Chopin’i çalmak istiyorsanız önce kendinize dokunmanız gerekir. Çünkü bazı melodiler sadece kulağa değil, kalbin derin çatlaklarına yazılır.
Dokuz yaşındaki Eric’in hayatı, bir pazar günü, zarif ve tutkulu teyzesinin piyano başına oturuşuyla değişir. O günden sonra müzik, özellikle de Chopin, onun için bir tutkudan fazlası olur. Ama yıllar geçse de parmaklarında o büyü bir türlü filizlenmez.
Çareyi, alışılmış kuralları hiçe sayan bir öğretmende, Madam Pylinska’da arar. Ne var ki bu gizemli kadın, notalardan çok sessizliği, teknikten çok sezgiyi, sabırdan çok duyguyu öğretmeyi tercih eder.
Eric-Emmanuel Schmitt bu zarif anlatıda yalnızca müzikle değil, insanın kendisiyle kurduğu o ince, kırılgan bağla da ilgilenir. Belki de mesele Chopin’i çalmak değil; onunla aynı duyguda buluşabilmektir.
**
Çocukluğumun geçtiği evde davetsiz bir misafir yaşıyordu. Dışarıdan bakıldığında herkes Schmitt ailesinin dört kişiden, yani anne, baba ve iki çocuktan oluşan bir aile olduğunu sanıyordu, oysa bizim evde beş kişi vardı. Bu homur homur homurdanan, kılını bile kıpırdatmayan davetsiz misafir, sürekli oturma odasını işgal ediyor, orada yatıp kalkıyordu.
Yetişkinler işleriyle meşgul olduklarından onu görmezden geliyorlardı. Sadece bazen annem sinirlenip temiz kalması için müdahale ediyordu. Bir tek kız kardeşim bu baş belasıyla ilişki kurmuştu; her gün öğle saatlerinde onu uyandırıyor, o ise buna gürültülü bir karşılık veriyordu. Bense ondan nefret ediyordum; homurtuları, kasvetli havası, sert görünüşü, içine kapanık tavırları bana itici geliyordu. Akşamları yatağıma gömülüp onun gitmesi için dua ediyordum.
Sahi, ne zamandır bizimle yaşıyordu? Onu bildim bileli oradaydı, sanki evin demirbaşı olmuştu. Esmer, tıknaz, obez, lekeli ve sararmış dişleriyle sinsi bir sessizlikten gürültülü bir patırtıya geçiyordu. Ablam onunla zaman geçirdiğinde, aralarındaki konuşmaları duyarım korkusuyla odama kaçıp kulaklarımı kapatarak şarkı söylüyordum.
Salona girer girmez şüpheli bir edayla etrafında dönüp yerini bilmesi ve asla arkadaş olamayacağımızı anlaması için ona korkutucu bir bakış atardım. O ise ben yokmuşum gibi davranırdı. Öyle kararlı bir biçimde birbirimizden kaçıyorduk ki aramızdaki bu meydan okuma ortamın tadını kaçırıyordu. Akşamları sohbetlerimizi hiçbir yorumda bulunmadan dinler, bu da bir tek beni çok sinirlendirirdi, zira ailem onun bu ruhsuz varlığına alışmıştı.
Bu davetsiz misafir Schiedmayer adında ruhsuz bir piyanoydu. Ailemiz bu paraziti üç nesildir birbirine devredip duruyordu. Kız kardeşim müzik öğreneceğim diye resmen ona her gün işkence ediyordu. Ya da tam tersi… Bu ceviz ağacından yapılmış piyanodan hiçbir melodi çıkmıyordu; sadece çekiç sesleri, akortsuz notalar, gıcırtılar, bozuk gamlar, hava parçaları, sıkıcı ritimler, uyumsuz akorlar duyuluyordu. Dernier Soupir ve Marche Turque gibi parçalar arasında, bilhassa kız kardeşimin Beethoven adlı bir işkenceci tarafından bestelenmiş, kulaklarımı dişçi matkabı gibi delip geçen Lettre à Élise adlı parçadan korkardım.
Bir pazar günü, dokuzuncu yaş günümü kutladığımız sırada, sarışın, kadınsı, zarif, makyajlı, iris ve müge kokulu teyzem Aimée, uyuyan canavarı işaret etti.
“Éric, piyano senin mi?”
“Hiç de bile!” diye cevap verdim.
“Kim çalıyor? Florence mı?”
“Öyle gibi” diye homurdandım.
“Florence! Gel de bize bir parça çal.”
“Hiç bilmiyorum ki” diye mızmızlandı kardeşim, ki bu defaya mahsus onun açıksözlülüğünü takdir ettim.
Aimée, hoş bir gamze kondurulmuş çenesini ovuşturdu ve davetsiz misafiri şöyle bir süzdü.
“Bir bakalım…”
Güldüm. “Bir bakalım” ifadesi her zaman hoşuma gitmiştir; özellikle annem, “Bir bakalım, diyor kör adam” şeklinde kullanırdı bunu.
Abartılı kahkahalarıma aldırış etmeyen Aimée, sanki vahşi bir hayvanın kafesini açar gibi ahşap kapağı nazikçe kaldırdı, tuşlara göz gezdirdi, onlara zarif parmaklarıyla hafifçe dokundu ama odaya bir hırıltı yayılınca parmaklarını birden çekiverdi. Kedi huysuz ve tehditkâr biçimde kuyruğunu havaya dikmişti.
Sonra Aimée Teyze sabırla temkinli yaklaşmaya devam etti. Sol eliyle tuşları okşadı. Hayvan boğuk bir ses çıkardı. Bu eşsiz olayda ayaklarını yere vurmuyor, oldukça dostane davranıyordu. Aimée birkaç arpej çaldı. Bunu duyan yaratık mırıldandı. Pes ediyordu, Aimée ise onu evcilleştiriyordu.
Bu durumdan memnun olan Aimée dokunmayı kesti, minik bir kediye dönüştürdüğü kaplanı süzdü, tabureye oturdu ve hem kendinden hem de hayvandan emin bir halde çalmaya başladı.
Güneşli salonun orta yerinde yeni bir dünya gün yüzüne çıkmıştı. Huzurlu, gizli, sağı solu belli olmayan, bizi dondurup tüm dikkatimizi kendisine çeken, dalgalı dalgalı süzülen pasparlak bir yer. Neresi? Bilmiyordum. Olağanüstü bir olay gerçekleşmişti; bir paralel evrenin çiçeklenmesi, farklı bir varoluş biçiminin tecellisi; farklı, yoğun ama uhrevi, zengin ama değişken, kırılgan ama güçlü bir varoluş ki hem kendini sunuyor hem de bir gizemin derinliğini koruyordu.
Hayretle dolu sessizliğimizin arasında Aimée Teyze tuşlara baktı, teşekkür eder gibi gülümsedi, sonra da yüzünü bize çevirdi. Gözleri gözyaşlarını zor tutuyordu.
Hayal kırıklığına uğramış kız kardeşim, kendisini bu kadar güzel ses çıkarma şerefine nail etmeyen Schiedmayer’e kötü bakışlar attı. Annem ve babam, bir asırdır yanlarında duran bu koyu renkli şişkin konsolun böyle bir cazibesi olmasına şaşırmış halde birbirlerine baktılar. Ben ise tüyleri diken diken olan kollarımı ovuşturarak Aimée Teyzeme sordum:
“Bu da neydi?”
“Chopin tabii ki.”
O akşam özel ders almak istediğimi söyledim ve bir hafta sonra da piyano derslerine başladım.
Aimée Teyzemle olan yakınlığının beni ne kadar üzmüş olduğunu fark eden Schiedmayer, müsamahalı bir zaferle karşılık verdi. Önceki düşmanlığımı unutup gamlar, arpejler, oktavlar, Czerny etütlerine1 boyun eğdi. Bu zorlu temel leri öğrenmenin ardından, öğretmenim Bayan Vo Than Loc, beni Couperin, Bach, Hummel, Mozart, Beethoven, Schumann, Debussy’yle tanıştırdı… Hoşgörülü konsol isteklerime boyun eğiyor ve arzularımı memnuniyetle yerine getiriyordu. Birbirimize değer vermeye başlamıştık.
On altı yaşına geldiğimde Chopin öğrenmek istediğimi söyledim. Zaten onun gizemini çözmek için piyano çalmayı istememiş miydim? Öğretmenim bir vals, bir prelüd2 ve bir de noktürn3 seçti ve bu büyük gurura erişeceğim için heyecandan ürperdim. Ne yazık ki el becerimi geliştirmeme, zor sayfalarda ustalaşmama, parçaları ezberlememe ve tempolara uymama rağmen, ilk sefer çaldığımdaki heyecanı, seslerin ipeksi dokusuyla örülmüş o baştan çıkarıcı farklı dünyayı, akorların okşamalarını, melodinin berraklığını bir daha asla yakalayamadım. Piyano parmaklarımın hareketlerine uyum sağlıyordu sağlamasına ama ne hayallerime ne de anılarıma karşılık veriyordu. Mucize olmuyordu. Aimée’nin parmaklarının altında hafif, berrak, narin ve dokunaklı enstrüman, benim parmaklarımın altında erkeksi ve sert sesler çıkarıyordu. Sorun onda mıydı, bende mi yoksa öğretmenimde mi? Bir şey eksikti. Chopin benden kaçıyordu. Edebiyat eğitimim benden tüm enerjimi aldı. Sonra yirmilerimde, Paris’e gitmek ve sınavını geçtiğim École Normale Supérieure’e kaydolmak için Lyon’dan, ailemden ve Schiedmayer’den ayrılmak zorunda kaldım. Orada okul manastırından kaçmış ve nihayet dışarı çıkma, dans etme, içki içme, flört etme, sevişme özgürlüğüne kavuşmuş biri olarak hem çalışmaktan hem de zevk almaktan yorgun düşene dek dağıttım. Günümü nasıl yöneteceğim konusunda uzmanlaşınca da Chopin meselesini çözmeme yardım edecek bir öğretmen aradım. Takmıştım ona. Onun ışığı, huzuru, şefkati eksikti. Dokuz yaşımı kutladığımız bir bahar öğleden sonrasının bende bıraktığı iz; tesir ve yara arasında gidip geliyordu. Her ne kadar genç olsam da ona özlem duyuyordum. Onun sırrını öğrenmeliydim.
Parisli arkadaşlarım arasında yaptığım araştırma sonucu birini bulmuştum: Madam Pylinska. Paris’e göç etmiş epey meşhur bir Polonyalıydı ve 13. Bölge’de ders veriyordu.
“Alo?”
“Merhaba, Madam Pylinska’yla görüşmek istiyorum.”
“Buyurun benim.”
“Şimdi şöyle anlatayım, ben Éric-Emmanuel Schmitt, yirmi yaşındayım, Ulm Sokağı’nda felsefe okuyorum ve piyano derslerime devam etmek istiyorum.”
“Amacınız ne? Kariyer yapmak mı?”
“Hayır, sadece iyi çalmak istiyorum.”
“Buna ne kadar zaman ayırabilirsiniz?”
“Günde bir saat. Belki bir buçuk saat diyelim.”
“Böyle asla iyi çalamazsınız!”
Hattın ucunda bir uğultu oluştu. Kapamış mıydı ki? Böylesi bir kabalığa inanamayan ben, numarayı tekrar çevirdim. Madam Pylinska geri aramamı bekliyor olacak ki, telefonu açar açmaz daha kim olduğumu bile sormadan bağırmaya başladı:
“Bu ne kibir böyle! Günde bir saat çalışarak baş balerin olunacağını mı sanıyorsunuz? Ya da doktor? Veyahut mimar? Ya siz, beyefendi, o prestijli okula günde bir saat çalışarak mı girdiniz?”
“Yoo…”
“Bu yetersiz koşullarda piyanist olmak isteyerek piyanistlere hakaret ediyorsunuz! Bizi aşağılıyorsunuz. Şahsım adına konuşacak olursam kendimi hor görülmüş, tokat atılmış, küçük düşürülmüş hissediyorum çünkü düşünün ki ben kırk yıldır günde altı ila on saat arası piyano çalmama rağmen hâlâ iyi çaldığımı düşünmüyorum.”
“Kabalığımı mazur görün. Çok iyi çalmak istemiyorum, hanımefendi, sadece şimdikinden daha iyi çalmak istiyorum. Chopin’den vazgeçmeyeceğim.”
Tereddütlü bir sessizlik oldu. Madam Pylinska yumuşak bir sesle fısıldadı:
“Chopin mi?”
Ortamda hissedilir bir nezaket belirdi. Bu boşluğu fırsat bilip lafa atladım:
“Chopin çalabilmek için piyano öğrendim ama çalamıyorum. Belki diğer bestecileri çalarken de elime yüzüme bulaştırıyorum ama onlar bir şekilde hayatta kalıyor. Oysa Chopin… Chopin ise… bana direniyor.”
“Elbette!”
Bu kelime ağzından çıkıvermişti ama anında söylediğine pişman oldu. Ben ısrar ettim:
“Piyano benim için müziği okuyan bir gözlük görevi görüyor. Notaları çözüyorum. Buna karşın, Chopin beni çekiyor ve o an… o an tam notaları çalıyorum, geçişleri yapıyorum, tempoya uyuyorum ama…”
Çevirdiği sayfaların sesini duydum.
“Cumartesi saat 11’de, benim evimde. Uygun mu?”
*
Keskin yüz hatlarını sıkıca saran ipek bir bone takmış elli yaşlarındaki Madam Pylinska, kapı eşiğinde durup kaşlarını çatmış, dudaklarını büzmüş, sanki bende sorun varmış gibi beni baştan aşağı süzdü.
“Fazla irisin” dedi.
“Ne için fazla iriyim?”
Omuzlarını silkip bir sigara çıkardı, sol dirseğini sağ eline dayadı ve sigarasının ağızlığını dudaklarına götürdü.
“Sigara dumanı sizi rahatsız etmiyor, değil mi?”
Daha cevabımı beklemeden peşinden gideceğime emin bir şekilde dairesine girdi.
Üç kedinin nefretle bana baktığı karanlık bir koridordan geçtikten sonra, üzerine nota kâğıtlarının istiflendiği çok sayıda sehpayla dolu müzik odasına girdim. Havada gül ve ağır bir tütün kokusu vardı.
“Piyanonun altına uzanın.”
“Anlamadım?”
“Piyanonun altına uzanın.”
Kuyruklu Pleyel piyanosunun altına serili İran halısını işaret etti.
Tereddüt ettiğimi görünce de ekledi:
“Toz böceklerinden mi korkuyorsunuz? Cüssenize bakılırsa, asıl onlar sizden korkmalı…”
Çömelip piyanonun altına girdim ve sürünmeye başladım.
“Sırtüstü!”
Yüzüm piyanonun ses tablasına bakacak şekilde uzandım.
“Avuç içleri yere bakacak şekilde kollarınızı yana açın.” Dediğini yaptım. Bal rengi bir kedi odaya süzülüp pufun birine atladı ve alaycı bir şekilde bana bakarak oraya uzandı.
Madam Pylinska piyanonun başına geçti.
“Teninize odaklanın. Doğru duydunuz, teninize. Her yerdeki teninize. Onu geçirgen hale getirin. Chopin de böyle başlamıştı. Annesinin piyanosunun altına uzanır, titreşimleri hissederdi. Müzik her şeyden evvel bedensel bir deneyimdir. Cimriler sadece kulaklarıyla dinler, lakin siz cömert davranın. Tüm vücudunuzla dinleyin.”
Çalmaya başladı.
Ne kadar da haklıydı! Müzik beni okşuyor, yalıyor, delip geçiyor, yoğuruyor, sarsıyor, kaldırıyor, yere seriyor, dövüyor, tüketiyordu. Bas tınılar sanki bir kilise çanı gibi beni sallıyor; tiz tınılar üzerime yağıyordu. Soğuk damlalar, sıcak damlalar, ılık damlalar, şiddetli veya hafif fırtınalı rüzgârlar, sağanaklar ve çisiltiler halinde yağarken, yumuşak orta tınılar göğsüme doluyordu. Tıpkı içine sokulduğum güven veren bir yorgan gibi.
Büyülenmiş bir şekilde ıslık çaldım.
“Tebrikler! Muazzamdı! Çok yeteneklisiniz.”
“Yetenek asla yeterli değildir. Yetenekli olduğunuzu düşündüğünüzde aslında hiçbir şey bilmiyorsunuzdur.
Şimdi sıra sizde!” diye buyurdu ve tuşları işaret etti.
Olduğum yerden kalktım ve rahatsız hissettiğimden dolayı kendimi zorlayarak esprili bir tavır takındım:
“Piyanonun altına yatmayacak mısınız?” diye sordum gülerek.
“Sizin için uzanmamı hak ediyor musunuz bilemiyorum…”
Binlerce kez pratik yaptığım “Veda Valsi”ni çalmaya başladım.
Birkaç saniye sonra “Durun!” diye bağırdı, valsin yankılarını dağıtmak için ellerini kafasının etrafında sallayarak.
“Nasıl bir işkence bu böyle!”
Ağzım açık kaldı. Beni dehşetle inceliyordu.
“Daha önceki senelerde hangi piyanoda çalıştınız?”
“Schiedmayer’de.”
“Neyde neyde?”
“Miras kalan bir Schiedmayer’de.”
“Duymadım bile… Köpek ismi gibi… Çaldığınızda bunu doğruluyorsunuz, sanki şey gibi… Neyse, susayım. Hristiyanlar merhametlidir!”
“Anlamadım?”
Kafasını iki yana salladı.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMadam Pylinska ve Chopin’in Sırrı
- Sayfa Sayısı88
- YazarEric Emmanuel Schmitt
- ISBN9786255683090
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yıldız Ruh – Demir Yürek 2. Kitap ~ Ashley Poston

Yıldız Ruh – Demir Yürek 2. Kitap
Ashley Poston
Ana Armorov, imparatoriçe olarak taç giydikten hemen sonra suikasta uğramıştı ve galaksinin büyük kısmı onun öldüğünü sanıyordu. Ancak o eski hayatına geri dönmüştü ve...
- Senden Geriye Kalan ~ Emily Henry

Senden Geriye Kalan
Emily Henry
New York Times çoksatan yazarı Colleen Hoover’dan muhteşem bir roman daha… Bu yürek parçalayıcı ama umut dolu hikâyede talihsiz genç bir anne kefaretini ödemek...
- Cehenneme İniş Talimatnamesi ~ Doris Lessing

Cehenneme İniş Talimatnamesi
Doris Lessing
Cambridge Üniversitesi’nde Klasik Dönem Çalışmaları profesörü olan elli yaşındaki Charles Watkins, gece yarısı Waterloo Köprüsü yakınlarında sayıklar hâlde bulunur. Geçmişine ve kimliğine dair hiçbir...


