VE UZAY EFSANESİ, TEHLİKELERLE YÜKLÜ FİNAL SÜRECİNE GİRİYOR. İNSANLIK, GÜNEŞ SİSTEM`NE HÜKMEDEN ÜÇ TEKTAŞA KARŞI DUYDUĞU KORKUYA RAĞMEN, AYAKTA KALMAYI BAŞARMIŞTIR. KORKUNUN ORTASINDA BİR UMUT IŞIĞI BELİRMİŞTİR. BİNLERCE YIL ÖNCE ÖLDÜĞÜNE İNANILAN FRANK POOLE`UN BEDENİ “BİLİNÇLİ BİR YAŞAMA” DÖNDÜRÜLEBİLMİŞTİR. ANCAK POOLE`UN HER ŞEYDEN ÖNCE, TEKTAŞIN İÇERİSİNDE DAVE BOWMAN VE HAL`İN BAŞINA NE GELİĞİNİ ANLAMASI GEREKMEKTEDİR. “Elime aldığım andan itibaren bırakmadım. 3001: Son Efsane bütün bir kuşağın imgelemini kışkırtan soruları en sonunda cevaplayan başarılı bir roman.” Buzz Aldrin
***
ÖNDEYİŞ: İLKÇOCUKLAR
Onlara ilkçocuk deniyordu. İnsanoğluyla uzaktan yakından ilgileri olmamalarına rağmen, etten ve kandandılar; uzayın derinliklerine baktıklannda, korku ile hayranlık arası bir saygı, şaşkınlık ve yalnızlık hissi kaplıyordu içlerini. Güç kazanır kazanmaz, kendilerine yıldızlar arasında dostlar aramaya başladılar.Araştırmaları sırasında, çok çeşitli yaşam türleri ile karşılaşmışlardı ve binlerce gezegenin evrim süreçlerini izlemişlerdi. Kozmik gecede ilk zeka pınltılannın ne sık panldayıp söndüğünü görmüşlerdi.Tüm Galakside, “bilinç”ten daha değerli bir şey bulamadıklarından, onun her yerde doğması için çaba gösterdiler. Yıldız tarlalarının çiftçileri oldular; ektiler, bazen de biçtiler.Bazen de soğukkanlılıkla zararlı otlan ayıkladılar.Bin yıllık bir yolculuktan sonra araştırma gemisi Güneş Sistemi’ne girdiği zaman dev dinozorlar çoktan yok olmuştu. Gemi donmuş dış gezegenleri geçti ve ölmekte olan Mars’ın çöllerinde biraz durarak Dünya’ya baktı.Kaşifler altlarında yaşam belirtileriyle dolu bir gezegenin uzandığını gördüler. Yıllarca çalışmış, toplamış ve sınıflandırmışlardı.
Öğrenebilecekleri her şeyi öğrendiklerinde uygulamaya başlamış-3001: Son Efsanelerdi. Karada ya da denizde yaşayan birçok türün kaderleriyle oynadılar. Fakat hangi deneylerinin başarıya ulaştığını en azından bir milyon yıl boyunca öğrenemeyeceklerdi.Sabırlıydılar; ancak henüz ölümsüz değildiler. Yüz milyar yıldızın bulunduğu bir evrende yapacak daha çok şey vardı ve birçok gezegen onları bekliyordu. Bu yüzden bir kez daha bu yoldan geçemeyeceklerini bilerek boşlukta ilerlediler.Aslında tekrar geçmelerine gerek de yoktu. Bıraktıkları uşaklar gerisini halledeceklerdi. Dünya’da Buzul Çağı başlamış ve bitmişti; bu arada değişmeyen Ay sırrını taşımaya devam ediyordu. Kutup buzullarından bile daha yavaş bir hızla, uygarlık gelgitleri Galaksi boyunca alçaldı ve yükseldi. Garip, güzel ve korkutucu imparatorluklar kuruldu, yıkıldı ve sonraki nesillere bilgilerini aktardılar. Dünya unutulmamıştı, ancak ikinci bir ziyaret pek gerekli değildi. Dünya, çok azı konuşma yeteneği kazanabilecek, milyonlarca sessiz gezegenden biriydi.Ve şimdi, yıldızların arasında, evrim yeni hedeflere doğru ilerliyordu. Dünya’nın ilk kaşifleri et ve kan sınırına çoktan ulaşmışlardı. Makineleri vücutlarından daha iyi duruma gelir gelmez de taşınmaya başlayacaklardı. Önce beyinleri, sonra da yalnızca düşüncelerini metal ve plastikten yapılmış yeni kusursuz evlerine yerleştirdiler. Bunların içinde, yıldızların arasında dolaştılar.Arthur C. Clarke Ondan sonra da uzay gemisi yapmadılar. Kendileri uzay gemisiydiler.Ancak makine-varlıkların devri de çabucak geçti. Bitmek bilmeyen deneyleri sırasında, bilgilerini uzayın kendi bünyesinde depolamayı ve düşüncelerini sonsuza dek donmuş ışık kafeslerinde korumayı öğrenmişlerdi.Böylelikle kendilerini saf enerjiye dönüştürdüler. Binlerce gezegende açtıkları boş yuvalar ölümün umursamaz dansıyla titredi ve paslanıp ufalandılar.Artık Galaksi’nin Efendileriydiler ve dilediklerinde yıldızlar arasında dolaşıyorlar ve uzay boşluğuna ince bir sis gibi çökebiliyorlardı. En sonunda maddenin zalim ellerinden kurtulmalarına rağmen, özlerini, yok olmuş bir denizin ılık balçığından geldiklerini bütünüyle unutmamışlardı. Ve o muhteşem aletleri hâlâ çalışmaya, yıllar önce başlamış olan deneylerini gözetim altında tutmaya devam ediyordu.Ancak bundan sonra yaratıcılarının emirlerine her zaman uymayacaklardı. Maddeden yapılmış her şey gibi, onların da Zaman’ın ve onun sabırlı ,yorulmak bilmez uşağı Entropi’nin sebep olduğu zararlara karşı bağışıklığı yoktu.Ve bazen, kendilerine ait bazı hedefler keşfedip arıyorlardı. Cherene, Tamara ve Melinda için-Benimkinden çok daha iyi bir yüzyılda mutlu olmanız dileğiyle.
YILDIZ ŞEHRİ KUYRUKLU YILDIZ ÇOBANI
Kaptan Dimitri Chandler [M2973.04.21/ 93.106 // Mars // Uzay Akad3OO5], ya da dostlarının kullandığı adıyla “DiırTin canının sıkkın olduğu kolayca anlaşılabiliyordu. Dünya’dan gelen mesajın Neptün yörüngesinin ötesindeki uzay gemisi Goliath’z ulaşması altı saat almıştı. Eğer mesaj on dakika sonra ulaşmış olsaydı, şöyle bir cevap vermiş olacaktı:
“Üzgünüm, şu anda burayı terk edemeyiz; güneş levhasını yerleştirmeye henüz başladık.”Bu mazeret gayet yerinde olabilirdi; çünkü yalnızca birkaç molekül kalınlığında ve bir tarafı kilometrelerce uzunlukta olan bir tabaka yansıtıcı film ile bir kuyrukluyıldızın çekirdeğini sarmak, yarısında bırakılacak cinsten bir iş değildi.
Ama yine de bu saçma isteği yerine getirmek iyi bir fikir olabilirdi; kendi hatası değildi, ama Güneş’e doğru yönelmişti bile. İnceleme yapmak için Satürn’ün halkalarından buz parçalan toplama ve asıl amaç olan Venüs ile Merkür’e yol açma çalışmaları 2700’de, yani üç yüz yıl önce başlamıştı. Kaptan Chandler, Güneş Enerjisi Gözetmenleri’nin uzay tahribatı ile ilgili suçlamalarını desteklemek amacıyla sürekli ortaya koydukları “durum öncesi ve sonrası” manzaralar arasında önemli bir farklılık görememişti hiç.
Ancak önceki yüzyıllardaki ekolojik felaketlere karşı duyarlılığını hâlâ koruyan kamuoyu bunun aksini düşünmekteydi ve “Ellerinizi Satürn’den Çekin!” düşüncesi büyük oy farkıyla öndeydi. Sonuç olarak Chandler artık Halkaların At Hırsızı değil, Kuyrukluyıldız Çobanı olmuştu.O sırada Alpha Centauri’nin fark edilecek kadar yakınında, Kuiper Kuşağı’ndan ayrılan cisimleri topluyordu. Burada Merkür’ü ve kilometrelerce derinliği olan okyanuslanyla Venüs’ü kaplayacak kadar buz vardı. Ancak yine de onların cehennem sıcağını dindirmek ve yaşanabilir kılmak yüzyıllar alabilirdi. Eskisi kadar hararetle olmasa da, Güneş Enerjisi Gözetmenleri -tabii ki-hâlâ buna karşı çıkıyorlardı..
2304 yılında Pasifik asteroidinin ne ironiktir ki karaya çarpsa çok daha az hasar ve kayıp olurdu- yol açtığı tsunami yüzünden ölen milyonlarca kişi, bütün gelecek kuşaklara insan ırkının bir kırılgan sepet içinde ne kadar çok yumurta taşıdığını hatırlatmıştı.Pekâlâ, dedi Chandler kendi kendine, bu özel paketin hedefine ulaşması elli yıl kadar süreceği için bir haftalık bir gecikme pek bir şey fark ettirmez. Ancak dönüş, ağırlık merkezi ve rota ile ilgili hesaplann tekrar yapılması ve kontrol için Mars’a geri gönderilmesi gerekiyor. Milyonlarca tonluk bir buz kütlesini, Dünya’ya en yakın noktaya sürükleyecek olan yörüngeye sokmadan önce hesaplarını dikkatlice yapman iyi fikirdi.
Yıldız ŞehriDaha önce de birçok kez olduğu gibi, Kaptan Chandler’in gözleri masasının üzerinde duran eski bir fotoğrafa kaydı. Fotoğrafta, önünde korkunç bir ihtişamla beliriveren buzdağının yanında küçücük görünen üç yelkenli bir buhar gemisi görülüyordu. Ve işte tam o sırada Goliath da oldukça küçük görünüyordu.
Bu ilkel Discovery ve Jüpiter ile aynı adı taşıyan gemi arasındaki uçurumu yalnızca uzun ömrün birleştiriyor olması ne tuhaf diye düşünürdü çoğu kez. Ve şu eski Antarktika kâşifleri onun gemisinin köprüsünden görünen manzara hakkında ne düşünürlerdi acaba? Şüphesiz akılları karışırdı, çünkü Goliath’ın yanında yol aldığı buz duvarı aşağıya ve yukarıya doğru göz alabildiğine uzanıyordu. Oldukça garip bir görünüşü vardı, çünkü donmuş kutup denizlerinin beyazlığı ve maviliğinden tamamen yoksundu burası. Hatta kirli görünüyordu; gerçekten de öyleydi. Sadece % 90 kadarı buzlu su idi; geri kalanı ise, çoğu sadece mutlak sıfır noktasının çok altında olmayan sıcaklıklarda dengeli kalabilen karbon ve sülfür bileşikleriydi. Bu bileşikleri ısı ile çözmek pek hoş olmayan olaylara yol açabilirdi. Bir yıldız kimyacısının mükemmel biçimde ifade ettiği gibi, “Kuyrukluyıldızların nefesleri iğrençtir.””Kaptan’dan tüm personele,” diye anons etti Chandler. “Programda ufak bir değişiklik olmuştur. Uzay Muhafaza radarının belirlediği bir hedefi incelemek üzere çalışmalarımızı ertelememiz istenmektedir.
“Geminin iç iletişim sistemindeki endişeli sesler dindiği sırada, “Konuyla ilgili herhangi bir ayrıntı var mı?” diye sordu birisi.”Pek fazla değil, ancak bundan, iptal etmeyi unuttukları başka bir Binyıl Komitesi’ne ait projesi olduğu anlamını çıkarıyorum.”Endişeli sesler arttı; herkes 2000’li yılların sonlarına doğru gerçekleştirilmesi planlanmış olan tüm olaylardan oldukça rahatsızlık duymaya başlamıştı. 1 Ocak 3001’in olaysız geçmesi herkesin içini rahatlatmış ve insan ırkı günlük hayatına geri dönmüştü.”Her neyse, bu da sonuncusu gibi yanlış bir alarm olabilir. İşimizin başına mümkün olduğunca çabuk döneceğiz. Kaptanınız konuştu.”Chandler üzgün bir şekilde, meslek hayatı boyunca boşa kürek çektiği üçüncü bir olayla karşı karşıya olduğunu düşünüyordu. Yüzyıllardır süregelen bunca araştırmaya rağmen, Güneş Sistemi hâlâ sürprizler yapabiliyordu ve belki de Uzay Muhafaza’nın bu isteği iletmesi için haklı bir sebebi vardı. Yine de hayal gücü kuvvetli bir manyağın, bir kez daha, efsanevi Altın Asteroit’i görmüş olmadığını umut ediyordu. Eğer altın bir asteroit varsa ki Chandler bir an bile buna inanmamıştı- bu, mineralojik bir tuhaflıktan başka bir Yıldız Şehrişey olmayacaktı; o zaman da, çorak gezegenlere hayat vermek amacıyla Güneş’e doğru yol açmak için aralarından geçtiği buzlardan çok daha değersiz olacaktı.
Bununla beraber, ciddiye aldığı bir olasılık daha vardı. İnsan ırkı yüz ışık yılı uzaktaki uzay boşluğuna robot araçları çoktan göndermişti ve Tycho Tektaşı daha eski uygarlıkların da benzer uğraşlar içinde bulunduklarını yeterince hatırlatır nitelikteydi. Güneş Sistemi’nin içinde ya da onun içinden geçip giden yabancılar tarafından yapılmış şeyler olabilirdi pekâlâ. Kaptan Chandler Uzay Muhafazanın aklında bu tür bir şey olabileceğini düşünüyordu; aksi halde Uzay Muhafaza 1. Sınıf bir uzay gemisini tanımlanamayan bir radar sesinin ardından göndermezdi.
Beş saat sonra, araştırma yapan Goliath oldukça uzak bir menzilden gelen bir yankı tespit etti. Uzaklığından dolayı maalesef çok az duyulabiliyordu. Ancak daha net hale gelip yankı güçlendikçe, aşağı yukarı iki metre uzunluğunda olan metal bir cismin sinyallerini vermeye başladı. Güneş Sistemi’nin dışına doğru yönelen bir yörüngede ilerliyordu. Chandler bu cismin, insanoğlunun son bin yıl içinde yıldızlara doğru düşüncesizce fırlattığı sayısız uzay hurdasının bir parçası olduğuna karar verdi. Bu hurda parçala-n, belki bir gün gelecek, insan ırkının bir zamanlar var olduğuna dair tek belirti olacaktı.
Daha sonra cisim gözle incelenecek kadar yakına geldiği sırada, Chandler korku ile karışık bir hayret içerisinde bazı azimli tarihçilerin hâlâ Uzay Çağı’nın ilk kayıtlarını araştırdığını hatırladı. Bilgisayarların cevabı ona, Binyıl kutlamalan için bir kaç yıl gecikmeli vermiş olması ne kadar üzücüydü!”Burası Goliath” diye Dünya’ya sinyal gönderdi Chandler. Sesinde ciddiyet olduğu kadar guaır da seziliyordu. “Güverteye bin yaşındaki bir astronotu getiriyoruz. Ve onun kim olduğunu tahmin edebiliyorum.”
UYANIŞ
Frank Poole uyanmıştı, ancak hiçbir şey hatırlamıyordu. Adının ne olduğundan dahi emin değildi.Belli ki bir hastane odasındaydı; gözleri hâlâ kapalı olduğu halde en ilkel ve anımsatıcı duyulan ona orada olduğunu söylüyordu. Aldığı her nefes içine rahatsız edici olmayan belli belirsiz bir antiseptik kokusu dolduruyor ve bu koku Poole’un -elbette ki- tehlikeye aldırmayan bir genç olarak Arizona Planör Şampiyonası’nda kaburgasını kırması gibi bazı hatıralarını canlandırıyordu ona.
Artık kendine gelmeye başlıyordu. Ben Yardımcı Kumandan Frank Poole, Üstteğmen, USSS Discovery, Çok Gizli bir görev için Jüpiter’e yolculuk ediyor. Buz gibi bir elin kalbini kavradığını hisseder gibi oldu. O an kontrolden çıkmış olan uzay kapsülünü, ağır çekimle hareket ediyormuş gibi hatırladı. Kapsül, yanlarından uzanan metal kıskaçlarıyla hızla ona doğru sürükleniyordu. Hemen sonra sessiz çarpışma yaşandı ve pek de sessiz olmayan bir tıslamayla hava elbisesinden dışarı kaçmaya başladı. Daha sonra çaresizce uzayda sürüklenişiyle ilgili hatırladığı son şey, bağlantısı kesilen oksijen hortumunu boşu boşuna tekrar bağlamaya çalışıyor olmasıydı.
Pekâlâ, uzay kapsülünün kontrol biriminde ne tür esrarengiz bir kaza olmuş olursa olsun, şu anda hayattaydı. Herhalde Dave hemen bir EVA yapmış ve onu oksijen yetersizliğinden kaynaklanan kalıcı bir beyin hasarından kurtarmıştı.Eski dostum Dave! dedi kendi kendine. Sana teşekkür etmeliyim… ama bir dakika! Şu anda Discoveryde olmadığım apaçık ortada. Ayrıca Dünya’ya geri götürülecek kadar uzun bir süre baygın kaldığımı sanmıyorum. Bu karmaşık düşünceler zinciri, Dünya kurulduğundan bu yana mesleklerinin simgesi olan önlüklerini giymiş bir başhemşire ve iki hastabakıcının gelişiyle birdenbire dağılıverdi. Biraz şa şırmış göründüler: Poole umulandan önce uyanıp uyanmadığını merak etmiş ve bu fikir onda çocukça bir memnuniyet hissi uyandırmıştı.Birkaç denemeden sonra “Merhaba!” diyebildi. Ses telleri pas tutmuştu sanki.
“Nasıl görünüyorum?”Başhemşire hafifçe gülümsedikten sonra, “Konuşmaya çalışma” diye emredercesine parmağını dudaklarına götürdü. Daha sonra iki deneyimli hastabakıcı hemen onun yanına gelerek büyük bir özenle nabız atışını, ateşini ve reflekslerini ölçtüler. Bir tanesi Poole’un sağ kolunu kaldırıp tekrar indirdiğinde, Poole bir gariplik olduğunu fark etti. Kolu yavaşça düşüyordu ve normal ağırlındaymış gibi durmuyordu. Hatta, kımıldamaya çalıştığında da vücudu yavaşça hareket ediyordu. Gezegenlerden birinde olmalıyım, diye düşündü. Ya da yapay yerçekimi olan bir uzay istasyonundayım.
Ancak kesinlikle Dünya’da değilim, çünkü ağırlığım yeterli derecede değil.Tam malum soruyu soracağı sırada başhemşire boynunun yan tarafına bir şey bastırdı ve Poole hafif bir karıncalanma hissiyle beraber tekrar deliksiz bir uykuya daldı. Bilincini yeniden yitirmeden biraz önce, o karmaşık düşünceler bir kez daha kafasında dönüp dolaştı.Benimle oldukları bütün süre boyunca tek kelime etmemeleri ne kadar garip!
İYİLEŞTİRME
Tekrar uyanıp da başhemşireyi ve hastabakıcıları yatağının etrafında görünce Poole konuşabilecek kadar gücünü toplayabildi.
“Neredeyim? Bunu söyleyebilirsiniz sanırım!”Üç kadın birbirlerine baktılar; belli ki ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Daha sonra başhemşire kelimelerini oldukça yavaş ve dikkatle seçerek cevap verdi: “Her şey yolunda, Mr. Poole. Profesör Anderson bir dakika içinde burada olacak…
O size açıklayacak.”Neyi açıklayacak? diye düşündü Poole biraz öfkelenerek. Ama aksanının nereye ait olduğunu anlayamamama rağmen, en azından İngilizce konuşuyordu…Anderson o sıralarda gelmek üzere olmalıydı, çünkü kapı birkaç dakika sonra açıldı. Anderson Poole’a ve ona yönelen meraklı gözlere şöyle bir baktı. Poole kendini hayvanat bahçesinde yeni sergilenmeye başlayan bir hayvan gibi hissetmişti.Profesör Anderson ufak tefek, şık ve dış görünüş açısından birçok ırkın -Çinli, Polinezyalı ve İskandinav- belirgin özelliklerini taşıyan biriydi. Sağ eliyle Poole’a selam verdi ve biraz duraksa-yarak el sıkıştı. Bu biraz garip bir duraksamaydı; belki de ona tamamen yabancı olan bir hareketi yapmaya çalışmıştı.”Sizi iyi gördüğüme sevindim, Mr. Poole…
Sizi göz açıp kapayıncaya kadar ayağa kaldıracağız.” Yine o tuhaf aksan ve yavaş telaffuz; ama yatağın baş ucunda bu kendinden emin duruş her çağda ve her yerde, bütün doktorlarda olan türdendi.”Bunu duyduğuma sevindim. Belki şimdi birkaç soruyu cevaplayabilirsiniz…”
“Tabii, elbette. Ancak bir dakika izin verin.” Anderson başhemşire ile öyle hızlı ve çabuk konuştu ki Poole bazılarına tamamen yabancı olduğu birkaç kelime anlayabilmişti sadece. Daha sonra başhemşire hastabakıcılardan birine başını salladı. Hastabakıcı duvardaki dolabı açtı ve Po-ole’un başına saracağı ince, metal bir bant çıkardı.
“Bu ne için?” diye sordu Poole. Kendilerine ne yapıldığı hakkında hep birşeyler bilmeye çalışan bu tip zor hastalar, doktorları hep rahatsız etmiştir. “EEG çıktıları mı bunlar?”Profesör, başhemşire ve hastabakıcılar akıllan karışmış bir şekilde birbirlerine baktılar. Ve An-derson’ın yüzünde hafif bir gülümseme belirdi.”Ah, elektro… ansef… alo… gram,” dedi doktor yavaşça; sanki hafızasının derinliklerinden çekip çıkartıyordu bu kelimeyi. “Çok doğru. Sadece be-Elektroansefalogram, beynin elektriksel faaliyetini çizim 22 halinde kaydetmek için kullanılan cihaz, (ç.n.)Yıldız Şehriyin fonksiyonlarınızı izlemek istemiştik.
“Eğer kullanmam için izin vermiş olsaydınız, beynim oldukça iyi çalışıyor olacaktı, diye mırıldandı Poole. En azından, sonunda bir sonuca varıyor gibiyiz.”Mr. Poole” dedi Anderson; sanki yabancı bir dil konuşmaya kalkışmış gibi hâlâ bu tuhaf ve fazla ciddi ses tonunu kullanıyordu. “Discover^nin dışında çalışırken oldukça ciddi bir kaza geçirip sakatlandığınızı, elbette ki, biliyorsunuzdur.”Poole başını sallayarak onayladı.”‘Sakatlanma’ ifadesinin oldukça hafif kaldığını düşünmeye başladım,” dedi soğuk bir tavırla. Anderson gözle görülür bir şekilde rahatladı ve yüzünde hafif bir gülümseme belirdi.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Bilimkurgu-Fantazya Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap Adı3001: Son Efsane
- Sayfa Sayısı303
- YazarArthur C. Clarke
- ÇevirmenOya İşeri - Ardan Tüzünsoy
- ISBN9789756902196
- Boyutlar, Kapak11 x 18 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 1999-4
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gümüş Aygır – Kore’nin Hikayesi ~ Ahn Junghyo
Gümüş Aygır – Kore’nin Hikayesi
Ahn Junghyo
1950 yazında Kore Savaşı patlak verdiğinde, bir Kore köyü olan Geumsan’ın çocukları arasında bir efsane dolaşmaktadır: Bebek Kumandan efsanesi. Mitolojik kahraman Bebek Kumandan, tıpkı...
- Hamamböceği ~ Ian McEwan
Hamamböceği
Ian McEwan
“Zeki ama bir derinliği olduğu kesinlikle iddia edilemeyecek olan Jim Sams, o sabah huzursuz rüyalardan uyanınca kendini devasa bir yaratığa dönüşmüş buldu.” İngiliz edebiyatının...
- İki Yıl Sekiz Ay Yirmi Sekiz Gece ~ Salman Rushdie
İki Yıl Sekiz Ay Yirmi Sekiz Gece
Salman Rushdie
İki yıl, sekiz ay ve yirmi sekiz gece. Parmak hesabı yaptığımızda bin bir gece. Çağımızın en usta anlatıcılarından Salman Rushdie, Şehrazad’ın masallarından aldığı motiflerle...