Ve en sonunda Paris’in olduğu yöne baktı; doğduğu şehre, her şeye sahip olduğu şehre… Ne var ki, önemli biri olma arzusu yüzünden hepsini reddetmişti. Artık Fransız olmadığını fark etti. Alman da değildi. Hiçbir şeydi. Evi yoktu, ailesi yoktu ve hak etmiyordu da.
Yıl 1936. Fransız annesi Emily, Alman babası Wilhelm ve köpeği Dartanyan ile birlikte Paris’te yaşayan yedi yaşındaki Pierrot Fischer, herhangi bir çocuktan farklı olmayan hayatından memnundur. Ne yazık ki, önce babasını sonra annesini kaybeden oğlanın hayatı kısa süre içinde değişecek, onun için başka bir yerde, yepyeni bir hayat başlayacaktır. Fakat hayranlık duyup keşfettiği bu yepyeni dünya ve yapacağı seçimler ona çok pahalıya mal olacaktır…
Kendini zirvede sanırken en dipte bulan, bir yere kök salıp bir bütünün önemli bir parçası olmak isterken tamamen yersiz yurtsuz kalan, bu sevgi dolu, masum çocuğun güçlü olma hırsı ve yanlış seçimlerle parçalanan yaşam hikâyesini unutamayacaksınız.
Zirvenin Dibindeki Çocuk, 50’yi aşkın farklı dile çevrilerek sinemaya uyarlanan Çizgili Pijamalı Çocuk’un yazarı John Boyne’nun kaleminden, II. Dünya Savaşı’nın gölgesinde, tansiyonu yüksek bir roman.
BİRİNCİ BÖLÜM
1936
1
Mendildeki Üç Kırmızı Nokta
Pierrot Fischer’ın babası Büyük Savaş’ta ölmemiş olsa bile, annesi Emilie onu öldürenin savaş olduğuna inanırdı. Pierrot yedi yaşındaydı ve Paris’te yalnızca annesiyle veya babasıyla yaşayan tek çocuk değildi. Okulda önünde oturan çocuk, annesi dört sene önce bir ansiklopedi satıcısıyla kaçtığından beri, onu görmemişti; Pierrot’yu çok küçük bulduğu için ona “ufaklık” diyen sınıfın zorbası da büyükannesi ve büyükbabasının Motte-Picquet Bulvarı’ndaki tütün dükkânının üst katında yaşıyor, zamanının çoğunu aşağıdan geçenlerin kafasına içi su dolu balonlar atıp sonra da onunla hiçbir alakası olmadığını iddia ederek geçiriyordu. Charles-Floquet Bulvarı’nın yakınında, kendi yaşadığı apartmanın zemin katında ise Pierrot’nun en yakın arkadaşı Anshel Bronstein ve annesi Madam Bronstein yaşıyordu; Anshel’in babası iki yıl önce Manş Denizi’ni yüzerek geçmeyi denerken başarısız olmuş, boğularak ölmüştü. Birbirlerinden iki hafta arayla doğmuş olan Pierrot ile Anshel neredeyse kardeş gibi büyümüşlerdi; annelerden birinin biraz uzanmaya ihtiyacı olduğunda, diğeri iki bebekle birden ilgilenirdi. Ama gerçek kardeşlerin aksine Pierrot ile Anshel hiç kavga etmezlerdi. Anshel doğuştan sağırdı. Bu yüzden, iki arkadaş daha erken yaşlarda, kolaylıkla iletişim kurabilecekleri bir işaret dili geliştirmişlerdi; böylece, marifetli parmaklarıyla söylemeleri gereken her şeyi ifade ediyorlardı. Hatta isimleri yerine, birbirleri için kullandıkları özel işaretler bile vardı.
Anshel, arkadaşının hem iyi kalpli hem sadık olduğunu düşündüğünden köpek işaretini seçmişti; Pierrot ise, sınıfın en akıllısı olduğu söylenen Anshel için tilki işaretini seçmişti. Zamanlarının çoğunu beraber Champ de Mars Caddesi’nde top oynayarak ve aynı kitapları okuyarak geçirirlerdi. O kadar yakınlardı ki, Anshel’in geceleri odasında yazdığı hikâyeleri okumasına izin verdiği tek kişi Pierrot’ydu. Oğlunun yazar olmak istediğinden Madam Bronstein’in bile haberi yoktu. Bu güzel, diye işaret etti Pierrot, bir tomar kâğıdı geri verirken parmakları havada dalgalandı. Atın olduğu kısmı ve altının tabutta saklı olduğunu keşfettikleri yeri beğendim. Bu o kadar iyi değil, diye devam etti ikinci bir tomarı uzatırken. Çünkü el yazın çok kötü ve bazı kısımları okuyamadım… Ve bu, diye ekledi sanki bir geçit törenindeymiş gibi elindeki bir deste kâğıdı sallayarak. Bu hiç mantıklı değil. Senin yerinde olsam bunu çöpe atardım. Deneysel bir hikâye, diye işaret etti Anshel, eleştirilmekten rahatsız olmazdı ama arada bir arkadaşının pek hoşlanmadığı hikâyeler konusunda savunmaya geçebiliyordu. Hayır, diye işaret etti Pierrot başını iki yana sallayarak. Hiç mantığı yok. Kimsenin bunu okumasına izin vermemelisin. Aklını kaçırdığını düşünebilirler.
Hikâye yazma fikri Pierrot’nun da hoşuna gidiyordu ama kelimeleri kâğıda dökecek kadar asla uzun süre sabit duramazdı. Onun yerine arkadaşının karşısındaki sandalyeye oturup okulda bulaştığı bir macerayı işaretlerle anlatmaya başlardı ve Anshel de daha sonra yazmak üzere onu dikkatle izlerdi. Yani bunu ben mi yazdım? diye sordu Pierrot, sayfalardan birini alıp okuduktan sonra. Hayır, ben yazdım, diye cevapladı Anshel başını iki yana sallayarak. Ama senin hikâyen. Annesi Emilie babasından artık çok nadiren bahsediyordu ama Pierrot, hâlâ sürekli onu düşünüyordu.
Wilhelm Fischer üç sene öncesine kadar karısı ve oğluyla yaşıyordu. 1933 yılının yazında, oğlunun dördüncü yaş gününden birkaç ay sonra Paris’ten ayrılmıştı. Pierrot babasını şöyle hatırlıyordu: Kendisini geniş omuzlarında, sokaklarda taşırken at gibi kişneyen ve arada bir beklenmedik bir şekilde dörtnala koşup Pierrot’ya daima keyifle çığlık attıran uzun boylu bir adam. Oğluna köklerini unutmaması için Almanca öğretmişti, ayrıca piyanoda basit şarkılar çalmayı öğrenmesi için elinden geleni yapmıştı ama Pierrot hiçbir zaman babası kadar başarılı olamayacağını biliyordu. Babasının çaldığı halk şarkıları misafirlerin gözlerini doldururdu, özellikle de hatıralardan ve pişmanlıktan bahseden şarkılara o yumuşak ama güçlü sesiyle eşlik ettiğinde. Pierrot müzik konusunda o kadar yetenekli olmasa da, dil yeteneğiyle arayı kapatıyordu; babasıyla Almanca annesiyle Fransızca konuşurken hiçbir zorluk çekmeden, iki dil arasında hızlıca geçiş yapabiliyordu. Davetlerde yapmaktan çok hoşlandığı bir numarası vardı: Fransız milli marşı La Marseillaise’i Almanca, Alman milli marşı Das Deutschlandlied’i Fransızca söylemek. Bu yeteneği bazen akşam yemeğine gelen misafirleri rahatsız ediyordu. Bir akşam, yapmış olduğu bu gösteri komşular arasında hafif bir tartışma çıkardıktan sonra annesi, “Artık bunu yapmanı istemiyorum, Pierrot,” dedi. “Gösteriş yapmak istiyorsan başka bir şey öğren. Jonglörlük yap. Sihirbazlık yap. Başının üstünde dur.
Almanca şarkı söylemek dışında her şey olabilir.” “Almancanın nesi var ki?” diye sordu Pierrot. “Evet Emilie,” dedi Pierrot’nun babası, akşamın çoğunu şarap içerek geçirdiği köşedeki sandalyeden; böyle yaptığı zamanlar peşini bırakmayan kötü hatıralarına dalardı. “Almancanın nesi var?” “Bu kadar yetmez mi, Wilhelm?” diye sordu annesi, ellerini beline koyarak. “Ne bu kadar yetmez mi? Arkadaşlarının benim ülkemi aşağılamaları mı?” “Aşağılamıyorlardı,” dedi annesi. “Sadece savaşı unutmakta zorlanıyorlar, o kadar. Özellikle de siperlerde sevdiklerini kaybedenler.” “Ama nedense benim evime gelip benim yemeğimi yiyip şarabımı içmekten hiç rahatsız olmuyorlar.” Babası, Pierrot’yu kucağına alıp kolunu beline dolamadan önce karsının mutfağa dönmesini bekledi. “Bir gün bizim olanı geri alacağız,” dedi, çocuğun gözlerine doğrudan bakarak. “Ve bu olduğu zaman, kimin tarafında olduğunu unutma. Fransa’da doğmuş, Paris’te yaşıyor olabilirsin ama tepeden tırnağa Almansın, tıpkı benim gibi. Bunu unutma Pierrot.”
Bazen babası gecenin bir yarısı uyanır, çığlıkları evlerinin boş, karanlık koridorlarında yankılanırdı; ardından Pierrot’nun köpeği Dartanyan korkuyla sepetinden fırlar, sahibinin yatağına atlayıp yorganın altında titrerdi. Pierrot yorganı çenesine kadar çeker, ince duvarların arkasından annesinin fısıltıyla evde, ailesinin yanında, güvende olduğunu ve sadece kötü bir rüya gördüğünü söyleyerek babasını sakinleştirmesini dinlerdi. Babasının bir kez, “Rüya değildi,” dediğini duymuştu, sesi acı içinde titriyordu. “Daha beteri… Bir anıydı.” Ara sıra Pierrot tuvalete gitme ihtiyacıyla uyandığında, babasını, başı mutfak masasına düşmüş, yanında boş bir şişeyle kendi kendine mırıldanırken bulurdu.
Buna ne zaman şahit olsa, çıplak ayaklarıyla aşağıya koşar, annesinin ertesi gün fark etmemesi için şişeyi arka bahçedeki çöpe atardı. Ve yukarı döndüğünde, babası ayılmış ve her nasılsa yatağa giden yolu bulmuş olurdu genellikle. Baba da, oğlu da ertesi gün bunların hiçbirinden bahsetmezdi. Ne var ki, bir keresinde Pierrot bu gece görevlerinden birinde dışarı çıkarken ıslak merdivende kayıp düşmüştü –yaralanacak kadar olmasa da elindeki şişeyi kıracak kadar kötü düşmüştü ve ayağa kalkarken, bir parça cam sol ayağının altına saplanmıştı.
Yüzünü buruşturarak camı çekti, yoğun bir kan yarılmış deriden hızlıca sızmaya başladı. Topallayarak eve dönüp yara bandı ararken babası uyanmış ve neye sebep olduğunu görmüştü. Yarayı temizleyip sıkıca sardığından emin olduktan sonra, çocuğu karşısına oturtup içki içtiği için özür dilemişti. Gözyaşlarını silerken, Pierrot’ya onu ne kadar sevdiğini söylemiş ve bir daha onu tehlikeye sokacak hiçbir şey yapmayacağına söz vermişti. “Ben de seni seviyorum baba,” demişti Pierrot. “Ama en çok da beni omuzlarında taşıyıp at taklidi yaptığında seviyorum. Sandalyede oturup benimle ya da annemle konuşmadığın zamanları sevmiyorum.” “O zamanları ben de sevmiyorum,” diye yanıtlamıştı babası sessizce. “Ama bazen sanki tepeme karanlık bir bulut çöküyor ve onu hareket ettiremiyorum. O yüzden içiyorum. Unutmama yardım ediyor.”
“Neyi unutmana?” “Savaşı. Gördüğüm şeyleri.” Gözlerini kapatarak fısıldadı, “Yaptığım şeyleri…” Pierrot yutkundu, bu soruyu sormaktan neredeyse korkuyordu. “Ne yaptın?” Gülümseyerek, “Her ne yaptıysam ülkem için yaptım,” dedi. “Anlayabiliyorsun, değil mi?” “Evet baba,” demişti Pierrot, babasının ne demek istediğinden emin değildi ama yine de yaptıkları kulağa cesurca geliyordu. “Benimle gurur duymanı sağlayacaksa, ben de asker olurum.” Wilhelm oğluna bakıp elini onun omzuna koymuştu. “Sadece doğru tarafı seçtiğinden emin ol.” Bu olaydan sonraki birkaç hafta içki içmeyi bıraktı. Ama sonra birdenbire, sanki vazgeçmiş gibi, bahsettiği karanlık bulut geri dönmüş ve yeniden başlamıştı.
Pierrot’nun babası yakındaki bir restoranda garson olarak çalışıyordu; her sabah on gibi ortadan kaybolur, üçte geri gelir sonra akşam yemeği servisi için altıda yine çıkardı. Bir keresinde eve sinirli gelmiş, Joffre Baba adında birinin öğlen yemeğinde restorana gelip onun masalarından birine oturduğunu anlatmıştı; Wilhelm ona servis yapmayı reddetmişti ama patronu Mösyö Abrahams, servis yapmazsa, evine gidip bir daha geri dönmemesini söylemişti. Bu adı daha önce hiç duymamış olan Pierrot, “Joffre Baba kim?” diye sormuştu.
“Savaşta çok büyük bir generaldi,” dedi annesi, bir çamaşır yığınını sepetten çıkarıp ütü masasına koyarken. “Halkımız için bir kahramandır.” “Senin halkın için,” dedi babası. “Bir Fransız kadınıyla evlendiğini unutma,” dedi annesi, sinirle ona dönerken. “Onu sevdiğim için evlendim,” diye cevap verdi babası. “Pierrot, sana anneni ilk gördüğüm ânı anlatmış mıydım? Büyük Savaş bittikten birkaç sene sonraydı: Öğle arasında kız kardeşim Beatrix’le buluşmak için sözleşmiştik ama çalıştığı mağazaya vardığımda onu yeni asistanlardan biriyle konuşurken buldum, çalışmaya daha o hafta başlamış utangaç bir şeydi. Ona bakar bakmaz evleneceğim kadın olduğunu anlamıştım.” Pierrot gülümsedi, babasının böyle hikâyeler anlatmasına bayılırdı. “Konuşmak için ağzımı açtım ama hiçbir kelime bulamadım. Sanki beynim uykuya dalmış gibiydi. Ben de orada öylece durup hiçbir şey söylemeden ona baktım.”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Genç Yetişkin Roman (Yabancı)
- Kitap AdıZirvenin Dibindeki Çocuk
- Sayfa Sayısı208
- YazarJohn Boyne
- ISBN9786052853245
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kana Bulanmış Sakal ~ Daniel Galera
Kana Bulanmış Sakal
Daniel Galera
Buraya kim gelse aynı şeyi söyler, diyor kadın tatlılıkla. Tek istediğim deniz kenarında yaşamak. Tek istediğim sörf yapmak. Tek istediğim düşüncelerimle baş başa kalmak....
- Marlow ~ Volker Kutscher
Marlow
Volker Kutscher
Marlow, Nazi döneminde gündelik hayatın ve taşranın alabildiğine canlı bir resmini çiziyor. Volker Kutscher’in bu romanı da, sürükleyici olay akışı yanında, güçlü dönem panoramasıyla...
- Doğu Ekspresinde Cinayet ~ Agatha Christie
Doğu Ekspresinde Cinayet
Agatha Christie
Gece yarısından sonra artan şiddetli tipi yüzünden Doğu Ekspresi artık yoluna devam edemeyecek durumdadır. Yılın bu zamanlarında lüks tren tamamen doludur. Ertesi sabah yapılan...