Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kutsal İsyan 1; Milli Kurtuluş Savaşının Gerçek Hikayesı
Kutsal İsyan 1; Milli Kurtuluş Savaşının Gerçek Hikayesı

Kutsal İsyan 1; Milli Kurtuluş Savaşının Gerçek Hikayesı

Hasan İzzettin Dinamo

Sadrazamın İstanbul’dan gönderdiği telgrafta: “İstanbul’da bulunmanız uygun olur.” demesi ne demekti? Demek ki İstanbul bir ana-baba günü yaşıyordu. Kıyıda köşede kalmış aklı başında kişilerin…

Sadrazamın İstanbul’dan gönderdiği telgrafta: “İstanbul’da bulunmanız uygun olur.” demesi ne demekti? Demek ki İstanbul bir ana-baba günü yaşıyordu. Kıyıda köşede kalmış aklı başında kişilerin payitahtta bulunması gereken günler gelip çatmıştı. Talat Paşa’nın harp kabinesi, düşeliberi en önemli ikinci olay, İzzet Paşa kabinesinin düşüşüydü.

Bundan sonra, iktidar, karanlıkta nöbet bekleyen karanlık zümrelerin, hırsların, belki de gerçek yurt düşmanlarının eline geçecekti. İzzet Paşa, son namuslu sadrazam sayılabilirdi. Rauf Bey, Fethi Bey gibi kaliteli hürriyetçi ve yurtsever arkadaşlarıyla birlikte büyük bir iyiniyetle de kabinesini güçlendirmişti.

 

Hasan İzzettin Dinamo

***

SONSUZ KAÇIŞ

                                                                                                                                                                                                                                         Denizde bulunan kimse,

                                   rüzgârın keyfine tâbidir.

                                   Danimarka Atasözü

İri yarı Talât Paşa ile ince uzun boylu İhsan Namık bey, karşıdan rüzgârın yüzlerine çarptığı soğuk Kasım yağmurunun etkisiyle sırtları kamburlaşarak iri adımlarla yürüyorlardı. Talât Paşanın sırtında kül rengi bir pardösü vardı; alaca karanlıkta daha koyu görünen bu pardösünün içinde kocaman gövdenin attığı adımlar pek kararlı ve umutlu değildi.

Bebek yolunun sağında Boğaz’ın suları, coşkun bir ırmak gibi Marmara’ya doğru akıyordu.

Bebek, uyuyordu. Konuşan, kımıldayan, yalnız tabiatın vahşi güçleriydi.

1918 yılı Kasımının Cumayı Cumartesiye bağlayan bu sıkıntılı gecesinde saat yirmi üç sularında Talât Paşa, sonsuz kaçışının henüz başlangıcında bulunuyordu. Bir ara durdu, gözleriyle çevresini araştırdı, gerek deniz kıyısında, gerekse duvar diplerinde hiç kimse görünmüyordu. Issız korularda rüzgârın ve güz yağmurunun gürültü ve hışıltısından başka bir şey duyulmuyordu. İhsan Namık bey’e:

— Hani, burada buluşmayacak mıydık? diye sordu, acaba Enver nerede kaldı?

Sonra şapkasından yüzüne süzülerek kalın, kara ve düşük bıyıklarının ucundan akan yağmur sularını kocaman elinin iri parmaklariyle silmeğe çalıştı.

Arkadaşı:

— Daha ileride buluşacaktık, paşam! Şu burnu dönelim, dedi.

Yeniden yürümeğe başladılar. Sağ yanlarından büyük bir gürültü ile akıp giden deniz, büsbütün hırçınlaşmıştı. Boğaz yağmuru bu iki umutsuz yüzü daha insafsızca döğüyordu. En sonra burnu döndüler. Burada boğaz rüzgârından birisi fesini, öbürü de şapkasını kurtarabilmek için her iki yolcu da ellerini başlarına götürmek zorunda kaldı. Talât Paşa şapkalıydı.

Talât Paşa:

— Ne de berbat güne rastladı, dedi. İnsan bir kere düşmeye görsün, artık ona tabiat da acımaz olur.

Biraz ilerde güzel bir yalı yükseliyordu. Şahnişini hırçın suların üzerine doğru uzanmıştı. İhsan Namık bey:

— İşte, oradalar! dedi.

Gerçekten de yalının geniş saçağı altında iki gölge seçiliyordu. Yaklaştıklarında bunlardan birinin Enver Paşa, öbürünün de kız kardeşi Mediha hanım olduğunu gördüler. İmparatorluğun Başkumandan vekilini son yolculuğunda uğurlayan biricik kara gün dostu bu idi.

Dört kişi birbirine sokulmuştu. Hepsinin de gözleri denizin uzaklarında idi. Yağmur, boğazın iki yakası arasında koyu kül rengi bir perde gerdiğinden Anadolu yakası büsbütün yitip gitmiş gibiydi.

İstanbul’dan Karadeniz’e, Karadeniz’den İstanbul’a geçen vapur ve takaların fenerleri bu perde arasında daha çok kızarıyor ve eriyordu.

Bunlar arasında bekledikleri ışık yoktu. En sonra karşıdan bir projektör parladı, ışıkları gittikçe büyüyüp güçlenerek yaklaştı, biraz sonra da yalının rıhtımına yanaştı. Bu, torpidodan gelen bekledikleri motordu. Motor homurtularla rıhtıma yanaşınca içinden iki sarışın Alman denizcisi karaya atladı; motoru karaya yanaştırdılar:

— Herein, bitte! dediler.

Enver Paşa, kız kardeşi Mediha ile sarılmış öpüşüyordu:

— Yolun açık olsun, inşallah, yine alnın açık dönersin, ağabey!

— Hiç merak etme, Mediha, yine döneceğim, döneceğiz; beni bekleyin. Size her zaman haber göndereceğim.

Alman denizcilerden biri:

— Schnell, bitte! diye bağırdı. Ve bu anda kolundan tuttuğu Talât Paşa’yı motora bindirdi. Enver Paşa da kızkardeşinden ayrılarak denizcilerin yardımına aldırış etmeden motora atladı, ve küçük kamaraya girdi.

Motor hemen yola çıktı. Rıhtım üzerinde, iki hareketsiz gölge, Mediha hanımla İhsan Namık bey dikilmiş duruyor ve manyetize olmuş gibi uzaklaşan motora bakıyorlardı.

Motor, yağmurun karanlık perdesi altında gözden uzaklaşınca Mediha hanımın hıçkırığı denizin gürültüsü arasında yitip gitti. Boğazın altın, gümüş ve masmavi yakamozlar yapan koyu lâcivert suları Akdeniz’e doğru akıp gidiyordu.

Motorun aydınlık kamarasında yolcular ilk kez birbirlerinin yüzlerini iyice gördüler.

Talât Paşa, ilkin Enver Paşa’nın yüzüne baktı. Bu yüzde büyük bir üzüntü ile büyük bir hırçınlığın ve kararlılığın izlerini de gördü. Onda, yemekte olduğu güzel bir yemeğin başından zorla kaldırılmış bir adam hali vardı.

Wilhelm benzeri küçük, uçları kalkık ve dik bıyıkları, sinirli, enerjik ve iradeli görünüşünden bir şey yitirmemişti. Yağmurla ıslanmış uzun kirpikleri onu ağlamışa benzetiyordu. İri elâ gözlerinin bakışları bilinmeze atılan insanların ne denli kararlı da olsa huzursuz, tedirgin ruh halini gösteriyordu. Yanakları yine pespembe, yüzü yine bir erkek güzelininkinin tıpkısıydı. Artık üzerinde Başkumandanlık üniformasından eser yoktu. Rastgele bir Avrupalı kılığına bürünmüş, başına da Talât Paşa gibi bir şapka geçirmişti. Ruhundaki enerji denizi henüz tükenmemişti; hiç de partiyi yitirmişe benzemiyordu.

Fakat Talât Paşa, iç dünyası daha derin bir adamdı. Osmanlı İmparatorluğu’nun korkunç çöküntüsünü hem iri gövdesinin üzerindeki geniş omuzlarında, hem de ruhunda duyuyordu. İçinde, ömründe hiç duymadığı bir açı kabarıyordu. Bu acıyı hiçbir şeye benzetemiyordu. Enver Paşa’da gördüğü yeni bir serüvene atılan insan hali ve kararlılığı, onda yoktu. Enver, en sonra bir idealist ve askerdi. Fakat, Talat Paşa daha realistti ve omuzlarında duyduğu sorumluluk yükü, hiçbir idealin kanatlarının kaldıramıyacağı ağırlıktaydı. Çok sevdiği aziz yurdundan hesap vermeden bir cani gibi kaçıyordu. Yarın payitahtta bir bomba gibi patlayacak olan kaçış haberinin korkunç gürültüsünü şimdiden kulaklarında duyuyor gibiydi: «Ne bahtiyar çocuk şu Enver!» diye düşündü: «O, şu anda Kafkas ordularının başına geçip şu ters talihin üzerine yürüyeceğini ve dört yıldır en güçlü Alman ve Türk ordularıyla birlikte yenemediği dünya ordularını bu bir avuç Kafkas ordusu ile yeneceğini sanıyor, fakat zarar yok, varsın öyle sansın.»

İttihat ve Terakki’nin son sadrazamı, Enver Paşa’nın da kendisini süzmekte olduğunu sezdi: Sakalları uzamıştı, bu, yüz on beş kiloluk adamdaki çöküntü ve zayıflama, kendisini tanıyanların gözlerinden kaçmayacak gibi idi. Avurtları çökmüş, esmer yüzü daha çok gölgelenmiş ve kararmış gibiydi. Gözlerinin altı mosmordu. Yağmurun iyice ıslattığı şapkasından yüzüne sular sızıyordu. Palabıyıklarının hafifçe kalkık uçları düşmüştü. İri siyah gözlerinin bakışları ruhundaki uçuruma doğru derinleşerek kararıyordu.

Motor boğazın kuytu bir yerinde koyu kül rengi silueti ile kararan bir torpidoya yaklaşmıştı. Bu torpido, Birinci Dünya Savaşı içinde Ruslardan alınan birbirinin benzeri üç torpidodan biriydi. Savaş kabinesinin düşeceği günlerde Kasımpaşa’daki öbür iki torpidonun yanından alınarak Alman denizcilerinin emrine verilmişti. Vahidettin’in bir kahpeliği karşısında, henüz Alman ordusunun işgalinde bulunan Ukrayna’nın büyük kıyı şehri Odesa’ya doğru yola çıkacaklardı. İşte, şimdi, o gün gelip çatmıştı. Eski esir Rus torpidosu, feleğin bu yeni esirlerini almış Rusya’nın esir bir şehrine götürecekti. Talât Paşa ile Enver Paşa, Alman deniz erlerinin yardımıyla torpidoya bindiler; yağmur hâlâ sisle karışık yağıyordu; yüzlerinden, üstlerinden başlarından sular süzülerek kamaraya indiler, içerinin sıcak havası birdenbire yüzlerine çarptı. Ve uzun günlerdir ilk kez kendilerini güven içinde buldular. Artık sonsuz yolculuğun ilk basamağına adımlarını atmışlardı. Arkalarında kocaman dev gibi düşman ve sevgili bir şehir yükseliyordu; her yenilenin ardında dosttan çok düşman bulunurdu. Birkaç kara gün dostu devede kulak kalırdı. Artık, yarından tezi yok herkes, omuzların kaldıramıyacağı ağırlıktaki yenilme yükünü yükleyecek güçlü omuzlar aramaya başlayacaktı. Bu omuzlar da, olsa olsa Sadrazam Talât Paşa ile Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın omuzları olabilirdi.

Alman denizcileri, Osmanlı İmparatorluğu’nun bu en büyük iki adamına garip duygular içinde şaşkın şaşkın bakıyorlardı; ne düşündüklerini söylemek biraz zordu, fakat yine de bu iki yenilmiş adamda kendi büyüklerinin ve kendilerinin de sonlarını görüyorlardı.

Biraz sonra boğazın başka bir yanından sakalından yağmur suları süzülen Bahriye Nazırı Cemâl Paşa ile birkaç İttihat ve Terakki büyüğü daha gelmişti. Bunlar Cemâl Paşa, Doktor Nazım ve Bahaettin Şâkir beylerdi ve hepsi de şapkalıydı.

Torpidonun makineleri çalışmağa başlamıştı. Gemi ahenkli bir biçimde titriyor ve sarsılıyordu. Geminin kaptanı bu büyük kaçakları:

— Gute Nacht! diye selâmlıyarak çekildi.

Biraz sonra kaçak savaş gemisi boğazın karanlık sularını yararak yol almağa başladı. Bütün hızı ile Karadeniz’e doğru ilerliyordu, çünkü yarın, gün doğunca bir tehlike çanı çalabilir, İzzet Paşa’nın bütün iyi niyetleri bir yana atılarak Vahidettin’in göndereceği süratli bir harp gemisi onları yakalayıp geri getirebilirdi. Artık kaderin karanlık güçleriyle bir ölüm-dirim savaşı başlıyordu.

Gemi, boğazdan çıkarken sarsılmağa başlamıştı, artık Karadeniz’i görmeyen yolcular, onun çalkantılı ve hırçın varlığını duyuyorlardı.

Talât Paşa, Enver Paşa’ya:

— Odesa’ya ne kadar zamanda varabiliriz acaba? diye sordu.

Denizin dalgalı, oynak ve tehlikeli uzaklıklarını sanki sıçrayarak, uçarak aşmak isteyen Enver Paşa:

— İki koca günden önce varamayız oraya! diye kestirip attı.

Talât Paşa, bunu yalnız bir can kaygusu ile sormuştu. Padişah, gerçekten kendilerini yakalatmak için harekete geçebilirdi. Vahidettin, hiçbir vakit sevmediği, sevemediği bu İttihatçı kodamanların elinden kurtulup gitmiş olmasına pek yanacağa benziyordu.

Enver Paşa’ya gelince: O, bir an önce Odesa’ya varmağa can atıyordu, çünkü birkaç zamandır kurduğu Maverayı Kafkas ordusunun başına geçecek, sırtını bolşeviklere dayayarak yine eski düşmanlarına kafa tutacak ve hiç olmazsa Anadolu Türklerini kurtarmak için ölünceye dek savaşacaktı.

Gerek Enver Paşa, gerekse Talât Paşa, dün gece gözünü kırpmamıştı, çok yorgun, bitkin ve sinir içindeydiler, fakat ranzalarına uzanmış hâlâ dertleşiyorlardı.

Enver Paşa, Talât Paşa’ya:

— Paşam, dedi. Hiçbir şey kaybetmiş değiliz. İşte yüz kere söyledim, yine de söylüyorum, ben bu İngilizlerle Fransızları en sonra yola getireceğim. Amcam Halil Paşa’ya yolladığım 260 bin altın, ordularımın ilk adımlarında işe yarayacaktır. Bolşeviklerle harp halinde olmayışımız arkamızı bir tehlikeli bölge olmaktan çıkarmıştır; Bolşeviklerle el ele vererek Emperyalist batı devletlerine karşı çarpışmak imkânı doğmuştur. Bütün Kafkas Müslüman ve Türkleri, bütün Orta Asya Türkleri, bütün Afgan, İran ve Hindistan Müslümanları hâlâ elimizin altında bakir, taze bir malzeme olarak bulunmaktadır. Bolşevik orduları, her yanda eski düşmanlarımız olan emperyalistlerin kışkırtmış olduğu yerli, yabancı ordularla çarpışmaktadır. Biz de elimizin altındaki bir müslüman dünyasını Rusların da azılıdüşmanı olan İngilizlere karşı kışkırtabilir, savaştırabiliriz.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Kutsal İsyan 3; Milli Kurtuluş Savaşının Gerçek Hikayesi ~ Hasan İzzettin DinamoKutsal İsyan 3; Milli Kurtuluş Savaşının Gerçek Hikayesi

    Kutsal İsyan 3; Milli Kurtuluş Savaşının Gerçek Hikayesi

    Hasan İzzettin Dinamo

    Bu iyi insanlar, Mustafa Kemal’e yol parasını nereden bulacaklarını bir türlü kestiremiyor, arpacı kumrusu gibi düşünüp duruyorlardı. En sonra uslarına geldi: Çoluk çocuklarının süs...

  2. Kutsal İsyan 4; Milli Kurtuluş Savaşının Gerçek Hikayesi ~ Hasan İzzettin DinamoKutsal İsyan 4; Milli Kurtuluş Savaşının Gerçek Hikayesi

    Kutsal İsyan 4; Milli Kurtuluş Savaşının Gerçek Hikayesi

    Hasan İzzettin Dinamo

    Bırak hele, o İngiliz subayı şehre girsin! dedi. Şehirde işi Kara Hasan’a anlattı: – Efe, dedi, ben bir iş yapacağım ki bütün halk seyretsin....

  3. Kutsal İsyan 2; Milli Kurtuluş Savaşının Gerçek Hikayesi ~ Hasan İzzettin DinamoKutsal İsyan 2; Milli Kurtuluş Savaşının Gerçek Hikayesi

    Kutsal İsyan 2; Milli Kurtuluş Savaşının Gerçek Hikayesi

    Hasan İzzettin Dinamo

    Mustafa Kemal, Bekirağa bölüğündeki ziyareti bitirmiş, Rauf Beyle yanyana kurulmuş, Cevat Abbas’ı karşılarına almış bir Lando ile Şişli’ye dönüyordu. Araba, Sultanahmet tramvay durağına varmıştı...

Beriahome Harf Kupa

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur