyi atlattı,” dediğinde sinirleri bozulmuş gibi güldü. “Onu da bu kattaki odalardan birine aldık. Ona görünmeden seni bir şekilde dışarı çıkarmalıyız. Yaşaman için bunu yapmalıyız çünkü o, öyle öfkeli ki karşılaşırsanız sana her şeyi yapabilir. Tamamen sakinleşene kadar seni bulmamalı,” deyince sadece başımı salladım. Öfkesi hâlâ bu kadar tazeyken beni bulursa gözünü karartıp öldüreceğini tahmin etmek zor değildi. Hayatta en nefret ettiği şey ihanetti ve ben, ona bunu yaşatmıştım. Daha önce kardeşi gibi gördüğü Buket’i örnek verip, ihanet ederse onu bile hiç acımadan öldüreceğini söylemişti. Öyle bir durumda en değerlisi olan Buket’i bile gözden çıkarabiliyorsa, bana hiç acımazdı. Aynı hastanede olmak benim için büyük bir talihsizlikti.

“Burada olduğumu bilmiyor, değil mi?”

“Bilseydi şu anda burada değil, morgda olurdun.” En azından bu konuda bana karşı dürüst.

“Neden burada olduğumu senden başka kimsenin bilmediğini düşünüyorum?”

Güldü. “Çünkü benden başka kimse, burada olduğunu bilmiyor. Kaza gecesi beni aradığında ilk olarak Altuğ’u bulduk. Ekiptekiler onunla hastaneye giderken ben gitmedim,” deyip gözlerime baktı. “Beni Altuğ için aradığında sesin iyi gelmiyordu. Senin de yakınlarda ve kötü bir durumda olduğunu tahmin etmek zor değildi. Bizimkiler Altuğ’u hastaneye götürürken ben ve Pars seni aramaya başladık. Çok geçmeden seni bulduk ve gizlice bu hastaneye getirdik. Diğerleri Altuğ ile ilgilendiği için bir işler karıştırdığımızı anlamayacak durumdaydılar,” dediğinde tebessüm ederek ona baktım. Hâlâ yaşıyorsam bunu Atalay’a borçluydum. Eğer o gece o da Alaz ile gitseydi, belki de kimsenin aklına gelmeyecek ve ölecektim.

“Nasıl anladın?” dedim. Alaz’a ihanet ettiğimi nasıl anlamıştı? Eğer bunu bilmeseydi beni hastaneye gizli bir şekilde getirmezdi.

“Çünkü…” deyip güldü. “Altuğ asla hasmına sırtını dönmez. Onun gibi eğitimli birini sırtından vurmak kolay değildir. Eğer bu olduysa demek ki o esnada dikkatini dağıtan bir şey oldu,” diyerek başını kaldırıp uzun uzun bana baktı. “Ve dikkatini dağıtan şeyin, pardon kişinin kim olduğunu tahmin etmek zor değil. Yönünü tamamen sana döndüyse bunun çok önemli bir sebebi olmalıydı, ihanet gibi,” deyince ona daha fazla bakmaya dayanamadığım için gözlerimi kaçırdım. Atalay bir ajandı ve ajanlar da tıpkı dedektifler gibi bir şeyleri çözmek konusunda çok iyiydi. Alaz’a kızgın olduğum için er ya da geç bir delilik yapacağımı tahmin etmek zor değildi. O gece olanlardan sonra tüm parçaları birleştirerek aradığı cevapları bulmuştu. “Yaptığım şeyi başka kim biliyor?”

“Sadece ben ve Pars,” dedi. Tabii, bir de Alaz biliyordu.

“Dün uyandı demiştin.”

“Dün uyanmasına rağmen kimseye gerçekleri anlatmadı. Herkes Arda’nın Altuğ’u vurduktan sonra seni kaçırmaya çalıştığını düşünüyor ama bizimkiler, yani Altuğ’un ekibindekiler buna inanmıyor. Altuğ istediği için bunu kurcalamıyorlar ama Altuğ’un sana olan öfkesinden olanları tahmin ediyorlar.” En az Atalay kadar ekiptekiler de liderlerini tanıyorlardı. Arda tarafından kolayca etkisiz hale gelmeyeceğini iyi biliyorlardı. Bu yüzden tıpkı Atalay gibi onlar da olanları az çok tahmin ediyordu.

“Pekâlâ,” diyerek derin bir nefes aldım. “Bana vereceğin iyi bir haberin var mı?”

“Altuğ’un uyanır uyanmaz senin teşkilatla olan tüm bağlantını kesmiş olması seni mutlu eder mi?” dedi. “Evet, her zaman istediğin gibi, bir ajan değilsin artık.” Kovulmuş muydum? Buna üzülmemiştim çünkü hiçbir zaman silahların ön planda olduğu bir işi yapmak istememiştim.

Atalay, “Şimdi,” diyerek ayağa kalktı. “Seni buradan çıkaralım. Pars koridoru gözetliyor, biz de arka kapıdan çıkacağız. Altuğ’a yakalanmak istemeyiz, değil mi?” Ne yani, bir süre azılı suçlular gibi saklanacak mıydım? Gerçi yaptığım şeyi en azılı suçlular bile yapmıyordu.

Umarım, bir an önce sakinleşir ve peşimi bırakır.

***

Pars ve Atalay beni hastaneden kaçırdıktan sonra Pars bizden ayrılmıştı. Atalay’ın beni götüreceği yeri bilmek istemediğini söylemişti çünkü Alaz bir şekilde onu konuştururdu. Atalay yerimi bir süre daha herkesten gizlemeye kararlıydı. Dediğine göre Alaz zaten er ya da geç hastane kayıtlarına ulaşır ve bu işin arkasında Atalay’ın olduğunu anlardı. Refakatçim olarak kayıtlarda Atalay’ın adı geçiyordu. Alaz’ın kendisini konuşturmak için harika yöntemleri olduğunu söylemişti. Bu yüzden uzun süre beni saklayamazdı. Fakat beni bu halde sokaklarda bırakacak biri de değildi. Alaz’ın beni bulamayacağı bir yere gitmeliydim ve o yer, tanıdığım insanların yanı değildi. Daha kötüsü de Arda öldüğü için Yarasaların davası kapanmıştı. Onu vurduğumda teşkilatın bir ajanı olduğum için ceza almayacaktım. Fakat Atalay’ın dediğine göre kalan cezamı çekmek için cezaevine gidip teslim olmam gerekiyordu. Kendimi toparlayana kadar ondan biraz zaman istemiştim. En azından kaburgalarım ve kırık bacağım iyileşene kadar. Cezaevi de en az dışarısı kadar tehlikeliydi, hatta çok daha tehlikeliydi. Savunmasız bir şekilde içeriye girersem orada kendimi olası bir tehlikeye karşı koruyamazdım.

Evet, zamanı geldiğinde teslim olacaktım. Sonsuza kadar polislerden ve Alaz’dan kaçamazdım. Ben artık daha fazla savaşmak istemiyordum. Hayatımda biraz huzur istiyordum ama ne yazık ki son olanlardan sonra artık bu da mümkün değildi. Çocukları çok özlemiştim ama onları arayamazdım ve göremezdim. Yerimi belli edecek her şeyden kaçmalıydım. Neyse ki Atalay olanları tüm gerçekliğiyle onlara anlatmış ve iyi olduğuma onları ikna etmişti. Bütün bunları Atalay bana anlattığı için biliyordum. Atalay beni şehrin göbeğinde küçük bir eve yerleştirmişti. Güzel bir bahçesi olan müstakil bir evdi. İki gündür buradaydım ve Atalay’ın bana bakması için tuttuğu bir kadından başka hiç ziyaretçim yoktu. Kadın sabah geliyor, evi temizleyip yemek yaptıktan sonra kendi evine gidiyordu.

Bahçede boş boş otururken Atalay’ın bahçe kapısından içeri girdiğini gördüm. İki gündür beni ziyaret etmemişti ve onun için endişelenmiştim. Bahçe kapısını kapattığında elindeki küçük poşeti fark ettim. “Bugün nasılsın?” deyip yanıma oturduğunda iç çektim. “Bir gecede iki katliam yapmış gibiyim,” dediğimde güldü. “Çünkü bir gecede iki katliam yaptın.” Arda ve Altuğ gibi iki adamı tek bir gecede herkes bitiremezdi sonuçta. Gerçi onları mı yoksa kendimi mi bitirmiştim, tartışılırdı.

Atalay ayaklarını uzatarak yere daha rahat oturdu. Başını kaldırıp gökyüzüne bakmış ve derin bir nefes almıştı. “Anlamakta güçlük çektiğim tek kadınsın,” dedi. “Günahkâr mısın yoksa masum musun, bunu çözemediğim tek kadınsın.”

“Masum mu?” dediğimde tiksinerek yüzümü buruşturdum. “Arda ve Alaz gibiler etrafımda olduğu sürece masumiyetin M’si bile hayatıma uğramıyor,” dedim. Ben o gece tüm gemileri yakarak geçmişteki her şeyin hesabını sormuştum. Yeni düşmanlar çok koymazdı bana çünkü o sınırı çoktan geçmiştim. Vereceğim tek bir canım kalmışken aslında kimse beni korkutmuyordu.

“Ben durmam, Atalay,” dedim. “Bitirdiğim yerden yeni bir dava açılırsa, herkesi yakarak tekrar bitiririm. Bu yüzden ben değil, Alaz bitirmeli bu savaşı.” Kırılacak tüm kalemleri kırmıştım ve bu saatten sonra hâkim de bendim savcı da. Tüm olay, tokmağı masaya vurmama bakardı.

Atalay, “O da durmayacak,” dedi. “İkiniz de fazla inatçısınız.” Biliyordum durmayacağını çünkü son hamlemden sonra saldırı sırası ona geçmişti.

Bir süre hiç konuşmayan adam başını çevirip yeşil gözlerini bana dikti. “Bir kadın neden ihanet eder, biliyor musun?” diye sordu. Bir anda gelen bu soru beni rahatsız etmişti. “Ya vazgeçtiğinden ya da çok sevdiğinden derler. Peki, seninki hangisi?” dediğinde sertçe yutkunarak tırnaklarımı avuç içlerime geçirmiştim. Bu, cevap veremeyeceğim kadar zor bir soruydu.

Yumruk yaptığım ellerime bakıp güldü. “Çok sevdiğinden, değil mi?” dedi. “Sana yaptıkları yüzünden ona gidemediğin için durumu eşitlemek istedin. Onunla olmak için kendince küçük bir ihtimal yarattın.” Bu, inkâr edeceğim bir şey değildi. Ben aşkımın önündeki en büyük engeldim ve kendi nefretimden kurtulmadan onunla olamazdım. Ben küçük bir ışık yakmıştım kendi karanlığıma. Ama en acısı neydi, biliyor musunuz? Yaktığım o küçücük ışık onun tüm ışıklarını söndürmüştü.

Ben artık onunla olabilirdim ama o, asla benimle olamazdı. Aynı yollardan geçtiğim için şu anda hissettiği nefret duygusunu iyi biliyordum. Kendim için yarattığım o küçücük imkân, bizim için en büyük imkânsızlık olmuştu.

Sessizliğim Atalay’a aradığı cevabı vermişti. “Dinlen,” diyerek ayağa kalktı. “Her yerde seni arıyor. Bulduğunda ona direnecek güçte olmalısın,” dedi ve getirdiği poşeti kucağıma bırakıp gitti.

Atalay bahçe kapısından çıkıp gittiğinde gözlerimi kapattım. Kirpiklerimin arasından süzülen yaşların sebebi Alaz’dı. Benim artık onunla savaşacak gücüm kalmamıştı ama o, beni bitirmeden durmayacaktı. Ya beni hiç affetmezse? Ayaklarına kapanıp özür dileyecek değildim çünkü ben sıramı savmıştım. Bundan sonra top ondaydı. Ya bu oyunu bitirerek bana gelecekti ya da maç uzatmalara gidecekti.

Bitir beni. Ben kendimi bitirmeden sen bana bu iyiliği yap.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıYaralasar 4
  • Sayfa Sayısı400
  • YazarMaral Atmaca
  • ISBN0102000161
  • Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Ciltli
  • YayıneviEphesus / 2021

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Ötanazi Okulu – 4 ~ Maral AtmacaÖtanazi Okulu – 4

    Ötanazi Okulu – 4

    Maral Atmaca

    ATILACAK SON ADIM SADECE BANA AİTTİ. YA YENİ BİR BAŞLANGICA OLACAKTI BU ADIM YA DA ÖLÜME… SON ADIM, SON SAVAŞ VE SON BİR DİRENİŞ....

  2. Ötanazi Okulu – 2 ~ Maral AtmacaÖtanazi Okulu – 2

    Ötanazi Okulu – 2

    Maral Atmaca

    Yaşam tam da ölümü kabullendiğin anda başlar. Ölümü kabullenmeli ki insan, aldığı nefese sıkı sıkıya sarılabilsin. Ötanazi Okulu’nda yalnızlığın içinde solmayı bekleyen Yeşil için...

  3. Yaralasar 1 ~ Maral AtmacaYaralasar 1

    Yaralasar 1

    Maral Atmaca

    Yetiştirme yurdunda büyüyen Sedef, bir gece kimsesiz yirmi dokuz çocukla birlikte “damgalanır”.Artık bu kimsesiz çocukların tamamı Yarasa’dırve damgacıyı gören tek çocuk Sedef’tir.Sedef, o gece...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Yedi Erdem ~ Tahsin LaleYedi Erdem

    Yedi Erdem

    Tahsin Lale

    Efendisinin görüntüsü yavaş yavaş yükselerek kaybolurken, Aderas’ın gözleri gökyüzünde beliren dört noktaya ilişti. Kızıl renkli noktalardan üçü farklı yönlere doğru dağıldı. Geriye kalan büyümeye...

  2. Ejder Kral – Lahitteki Sır ~ Bekir SertEjder Kral – Lahitteki Sır

    Ejder Kral – Lahitteki Sır

    Bekir Sert

    Küçük yaşlardan itibaren “kılıç ustası” olmayı hayal eden Kayra’nın babası o daha doğmadan ölmüştür. Annesiyle birlikte yaşayan ve çobanlık yapan Kayra’nın hayatı birden bire...

  3. Sin ~ Türker AyyıldızSin

    Sin

    Türker Ayyıldız

    Öykülerinde çetin duyguları tasarruflu üslubuyla satırlarına taşıyan Türker Ayyıldız, Sin romanında kaybedişlerle örülmüş hayatları kesiştirerek, yıllara ve bozkıra yayılan bir hayatı anlamlandırma çabasına ses...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur