Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yağmur Sonrası
Yağmur Sonrası

Yağmur Sonrası

Sarah Jio

II. Dünya Savaşı’nın tam ortasında yaşanan yasak aşk ve işlenen korkunç bir cinayet… Umut tükenmiş gibi görünse de ikinci şans her zaman vardır… Ya…

II. Dünya Savaşı’nın tam ortasında yaşanan yasak aşk ve işlenen korkunç bir cinayet…

Umut tükenmiş gibi görünse de ikinci şans her zaman vardır… Ya yoksa?

Anne Calloway ne kadar çabalasa da yetmiş yıldır peşinden gelen anıları bir türlü aklından silemiyordur. Bora Bora Adası’ndan adına gelen gizemli bir mektup ise adeta kapanan yarasını yeniden açar.

1942 yazında, II. Dünya Savaşı’nın en hararetli zamanında Bora Bora Adası’nda görev almak için orduya hemşire olarak katılan Anne, genç, güzel ve nişanlı bir kadındır. Ancak orada hiç hesap etmediği bir durumla karşılaşır. Aşk… Kalbini tutkuyla dolduran, yakışıklı asker Westry Green’e karşı koyamaz. Kısa sürede aşkları, adadaki amber çiçekleri gibi filizlenirken, sazdan çatısı olan bir bungalovun altında gizli bir dünyayı paylaşırlar. Ta ki bir gece tüyler ürperten bir cinayete şahit olana kadar… Savaş rüzgârıyla ayrı yerlere savrulan çift, bir daha asla bir araya gelemez. Peki Anne, onca sene sonra çıkagelen bu mektubun izinden gidip taşıdığı vicdan azabını sonlandırabilecek midir?

Ya siz, araya zaman, mekân, kişiler girse de gerçek aşkın peşinden gitmeye cesaret edebilir misiniz?
Mart Menekşeleri ile gönüllere taht kuran Sarah Jio’dan muhteşem bir başyapıt… Yağmur Sonrası ile tutkunun zaman tanımayan öyküsünü okurken, gözyaşlarınıza hâkim olamayacaksınız.

“II. Dünya Savaşı’nda Pasifik’in tam ortasında kalan, yürek burkan muhteşem bir aşk hikâyesi.”
Kristin Hannah

***

Giriş

Merhaba?” Aşina olduğum bu ses karşısında biraz irkilerek gözlerimi açtım. Hoş ama bir o kadar da yersiz bir sesti bu… Evet, bu, torunum Jennifer’dı. İyi ama neredeyim ben? Daha doğrusu, Jennifer neden buradaydı? Ka­fam karışmış bir halde gözlerimi kırpıştırdım. Rüyamda uçsuz bucaksız kumsalı ve hindistancevizi ağaçlarını görüyordum. Burası, bilinçaltımın sürekli ziyaret etmeye çalıştığı yerdi, ancak bu defa onu anılarımın arşivlerinde bulabildiğim için şanslıydım.

Elbette o da oradaydı. Üzerinde üniformasıyla öylece duru­yor, dalgalar kıyıya vururken çekingen bir şekilde bana gülüm­süyordu. Kuvvetlice kıyıya çarpan dalgaların sesini ve hemen ardından kumu öpen milyonlarca köpüğün çıkardığı fışırtıyı du­yabiliyordum. Gözlerimi sıkıca kapattım ve onu, hızla dağılan uyku sisinin arasında beklerken buldum. Gitme, diye yalvardım tüm kalbimle. Kal. Kal lütfen. Beni çağıran gülümseyişi ve bana doğru uzattığı kollarıyla söz dinler bir şekilde yeniden be­liriverdi. O an kalbimde, uzun zamandır hissetmediğim tanıdık bir çarpıntı hissettim, özlemin ta kendisiydi bu…

Ve sonra, bir anda ortadan kayboldu.

Bir iç çektim ve kendi kendime söylenerek saatime baktım. Üç buçuk. Kitap okurken uyuyakalmış olmalıydım. Bir kez daha… Bir anda uyuyup kalmak, yaşlı insanların lanetiydi. Biraz mahcup bir şekilde TV koltuğumda doğruldum ve hal­sizlik çökmeden önce okumakta olduğum romana uzandım. Ellerimden kayıp kapağı yukarı bakacak şekilde yere düşmüş ve sayfalan da bir yelpaze gibi açılmıştı.

Söz konusu torunum Jennifer, terasa çıkarak yanıma geldi. O sırada sokaktan hızla geçen bir kamyon, huzurumu daha da kaçırmıştı. “Ah, işte buradasın,” dedi, tıpkı büyükbabası gibi dumanlı, kahverengi gözleriyle bana gülümseyerek. Bir kot pantolonla siyah bir kazak giymiş, incecik beline de açık yeşil bir kemer takmıştı. Çene hizasında kesilmiş san saçları, gün ışığını yansıtıyordu. Jennifer, ne kadar güzel olduğunun farkında değildi.

“Selam, tatlım,” diyerek elimi ona uzattım. Sonra da terasa bir göz gezdirerek sade, toprak saksılar içindeki uçuk mavi menekşelere baktım. Çamurda oynarken yakalanmış utangaç ve pişman çocuklar gibi başlarını topraktan çıkarmış halleriy­le epey sevimli görünüyorlardı. Washington Gölü ve uzaklar­daki Seattle silueti güzeldi. Evet, ama tıpkı bir dişçinin ofisine astığı resim gibi soğuk ve sertti. Kaşlarımı çattım. Çırılçıplak beyaz duvarları olan ve klozetin hemen yanında kırmızı bir acil yardım çağnsı düğmesi bulunan bu minicik apartman da­iresinde yaşamaya nasıl başlamıştım ben?

“Bir şey buldum,” dedi Jennifer. Sesi, beni düşüncelerimin arasından çekip çıkarmıştı. “Çöp kutusunun içinde.

Bir tutam kalmış beyaz saçımı düzelttim. “Ne buldun, tatlım?

“Bir mektup,” dedi, “önemsiz postaların arasına karışmış olmalı.”

Aniden gelen bir esnemeyi bastırmaya çalıştıysam da engel olamadım. “Masanın üzerine bırakıver. Sonra bakarım.” İçeri girip kanepeye oturdum ve bakışlarımı mutfaktan penceredeki yansımama çevirdim. Yaşlı bir kadın. Bu kadına aşina olsam da her gördüğümde bir kez daha hayrete düşmeden edemiyor­dum. Ne zaman bu hale geldim ben, diye geçirdim içimden, ellerimi yüzümdeki kırışıklıklarda gezdirirken.

Jennifer yanıma oturdu. Washington Üniversitesi’ndeki son senesiydi ve kendine sıra dışı bir makale konusu seçmişti: Kampüslerinde bulunan anlaşılması güç bir sanat eseri. 1964 yılında kimliği belirsiz bir heykeltıraş tarafından bağışlanan bu bronz heykel, üzerinde Gurur ve Sözler yazılı bir pankart tutan genç bir çifti yansıtıyordu. Bu heykelden büyülenen Jennifer, hey­keltıraşın özgeçmişini ve eserin ardındaki hikâyeyi öğrenme­yi umuyordu. Gelgelelim, üç ay süren araştırmaları sonucunda çok az şey bulabilmişti.

“Bugün araştırmanla ilgili bir şeyler bulabildin mi, tatlım?”

“Hiçbir şey,” diye yanıt verdi Jennifer suratını asarak. “Bu çok sinir bozucu. Bazı cevaplar bulabilmek için çok çalışmıştım.” Başını iki yana sallayarak omzunu silkti. “Bunu kabullenmekten nefret ediyorum ama sanırım izleri kaybettim.”

Bir sanat eseri tarafından büyülenmek nasıl bir şeydir, bi­liyordum. Jennifer bilmiyordu, fakat hayatımın büyük bir kıs­mını uzun zaman önce ellerimde tuttuğum bir tablo uğruna beyhude araştırmalar yaparak harcamıştım. Kalbim o tabloyu bir kez daha görmek için yanıp tutuşuyordu. Nihayet sanat  tüccarları ve koleksiyoncularla çalışarak geçirdiğim bir ömür­den sonra, resim artık aklıma gelmez olmuştu.

“Boş vermenin zor olduğunu biliyorum, hayatım,” dedim tatlılıkla. Bu projenin onun için ne kadar önemli olduğunun farkındaydım. Ellerini tutarak konuşmama devam ettim. “Ama bazı hikâyelerin anlatılmam ası gerekir.”

Jennifer, bana katıldığını belirtircesine başını salladı. “Haklı olabilirsin, büyükanne,” dedi bir iç çekerek. “Ama bunun peşini bırakmaya hazır değilim. Henüz değil. O pankarttaki yazı… Onun bir anlamı olmalı. Ve heykeldeki adamın elinde tuttuğu o kutu, kilitli ve arşivlerde de bir anahtar kaydı bulamadılar. Bu da,” diyerek durdu, ardından umutla gülümsedi, “o kutunun içinde bir şey olabileceği anlamına geliyor.”

“Azmine hayranım, hayatım,” dedim, boynumdaki altın zinciri sıkıca kavlayarak. Ucunda taşıdığı madalyonu onca yıldır koruyan zincirdi bu. Ve o koruyucu bekçinin içinde neyin saklı olduğunu, yalnızca bir başka ruh biliyordu.

Jennifer tekrar masaya doğru yürüdü. “Mektubu unutma,” dedi zarfı göstererek. “Şu pulun güzelliğine bir bak. Bu mek­tup.. Sustu ve posta mührüne baktı. “…Tahiti’den.”

Jennifer’m elindeki mektubu görebilmek için gözlerimi kıs­mış bakarken, kalp atışlarımın hızlandığını hissedebiliyordum. “Büyükanne, Tahiti’de tanıdığın kim var?”

“Bakayım şuna,” dedim yavaşça yaklaşarak.

Çöpteki süt kartonuna değdiği için ıslanan ve dün akşamki şarap yüzünden üzerinde kırmızı benekler olan sade, beyaz zarfı inceledim. Hayır, ne bu elyazısını ne de gönderenin ad­resini tanıyordum. Bana Tahiti’den kim yazıyor olabilir ki? Ve neden? Neden şimdi?

Merakla tepemde dikilen Jennifer, “Açmayacak mısın?” diye sordu.

Zarfı defalarca çevirip parmaklarımı san elbiseli, Tahitili bir kızı gösteren egzotik pulun üzerinde gezdirirken, ellerim titriyordu. Güçlükle yutkundum ve yükselen sel sulan gibi zihnime sızmaya başlayan hatıraları boşaltmaya çalıştım. Ama zihnimdeki kum torbalan onları uzak tutmaya yetmiyordu.

Daha fazla karşı koyamayıp zarfı hızlı ve tek bir hareketle yırtarak açtım.

Sevgili Bayan Godfrey,

Rahatsızlık verdiğim için beni affedin. Sizi bulmam uzun yıllarımı aldı. Savaş sırasında Bora Bora’da görev yapan bir kara kuvvetleri hemşiresi olduğunuzu öğrendim. Eğer yanıl­mıyorsam, eğer gerçekten aradığım kikiyseniz, sizinle acilen konuşmaya ihtiyacım var. Tahitide büyümüş bir kız olarak, bana çocukluğumdan beri rahatsızlık veren bir sim çözmek amacıyla yeniden buraya döndüm. 1943 yılının bir akşa­mında, Bora Boranın sakin ve sessiz kumsallarından birinde korkunç bir cinayet işlendi. Facia beni öyle derinden etkiledi ki adayı birçok yönden sonsuza dek değiştiren bu olayın önce­sinde yaşananlar hakkında bir kitap yazıyorum.

Orduda görev alanların bir kaydını buldum ve sizin o gün, yani bu facianın yaşandığı gün, izinde olduğunuzu fark ettim. Acaba o gece tesadüfen kumsalda gördüğünüz bir şey ya da birilerini hatırlayabilir misiniz? Üzerinden uzun yıl­lar geçti, ama belki bir şeyler anımsayabilirsiniz. En ufak bir ayrıntı bile adalet arayışıma yardımcı olabilir. Umarım bu ricamı dikkate alır ve benimle iletişime geçersiniz.

Ayrıca, eğer aklınızdan adayı tekrar ziyaret etmeyi geçirecek olursanız, burada bulduğum size ait bir fey var; yeniden görmek isteyeceğiniz bir şey. Onu size göstermeyi her şeyden (ok isterim.

Saygılarımla, Genevieve Tborpe

Gözlerimi elimdeki mektuba dikerek uzun uzun baktım. Genevieve Thoıpe. Hayır, bu kadını tanımıyordum. Bir yaban­cı. Ve şimdi de gelmiş, rahatsızlık verici şeyleri kurcalıyordu. Başımı iki yana salladım. Görmezlikten gel, dedim kendime. Uzun zaman olmuştu. O günlere nasıl geri dönebilirdim ki? O anılan sil baştan nasıl yaşardım? Anılan uzaklaştırmak isteğiyle gözlerimi sımsıkı kapadım. Evet, yalnızca görmezlikten gelebi­lirim. Sonuçta bu yasal bir sorgulama ya da bir cezai soruşturma değildi. Bu kadına, bu yabancıya hiçbir şey borçlu değildim. Zarfı çöp kutusuna atıp bunu unutabilirdim. Ama sonra, mektu­bun son birkaç satırını hatırladım. “Eğer aklınızdan adayı tekrar ziyaret etmeyi geçirecek olursanız, burada bulduğum size ait bir şey var; yeniden görmek isteyeceğiniz bir şey.” Zaten zayıf olan kalbim, bu düşünce karşısında hızla çarpmaya başlamıştı. Adayı tekrar ziyaret etmek mi? Hem de bu yaşımda?

“Büyükanne, sen iyi misin?” diye sordu Jennifer, kolunu omzuma atarak.

“İyiyim,” dedim, bir yandan kendimi toparlamaya çalışı­yordum.

“Konuşmak ister misin?”

Başımı iki yana salladım ve mektubu, sehpanın üzerindeki bulmaca kitabının arasına tıkıştırdım.

Jennifer çantasını alıp karıştırmaya başladı. Sonra da için­den büyük, kırış kırış olmuş ve yıpranmış bir zarf çıkardı. “Sana bir şey göstermek istiyorum,” dedi. “Aslında şimdilik bekleyecektim, ama,” diyerek derin bir nefes aldı, “sanırım zamanı geldi.”

Zarfı bana uzattı.

“Ne bu?”

“İçine bak,” dedi Jennifer yavaşça.

Zarfı açıp içindeki bir yığın siyah-beyaz fotoğrafı çıkardım. En üsttekini anında tanımıştım. “Bu benim!” diye bağırdım, beyaz hemşire kıyafetleri içindeki genç kadını göstererek. Fotoğrafta, uzaklarda bir hindistancevizi ağacı görünüyordu. Ah, bundan neredeyse yetmiş yıl önce adaya ayak bastığım ilk gün, palmiye ağaçlarına nasıl da hayretle bakakalmıştım. Başımı kaldırıp Jennifer’a baktım. “Bunları nereden buldun?” Dikkatle yüzümü inceleyen Jennifer, “Babam buldu,” diye yanıt verdi. “Bazı eski kutuları karıştırıyordu. Bu fotoğraflar da o kutuların içindeydi. Onları sana getirmemi istedi.”

Bir sonraki fotoğrafa geçerken kalbim beklentiyle dolmuş­tu. Çocukluk arkadaşım Kitty, kumsaldaki ters çevrilmiş bir kanonun üzerinde oturmuş ve ayaklarını bir film yıldızı gibi uzatmıştı. Kitty, bir film yıldızı olabilirdi. Eski arkadaşımı dü­şününce, kalbimde tanıdık bir acı hissettim; zamanın iyileşti­rtmediği bir acı…

Zarfın içinden çıkan birkaç fotoğraf daha vardı. Birço­ğu kumsaldan manzaralara, dağlara ve çiçeklerle kaplı yem­yeşil alanlara aitti. Ama son fotoğrafa baktığımda adeta do­nup kaldım. Westry. İşte orada, üniformasının en üst düğmesi iliklenmemiş, başı hafifçe sağa yatmış bir şekilde duruyordu.

Hemen arkasında da bungalovun palmiye ağacından örülmüş duvan görünüyordu. Bizim bungalovumuz. Hayatım boyunca binlerce fotoğraf çekmiş ve birçoğunu unutmuş olabilirdim, ama bu onlardan biri değildi. Bu fotoğrafla ilgili her şeyi -o akşam havadaki deniz suyunun ve ay ışığında açan frezyaların kokusunu bile- hatırlıyordum. Objektifin anlındaki gözlerim gözleriyle buluştuğunda, kalbimde hissettiğim o duyguyu da hatırlıyordum. Zaten ne olduysa, ondan sonra olmuştu.

“Onu seviyordun, değil mi büyükanne?” Jennifer’ın sesi öyle yumuşak ve yatıştırıcıydı ki verdiğim kararın sarsıldığını hissettim.

“Seviyordum,” dedim.

“Hâlâ onu düşündüğün oluyor mu?”

Başımı olumlu anlamda salladım. “Evet. Her zaman düşü­nüyorum.”

Jennifer iri iri açtığı gözleriyle bana bakıyordu. “Büyükan­ne, Tahiti’de neler oldu? Bu adamla aranızda ne geçti? Ve şu mektup… Neden seni bu kadar etkiledi?” Sonra da duraklayıp elimi tuttu. “Lütfen anlat bana.”

Tamam dercesine başımı salladım. Ona anlatmamın ne za­rarı olur ki? Ben yaşlı bir kadındım. Artık bu işin herhangi bir sonucu olmazdı ve olsa bile onu atlatabilirdim. Bu sırla­rı özgür bırakmak, onları tozlu bir tavan arasındaki yarasalar gibi uçurup göndermek için nasıl da can atıyordum. Parmağı­mı madalyonumun altın zincirinde gezdirerek başımı olumlu anlamda salladım. “Pekâlâ, hayatım,” dedim. “Ama seni uyar­mam gerek. Benden bir peri masalı bekleme.”

Jennifer yanımdaki sandalyeye oturdu. “Bu iyi,” dedi gü­lümseyerek. “Peri masallarından hiç hoşlanmam.”

“Ve bu masalın kötü tarafları da var,” dedim, verdiğim ka­rardan ötürü tereddüt eder olmuştum.

Jennifer başını salladı. “Peki, mutlu bir sonu var mı?” “Bundan pek emin değilim.”

Kafası karışmış bir halde bana baktı.

Westry’nin fotoğrafını kaldırarak ışığa tuttum. “Hikâye he­nüz bitmedi.”…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Böğürtlen Kışı ~ Sarah JioBöğürtlen Kışı

    Böğürtlen Kışı

    Sarah Jio

    “Canım Daniel’ım, Kaybolduğun gün dünyam sona erdi, canım oğlum. Seni her kim alıp götürdüyse, seninle birlikte kalbimi, hayatımı da çaldı. Ben senin gülümsediğini görmek,...

  2. Son Kamelya ~ Sarah JioSon Kamelya

    Son Kamelya

    Sarah Jio

    Önce küçük bir tohum düşer kalbin odasına, sonra aşkla yeşerir. Kulak verin, umudun sesini duyabiliyor musunuz? 1940’lı yılların Amerikası’nda bir fırıncının kızı olan Flora...

  3. Mart Menekşeleri ~ Sarah JioMart Menekşeleri

    Mart Menekşeleri

    Sarah Jio

    Bir kadının yüreği sırlarla dolu bir denizdir… Gerçek aşkı yaşadığına inanan ünlü yazar Emily Wilson, kocasının başka bir kadını ona tercih ettiğini öğrenince, hayal...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Kilden Ayaklar ~ Terry PratchettKilden Ayaklar

    Kilden Ayaklar

    Terry Pratchett

    Kült yazar Sör Terry Pratchett’ın kaleme aldığı “Diskdünya” serisinin ilk kez Türkçeye çevrilen yeni kitabı Kilden Ayaklar, baştan sona macera, kovalamaca, gizem ve elbette mizah...

  2. Bizi Kimse Korkutamaz! – Kukla Yaşıyor ~ R. L. StineBizi Kimse Korkutamaz! – Kukla Yaşıyor

    Bizi Kimse Korkutamaz! – Kukla Yaşıyor

    R. L. Stine

    Işıklar Açıkken Okuyun! İkiz kız kardeşler Lindy ve Kris, çöp kutusunda bir vantrilok kuklası bulurlar. Lily kuklayı kurtarmaya karar verir ve adını Slappy koyar....

  3. Japon Sarayı ~ José Mauro de VasconcelosJapon Sarayı

    Japon Sarayı

    José Mauro de Vasconcelos

    Yaşam ve düşlerin masalsı renkleri… Pedro, ucuz bir pansiyon odasında yaşayan yapayalnız bir ressamdır. Yine düşlere dalarak sokağa çıktığı bir gün, havuz kenarında bir...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur