Ben de dün akşamdan beri Hasan’a uyduracak hikâye düşünüyorum. Saatlerce düşündüm. Sabahleyin ilk vapurda yine düşünüyordum. Ne dersin?.. Bu sefer benim hikâyemi anlatırsın… Yağmurlu gecede bir adam geldi, dersin…
Sait Faik Abasıyanık kendine özgü yalın ve akıcı öykülerinde okuru şaşırtan, insanı ve doğayı bütün içtenliğiyle anlatmaktan geri durmayan, her şeyin merkezine insan sevgisini koyan bir yazar. “Kökü kendinden olan” bir yazar olarak Abasıyanık, cumhuriyet dönemi edebiyatımızda bir mihenk noktası olarak belirirken çağdaş öykücülüğümüzün de temellerini atar.
Sait Faik Abasıyanık, öykücülüğümüzün en özgün ve ayrıksı seslerinden…
İçindekiler
Kendi Burcunda Bir Yazar: Sait Faik Abasıyanık ……………. 11
Şahmerdan ……………………………………………………………… 17
Çelme ……………………………………………………………………. 23
Kaşıkadası’nda …………………………………………………………. 31
Mahpus ………………………………………………………………….. 41
Bir Define Arayıcısı ………………………………………………….. 49
Projektörcü …………………………………………………………….. 59
Francala mı, Ekmek mi? ……………………………………………. 65
Paşazade …………………………………………………………………. 71
Krallık ……………………………………………………………………. 75
Çöpçü Ahmet …………………………………………………………. 81
Köye Gönderilen Eşek ………………………………………………. 87
Zemberek ……………………………………………………………….. 93
Alt Kamara ……………………………………………………………… 99
Satılık Dünya ………………………………………………………… 103
Köy Hocası ile Sığırtmaç …………………………………………. 109
Şeytanminaresi ………………………………………………………. 115
Bekâr ……………………………………………………………………. 119
Beyaz Pantolon ………………………………………………………. 129
Bir Kadın ………………………………………………………………. 139
ŞAHMERDAN
Şahmerdan kurulduğu zaman bir giyotin1 haliyle meydana çıkıvermişti. Direkler hazırdı. Birer birer, güçlükle iskelenin altına yerleştirildi.
Üstüne, boynundan geçen düğmesiz, bir heybe sırtını hatırlatan yamalı ve partal2 bir yelek –yelekten çok hırkaya benzeyen bir şey– geçirmiş; ellilik, kır saçlı, fakat dinç, okkalı bir adam bağırdı:
“Salih, Abdurrahman, Şaban, Ali… Hadi çocuklar!” Şahmerdanın bin kiloluk ağırlığının inip kalktığı iki ucu boş bırakılmış direklerin iki tarafına, Salih ve Şaban… diye bağrıldığını duyar duymaz, iki adam koşarak gelip oturdu.
Heybeden yapılmış partal yelekli, şahmerdan makinesinin üstüvanesine sarılmış demir telin ucuna geçti. Dört hamlacı ise ağır ağır, iskelenin direklerini, sudaki balıkları seyrede ede, eğlene eğlene makinenin kollarına yapıştılar.
“Şahmerdanın buharla işleyeni 200, 300, 500 kilo ağırlığı iki nefeste yukarıya kaldırır. Fakat dört kişi bu bin kiloyu makinenin büyük ve küçük çarkı sayesinde ancak işletebilirler. Ağırlığı yukarıya çekmek için en aşağı 15 dakika çalışmak lazımdır. Saatte bir de 15 dakika mola vermeden çalışmaya imkân yoktur. Bir liraya bu iş görülmez, görülmez ama, zamanlar kötü birader. Ben Karahisarlıyım. Dalgıçlıktan tut da tersaneye kadar girmediğim deniz kapısı kalmadı. Hepsinden biraz çakarım…”
“Hadi çocuklar!”
Biri çok sarışın, narin bir adamdı. Ötekisi uzun boylu, esmer ve sıska… Bir tanesi kısa boylu, kalın enseli ve zaman zaman birdenbire kızaracağı yerde sararan bir şişman. Dördüncüsü de her gün tesadüf edilen hamallar gibi alelade, hiç kuvvetli gözükmediği halde yorulmaz birisi.
Şimdi bu dört amele, var kuvvetleriyle çalışıyorlardı. Sarışın, narin, uzun boylu amele ile şişman, kalın enseli bir arada; diğer ikisi de, makinenin öbür kolundaydılar. Bin kilo iki kalasın arasında ağır ağır şahmerdanın ta tepesine kadar çıkıyor; sonra dipte oturan ve ağırlığın aralarında gidip geldiği iki direği sımsıkı iplerle tutanlardan biri, “Hooo!” diyordu.
Makinedekiler duruyor, terlerini siliyorlardı. Ağırlığı yukarıya çekmeye yarayan demir telin ucunu tutan Karahisarlı, “Haydi!” diye bağırıyordu.
Yine, dipte kalasın yanında oturmuşlardan biri, “Bando! diye haykırıyordu.
Karahisarlı sımsıkı tuttuğu telin ucunu bırakıyor, demir tamponlar birbirine vurup iskeleyi ileri geri sarsıyor ve bin kilo tok bir sesle kırmızı ucu gözüken demir putreli on santim daha deniz dibinin meçhul taşına sokuyordu.
Karahisarlı çelik teli ağır ağır topladıktan sonra çocuklarına seslenir gibi:
“Haydi çocuklar! Bu sefer biraz daha yukarı kaldıralım. Daha iyi. Ne kadar yukarıdan inerse o kadar derine girer. Hadi çocuklar…”
Sarışın amele kıpkırmızı kesilmişti. Saçları yavaş yavaş kirli elleriyle yağlanıyor, boynunun damarları şişiyor; göğsü harikulade genişliyor, narin vücudu, birdenbire, atlet insanlarda olduğu gibi atlaşıyordu. Aynı kola yapışmış arkadaşı şişmanın yüzünde bir damla ter yoktu. Yüzüyse müthiş bir kuvvet sarf ediyormuş gibi buruşuyordu. Fakat bu sahte buruşukluk çok beceriksiz bir şekilde yapılıyordu. Öteki koldaki iki hemşeri olduğu sözlerinden anlaşılan iki hamlacıdan birisi acınacak bir zayıflıktaydı. O da bütün işi arkadaşına bırakmaya çalıştığı için kızarmıştı. Arkadaşı ise ona en küçük bir kuvvet bile sarf ettirmemek için elinden geleni yapıyordu.
Karahisarlı yeniden, “Vira çocuklar,” dedi.
Haziran yağmurları birdenbire kesilmiş, yaz; rüzgârsız, ağır ve kasvetli, iskelenin ve denizin üstüne çöküvermişti. Dört hamlacı terliyorlardı. Putrel bazen denizin içinde bir kayaya rastlıyor, demir güllenin, üstüne bütün hıncıyla düşmesine rağmen ancak iki-üç santim giriyor; yahut da demir putreli bir balmumu gibi bir vuruşta eritiveriyordu. O zaman demiri yeniden hava tazyiki ve oksijenle işleyen ateş makineli chalumeau1 ile kesmek lazım geliyordu.
Bir cıgara molası esnasında sarışın amele, yardımcısı Salih’e, “Bana bak ulan,” dedi. “Numaracı! Beni eşek yerine alma. Namusum hakkı için, bir kafam kızarsa, atarım denize seni.”
“Bir halt edemezsin,” diye söylendi Salih.
“Görürüz…” dedi öteki.
Salih, amelebaşı mevkisinde olan Karahisarlının komşusuydu. Zor işlerden kendini ancak bu sayede ve kancıklıkla kurtarabiliyordu. Karahisarlı ise Salih’in bu hallerini görmemezliğe gelir, “Çalışıyor,” derdi. “Fena çalışmaz bizim Salih. İyi ameledir.”
Cıgaralar bitmişti. Tekrar iskelenin damı gölgesinden güneşin önüne çıkmak cesaretini, kendinde ilk Abdurrahman buldu. Bu çok sarışın olan sarışın ameleydi. Sonra sırasıyla zayıf, zayıfın arkadaşı ve Salih geldiler. Karahisarlı, “Haydi çocuklar, bu son galiba,” dedi. “Bu sefer kazığı kaktık. Vira!” diye haykırdı.
Çarklar dönüyor, küçük çark büyüğünü döndürüyor, ağır tokmak ağır ağır tepeye yükseliyordu. Birdenbire hepsi durakladılar. Karahisarlı teşci etti.
“Ha çocuklar ha!”
Bütün asılmalara rağmen ağırlık yukarıya çıkmıyordu. Karahisarlının elini kalın tel kesiyor, “Gayret, diye bağırıyordu.
Bir gayret daha sarf ettiler. Çarkın dişleri tebessüm eder gibi tatlı bir ses çıkardı. Sonra zincir şıkırtısı gibi bir ses duyuldu. Şahmerdan ta tepedeydi. 1.000 kilo Karahisarlının sözüne göre 1.500 kilo olarak yere düşecekti.
Öküzleri durdurur gibi bir ses işitildi:
“Hooo…”
“Haydi!”
“Bando!”
Demir putrel müsait bir zemin bulmuş olacak ki, bir yirmi santim denizin kumları içine daldı. İskelenin dibindeki balıklar uzaklara kaçıştı.
Şimdi dört amele nefes nefeseydiler. Salih’in arkadaşı, sarı yulaf saçlı Abdurrahman, Salih’e dik dik baktı. Deminki duraklamanın sebebi oydu. İşi büsbütün açığa vurmuştu. Abdurrahman’ın gözünün içinde hınç ve hiddet parlıyordu. Salih edepsiz insanlara has bir lakaydiyle denizi seyrediyordu. Abdurrahman’ın içinden, bu kıçı kendisine dönük adama bir tekme savurmak, şahmerdanın inip kalktığı iki direğin arasından şu herifi, denize uçuruvermek geçti. Fakat yalnız, “Ulan kahpe,” dedi.
Karahisarlı, “Kime diyon ulan,” dedi. “O lafı?”
Abdurrahman bu adamdan çekinirdi. İsterse parasını bile vermez. Bu kimsesiz, ne idüğü belirsiz, lakayt iskelenin köyü içinde Abdurrahman’ı perişan bırakabilirdi.
“Anama,” dedi.
“Neden?”
“Neden olacak,” dedi, “beni doğurduğundan.”
Karahisarlı, “Tövbe estağfurullah…” demekle iktifa etti.
Sonra yine her zamanki munis ve iyi halini aldı.
“Haydi evlatlar,” dedi. “Bu son. Ama çok kaldıralım.
Hadi!”
“Vira…”
Çarklar dönüyor fakat zaman zaman, zınk diye duraklıyorlardı. O zaman Abdurrahman’ın gözleri ateşle dolu, Salih’e çevriliyor, Salih suratını defi hacet eder gibi buruşturuyordu. Zannediyordu ki ancak böyle buruşturursa ne kadar kuvvet sarf ettiği anlaşılacak. Fakat ne boynunun damarları şişiyor; ne de kalın, yağlı ve tüysüz kollarında bir adale hareketi görülüyordu. Abdurrahman hınçla ve müthiş bir enerjiyle dönmeyen çarka adeta tekme atarcasına kola yapışıyor; aşağıya veya yukarıya indirmeye veya çıkarmaya çalışıyordu. Bu arada öteki koldakilere bakıyordu; Abdurrahman’a bakmamak için. O koldakilerden zayıfın, arkadaşına biraz olsun yardım ettiği pek belli, arkadaşınınsa iki işi birden gördüğü terden sırtına yapışmış gömleğinden anlaşılıyordu.
Bir ara yine zınk diye durdular.
Karahisarlı, “Biraz daha,” dedi. “Biraz daha çocuklar…”
Abdurrahman boynunun ve şimdi alnının damarı da şişerek kola asıldı. Salih bu sefer yüzünü buruşturmaya bile lüzum görmemişti. Şahmerdan tepedeydi.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıŞahmerdan
- Sayfa Sayısı144
- YazarSait Faik Abasıyanık
- ISBN9789750766183
- Boyutlar, Kapak14 x 20 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Son Kuşlar ~ Sait Faik Abasıyanık

Son Kuşlar
Sait Faik Abasıyanık
Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme...
- Tesadüfen Zümrüdüanka ~ Elif Erdoğan

Tesadüfen Zümrüdüanka
Elif Erdoğan
“Tesadüfen Zümrüdüanka” rüzgâr ya da güneş, çivi ya da duvar, kendisi ya da bir başkası arasında hiyerarşi kurmadan akan öykülerden oluşuyor. Elif Erdoğan ikinci...
- Bir Şeyler Yapmam Gerek ~ Elif Yonat Toğay

Bir Şeyler Yapmam Gerek
Elif Yonat Toğay
Ödüllü yazar Elif Yonat Toğay, ilk çocuk kitabı Bir Şeyler Yapmam Gerek ile çocukların dünyasına dair kısa öyküler anlatıyor. 15 kısa öykünün, 5 ayrı başlık altında toplandığı...



