Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

20. Yüzyılda Ne Oldu?
20. Yüzyılda Ne Oldu?

20. Yüzyılda Ne Oldu?

Peter Sloterdijk

Çağdaş düşünür Peter Sloterdijk, önceki yüzyılın bizlere miras bıraktığı yükleri, öğretileri ve umutları farklı perspektiflerden irdeliyor. Okurlarını ters köşeye yatırmayı seven yazar, insanlık tarihine…

Çağdaş düşünür Peter Sloterdijk, önceki yüzyılın bizlere miras bıraktığı yükleri, öğretileri ve umutları farklı perspektiflerden irdeliyor. Okurlarını ters köşeye yatırmayı seven yazar, insanlık tarihine savaş, kıyım ve devrimleriyle damgasını vuran aşırı yüklü bu yüzyılı alışıldık tarihsel ya da ideolojik bakış açılarıyla ele almaz; çünkü kendi deyişiyle olaylara ve ideolojilere odaklanarak 20. yüzyılı anlamak olası değildir. Sloterdijk’a göre 20. yüzyılın baskın motifi, hakikati burada ve şimdi dolaysızca harekete geçirme iradesi olarak kendini gösteren şeydir.

Geçmiş yüzyılı anlamak için ekonomiden felsefeye tüm alanlarda tümden yeni yaklaşımlara gereksinim olduğunu öne süren Sloterdijk; 20. Yüzyılda Ne Oldu? ile okurları Antroposen’in anlamı, insanların evcilleştirilmesi, denizin önemi, küreselleşmenin felsefi veçheleri gibi bir dizi ilgili konunun yanı sıra Derrida ve Heidegger’in siyaseti üzerine de yeniden düşünmeye davet ediyor.

***

PETER SLOTERDIJK, 1947’de Karlsruhe’de doğdu. Felsefe, tarih ve Germanistik okudu. Yapısalcılığı poetik yorumbilim bağlamında tartıştığı tez çalışmasıyla yüksek lisans, Weimar Cumhuriyeti döneminde kaleme alınmış otobiyografileri edebî tür ve tür tarihi açısından incelediği çalışmasıyla doktora öğrenimini tamamladı. 1992’de Karlsruhe Tasarım Yüsekokulu’nda profesör unvanını aldı, 1993’te Viyana Güzel Sanatlar Akademisi’nin Kültür Felsefesi Enstitüsü’nün yönetimine geçti. 1992’den 2017’ye kadar felsefe ve estetik üzerine seminerler verdiği Karlsruhe Tasarım Yüksekokulu’nda rektör olarak da görev aldı. 2005’te İstanbul Goethe Enstitüsü’nün düzenlediği “Değişmekte Olan Felsefe” (Philosophie im Wandel) başlıklı uluslararası felsefe kolokyumunda “Tarihin Sonu ve ve Terörizm” konulu konuşmasıyla İstanbul’da da bulundu. 1983’te yayımladığı Kritik der zynischen Vernunft (Sinik Aklın Eleştirisi) 20. yüzyılın en çok satan felsefe kitapları arasında bulunmaktadır. İnsanat Bahçesi için Kurallar, Dünyaya Gelmek – Dile Gelmek, Kapitalist Dünyanın İç-Evreninde, Derrida, Bir Mısırlı, Yeniçağın Kötü Çocukları Türkçeye kazandırılan eserlerinden bazılarıdır.

***

İÇİNDEKİLER

ANTROPOSEN 9

İNSANIN EVCİLLEŞTİRİLMESİNDEN KÜLTÜRLERİN UYGARLAŞTIRILMASINA 39

DENEY OLARAK OKYANUS 53

SENKRONİZE EDİLMİŞ DÜNYA 67

20. YÜZYILDA NE OLDU? 79

PERİLİ KÖŞKTEKİ DÜŞÜNÜR 113

GÜÇLÜ GÖZLEM 145

SÜREKLİ RÖNESANS 151

HEIDEGGER’İN POLİTİKASI 171

SOFİST ODYSSEUS 207

ADETA KUTSAL YAZI 237

ÖTEKİ LOGOS YA DA HİLENİN AKLI 247

EDİTÖRYAL NOT 279

***

ANTROPOSEN

Yeryüzü-Tarihinin Kenarında Bir Süreç-Durum

1. Ağırlıksız İnsanlık Hollandalı atmosfer kimyacısı Paul J. Crutzen 2000 yılında, içinde bulunduğumuz çağı doğa tarihi açısından işaretlemek için –İtalyan jeolog Stoppani’nin (1824-1891) 1873 tarihli benzer bir mefhumunu benimseyerek– “Antroposen” deyimini önerdiğinde, bu terimin gaz analizi ya da jeofizik enstitülerinin kapalı kapıları ardında yürütülecek, dışarıya açık olmayan bir tartışmanın bir parçası olarak kalacağı tahmin ediliyordu. Halbuki bilinmeyen bir tesadüfler dizisi sayesinde bu sentetik semantik virüs, laboratuvarların iyi yalıtılmış kapılarından geçmeyi ve genel yaşama evreninde yayılmayı başarmış olmalı – bu sırada, bu virüsün kibirli kültür sanat sayfaları, müzecilik faaliyetleri, makro sosyoloji, yeni dinsel hareketler ve ekolojik alarm-edebiyatı bağlamında kendini özellikle kolayca yeniden üretebildiği izlenimini ediniyoruz. Kavramın aşırı yayılması her şeyden önce, bilimsel tarafsızlık kılığında adeta başa çıkılamaz bir ahlaki-politik aciliyet mesajını iletmesine dayandırılabilir; bu mesaj açık bir dilde şöyledir: İnsan, yeryüzündeki mevcudiyeti artık uzun süredir az ya da çok iz bırakmayan bir entegrasyon tarzında gerçekleşmediğinden beri, bir bütün olarak yeryüzünün ikamet edilmesinden ve işletilmesinden sorumlu hale gelmiştir.

Görünüşte jeolojik açıdan önem taşıyan “Antroposen” kavramı, hukuksal bağlamlarda sorumlu bir aktörün adının tespit edilmesi olarak karakterize edilebilecek bir jest içeriyor. Sorumluluk atfedilmesiyle, olası suçlamalar için bir adres belirleniyor. “İnsan”a –daha yakın bir sıfat eklemeden– jeo-tarihsel boyutlarda fail olma yetisi atfettiğimizde, bugün tam da bunu yapmış oluyoruz.

“Antroposen” dediğimizde bir jeoloji dersinde olduğumuz izlenimi uyanıyor. Gerçekteyse bir mahkeme duruşmasına –daha doğrusu ana duruşmanın, ilk önce sanığın cezai ehliyetinin açıklığa kavuşturulacağı bir hazırlık duruşmasına– katılıyoruz.

Bu hazırlık duruşmasında, zanlının yaşının küçüklüğü açısından, ona karşı bir dava açmanın anlamlı olup olmayacağı sorusu ele alınıyor. Buna yönelik dinlemelerde başkalarının yanı sıra, “insan”a, tellürik [yeryüzündeki] bağlamda bir quantité négligeable1 statüsü vererek onu aklıyor görünen yazar Stanisław Lem de dinlenecektir; yazar harfiyen şöyle der:

…tüm insanlık bir yerde toplanmış olsaydı üç yüz milyar litrelik ya da bir kilometreküpün üçte birinden daha az bir hacim işgal edecekti… Yani dünyadaki tüm insanlar –beş milyar beden– okyanusa atılsa suyun seviyesi toplamda bir milimetrenin yüzde birinden daha az yükselirdi. Hepsi hepsi tek bir şıpırtı… ve yeryüzü sonsuza dek insansız kalırdı.

Bunun gibi niceliksel orantılarda, Stanisław Lem’in temel aldığı beş milyarlık insanlık yerine, bugün ulaşılan yedi milyarlık sayıyı ya da 2050 yılından sonra ulaşılacak sekiz ya da dokuz milyarı görüntüye eklememiz hiçbir şeyi değiştirmiyor. Biyokütlesellik açısından, istediği kadar hızla çoğalan insanlık da –toto genere okyanusa atılabildiği takdirde– küçük bir nicelik olarak kalacaktır. Öyleyse, Gaia sisteminin maddi ana kütlesine, dünya-suyuna oranla adeta bir hiç olan bir türe karşı niçin dava açılsın? Bu arada Lem’in görüşü, insanı küçümsemede klasikleşmiş düşünürlerinkine oldukça yakın duruyor– Schopenhauer’in, insan ırkının Dünya gezegeninin üst yüzeyinde geçici bir küf mantarı olduğu şeklindeki aşağılayıcı sözleri akla geliyor.

İddia makamı bu itirazlara karşı yığınlaşmış insanlığın bugünkü evrim aşamasında kesinlikle salt biyokütlesel bir gerçeklik olmadığını söyleyecektir. İnsanlık sanık sandalyesine oturtulacaksa, bu her şeyden önce, eylem gücü sayesinde çevre üzerinde görece fiziksel ağırlıksızlığından beklenebilecek olandan çok daha fazla etkide bulunabildiği bir üstbiyolojik aktörü cisimlendirdiği için olacaktır.

Bu bağlamda doğal olarak hemen Yeniçağ’ın teknik devrimleri ve onların yan etkileri düşünülür; bu yan etkilerin insanlık kolektifinin hesabına yazılması nedensiz değildir. Gerçekteyse burada öncelikle yalnızca Avrupa uygarlığından ve onun teknokratik elitlerinden söz ediliyor. 17. ve 18. yüzyıllardan beri her türden güç makinesinde kömürü, daha sonra petrolü kullanarak, küresel güçler oyununa yeni bir aktörü sokan da bu sonuncusudur. Üstüne üstlük, 1800 yılından kısa bir süre önce elektriğin bulunması ve serimlenmesi, 19. yüzyılda onunla teknik olarak başa çıkılması, enerji hakkındaki tartışımda [Diskurs] yeni bir evrenseli ortaya koymuştur, bu evrensel kavram olmadan insanın doğayla yaptığı madde alışverişi –Marx’ın “emek” tanımını hatırlayacak olursak– artık tasavvur edilemez. Günümüzde “insanlık” gibi deyimlerle karakterize edilen kolektif, esas olarak bir yüz yıldan daha kısa bir sürede Avrupa’da geliştirilen teknolojileri temellük eden aktörlerden oluşur. Crutzen’in “Antroposen”den söz etmesinde, Hollandalı bir nezaket jesti ya da çatışmadan kaçınma kaygısı söz konusudur. Aslında, bir “Avrosen”den ya da Avrupalıların başı çektiği bir “Teknosen”den söz etmek daha uygun olurdu.

İnsan aktörlerin doğa üzerinde etkide bulunmaları, tamamen yeni bir gözlem değildir. Daha Antikçağ’da, Yunan’da ve İtalya’da, gemi inşasının kereste ihtiyacına dayandırılan orman kesimleri not edilmiştir. Avrupa kültür sahalarının ortaya çıkışı da tarla tarımının, bağcılığın ve hayvancılığın etkisi dikkate alınmadan düşünülemez. Özellikle sonuncusu bugüne kadar “yeryüzü” ekosisteminin insanlığa sunacağı hesapta kabarık bir kalem olarak kalmıştır. İnsanlığın çobanlık gücü ile politik yayılmacılık arasında, ancak yakın zamanlarda bir bağlantı kurulmuştur.4 Sığır yetiştiriciliği ile imparatorluk politikası arasında, makro tarihsel açıdan bakıldığında nispeten yeni, yani yaklaşık 3.000 yılı kaplayan apaçık bir nedensel ilişki vardır: Nihayetinde büyükbaş hayvan sürülerinin yetiştirilmesine dayanan – Romalılar, Britanyalılar, Habsburg’lular ve Amerikalılar gibi– tarihsel imparatorlukların sayısı hiç de az değildi. Bu sürüler, çobanlarına önemli bir işgücü, hareketlilik, protein ve deri fazlalığı sunuyorlardı; gündelik kalori güvenliği ile siyasal yayılmacılık arasındaki bağlantıdan hiç söz etmiyorum. Çok yakın bir tarihten beri, sığır sürülerinin metabolik fonksiyonları nedeniyle çevre üzerinde hatırı sayılır bir etkide bulundukları da biliniyor.

Günümüzde dünyada yaklaşık bir buçuk milyar sığır bulunuyor – hepsini birden okyanusa atacak olsaydık dünya denizinin su seviyesi yaklaşık olarak insanlığın atılmasına göre beş kat daha fazla yükselecekti: Yine de milimetrenin onda biri boyutunda bir yükselme olacaktı ve hâlâ handiyse-ağırlıksızlık alanı içinde kalacaktı.

Bununla birlikte büyükbaş hayvancılığın yol açtığı, dolaylı yoldan insan kaynaklı çevre kirliliği muazzamdır: İnsanın beslediği her bir inek, üç yıllık bir yaşam süresinde, hazmetme sonucunda dışarı atılan bağırsak gazları yüzünden, orta sınıf bir motorla 90.000 kilometre yol alındığında ortaya çıkana denk sera gazı üretir.

İnsanın çobanlık güdüsünün uygulanışının güncel boyutlarına işaret etmekle, ihmal edilebilir büyüklükler alanından uzaklaşıyoruz. Endüstri çağının “insanlığı”, muazzam boyutlardaki dolaylı emisyonların üreticisi olarak, biyokütlesel ağırlıksızlığı hiç dikkate alınmasa bile, muhtemelen gerçekten dünya-tarihsel önemde bir rol üstleniyor – özellikle de içten yanmalı motorlar temelindeki devasa otomobil, uçak ve gemi filolarının işletmecisi olma özelliğiyle, ama aynı şekilde dünyanın göze çarpan kış mevsimlerinin ısıtma teknolojisiyle ve mimariyle telafisinin sağlandığı bölgelerindeki ısı bütçesiyle de. Tartışmalı “Antroposen” konusu, ana duruşmada ele alınabilir.

2. Dünya Çağı Öğretileri

Günümüz jeolojisi, “Antroposen” kavramıyla 19. yüzyılın akla gelen her konuyu tarihselleştirme ve tarihselleştirilen her sahayı eonlara, dünya çağlarına ya da dönemlere ayırma alışkanlığına müdahale eder. Tarihçiliğin zaferi özellikle –minerallerden insan “toplumları” denilen bir araya gelmiş büyük cisimlere kadar– tüm gerçeklik alanlarıyla ilişkilendirilebilen evrim düşüncesiyle taçlandırılmıştır. Bu yüzden Marx ve Engels zamanlarının ruhuyla uyum içinde, “Yalnızca tek bir bilim tanıyoruz, o da tarih bilimidir,” diyebilmişlerdir.

Bu yüzden, onların gözünde insanlık tarihi insanın per se6 kendi varlığını üretim yoluyla garantilemesi gereken “hayvan” olması bakımından doğa tarihinin salt bir özel durumunu oluşturur. Böylelikle “üretim ilişkileri”nin tarihi, doğa tarihinin başka bir dizide devam ettirilmesinden ibaretti. İnsani meta-natüralizm salt teknik olarak yabancılaşmış bir doğa tarihiydi. İnsanın içsel “doğa”sı dediğimiz şey, Spinoza’nın adını koyduğu, her türlü yaşama ileriye doğru kaçış biçimini veren, her ne pahasına olursa olsun varlığını koruma itkisiydi (conatus).

Marksist dünya görüşü bir süreliğine “üretim ilişkileri” efsanesini popüler kılmıştı – avcı ve toplayıcı dönemden köleci toplumlara ve feodalizme, kapitalizmden “komünizm”e uzanan büyük aşamalarıyla birlikte. Bu mitosun büyük yararı –altın çağdan demir çağa kadar inen– antik dünya çağları ya da eonlar öğretilerinin ve “Daniel Kitabı”ndaki dünya imparatorlukları öğretisinin yerine pragmatik bir dünya çağları teorisi koymak olmuştu. Buna göre dünya çağları birbirlerinden, insanların “doğayla madde alışverişi”- ni organize ediş tarz ve yöntemlerine göre ayrılıyorlardı.

“Antroposen” kavramı, mantıksal grameri uyarınca, pragmatik dünya çağları teorilerine girer. İnsanların yol açtığı emisyonların “dünya tarihi”nin akışını etkilemeye başladıkları bir tellürik madde alışverişi durumunu belirtir. “Emisyon” kavramı etkileme tarzının şimdiye kadar “ikincil etki” kipinde gerçekleştiğini gösterir –aksi halde bir “misyon”dan ya da bir “proje”den söz edilirdi. Emisyon sözcüğündeki “e”, exo-human [insanın dışındaki] boyuta insan kaynaklı etkinin istemdışı karakterde olduğunu açığa vuruyor. Dolayısıyla “Antroposen” kavramı, “insanlık” aktörünün bir atıktan bir proje yapabilecek ya da bir emisyonu bir misyona dönüştürebilecek durumda olup olmadığını sınamak gibi önemli bir görevi içerir.

Dolayısıyla “Antroposen”den söz eden, henüz var bile olmayan bir “anlatıcı aklın eleştirisi”ne çağrıda bulunur. Etkili hikâyeler ancak sona ermelerinden itibaren organize edilebildikleri için, Antroposen anlatısının görüş açısı güçlü bir ahlaki opsiyonla özdeştir. Batı’nın anlatı kültürlerinde bu konum şimdiye kadar yalnızca kıyamet edebiyatına aitti – bu konum, iyilerin kötülerden ayrıldığı kozmik-ahlaki bir sınıflandırma işlemini içerir. İyileri kötülerden ayırmak demek, hayatta kalmaya hakkı olanları, hayatta kalmaya hakkı olmayanlardan ayırmak demektir: Ebedî yaşam denilen şey, bir devam edebilme izninin metafizik olarak aşırı ısıtılmış bir ifadesidir, ebedî lanetse, belirli bir modus vivendi’nin7 geleceğinin olmadığı ve hayatta kalmaya hakkı olan varoluş biçimleri serisinden ayrıldığı anlamına gelir.

Böylece tüm belirtiler “Antroposen” kavramının ancak kıyamet mantığı çerçevesinde anlam kazanan bir deyim olarak ele alınmasının gerektiğini gösteriyor: Sondan beriye doğru apaçıklık. Bir kolektif olarak henüz son durağa gelmiş olamayacağımız için, bir biçimde hep biraz daha ileriye devam edebileceğimiz için insan zekâsı dönüp kendi tarihine bakarken tutarlı bir okuma gerçekleştiremez. Bunu ancak çeşitli önceleme biçimleriyle deneyebilir – Mısır’ın “Ölüler Kitabı”ndan Roma Kulübü’nün raporuna dek ilginç bir simülasyon dizisi de bunu gösteriyor.

İnsanın doğa tarihine güncel müdahalesi Heidegger’in başlangıçtaki, Varlık’ı zaman olarak kavrama düşüncesinin temelinde doğru olduğunu kanıtlıyor. Elbette bu sezgide önemli bir unsur eksikti: Zaman olarak zaman, ancak tekdüze akışı bozulduğunda göze çarpar.

Antikçağ’dakilerin ilk bilincine vardıkları bozulma, gecikmeydi – bu da tragedyanın temel biçimlerinden birini sunar. Güncel insanlık da –özellikle de “çevre politikası” önlemlerinin alınması söz konusu olduğunda– gecikmelerin tehdidi altındadır. Ne var ki zaman olarak zaman, modern insanların gözüne her şeyden önce hızlanma olarak çarpıyor. Hareket edilen yolun en üst sınırına kadar hızlanma, çağın mantığına uygun figür olarak kıyametin sebebidir. Heidegger buradan “kendi ölümüne önden gitme” düşünce figürünü türetmiştir – bunu yaparken sonun öncelenmesini varoluşçu bir kısaltma olarak göze almıştır. Asıl düşünme görevi, daha onun zamanında, modern çağın içkin nedenlerden dolayı bir toptan–sonun öncelenmesini niçin hedeflediğini araştırıp bulmaktı. Bu da modern çağın modus vivendi’sine mutlak ilerinin biçimini dayatan genel süreç hızlanmasının güdüleri hakkında bir araştırmayı gerektiriyordu.

 

 

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur