Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Alef
Alef

Alef

Jorge Luis Borges

“‘Yemek odasının altındaki bodrumda,’ diye ekledi, telaştan telaffuzu bozularak. ‘O bana ait, bana ait! Onu okul çağından önce, çocukken keşfettim. Bodruma inen merdiven epey…

“‘Yemek odasının altındaki bodrumda,’ diye ekledi, telaştan telaffuzu bozularak. ‘O bana ait, bana ait! Onu okul çağından önce, çocukken keşfettim. Bodruma inen merdiven epey dik olduğundan büyüklerim inmemi yasaklamıştı, ama birilerinden bodrumda bir dünyanın saklı olduğunu duymuştum. Sonradan bunun bir sandık olduğunu öğrendim, ama çocukken orada bir dünyanın saklı olduğunu sanmıştım. Gizlice bodruma indim, yasak merdivende ayağım kayınca yuvarlana yuvarlana düştüm. Gözümü açtığımda Alef’i gördüm.’”

Valéry’nin hayal gücünde ve dilde kusursuzluğu barındıran estetik idealini eksiksiz bir şekilde elde eden, bir kristalin muazzam geometrisine ve tümdengelimin soyutlamasına eşdeğer eserler bırakan kurgu yazarı kim diye sorsalar, tereddütsüz Jorge Luis Borges diye cevaplarım.

Italo Calvino

İÇİNDEKİLER

Ölümsüz ………………………………………………………………… 11
Ölü ……………………………………………………………………….. 29
Teologlar ………………………………………………………………… 37
Savaşçı ile Esirin Hikâyesi …………………………………………. 47
Tadeo Isidoro Cruz’un Yaşamöyküsü (1829-1874) ………… 53
Emma Zunz ……………………………………………………………. 57
Asterion’un Evi ……………………………………………………….. 65
Öteki Ölüm ……………………………………………………………. 69
Deutsches Requiem ……………………………………………………. 77
Averroes’in Arayışı …………………………………………………… 85
Zahir ……………………………………………………………………… 95
Tanrı’nın Yazısı ………………………………………………………. 105
Labirentinde Can Veren İbn Hâkân el-Buharî …………….. 111
İki Kral ve İki Labirent ……………………………………………. 123
Bekleyiş ………………………………………………………………… 125
Eşikteki Adam ……………………………………………………….. 131
Alef ……………………………………………………………………… 139
Sonsöz ………………………………………………………………….. 157

ÖLÜMSÜZ

“Solomon saith: There is no new thing
upon the earth. So that as Plato
had an imagination, that all knowledge
was but remembrance; so Solomon given his sentence,
that all novelty is but oblivion.”

Francis Bacon, Denemeler, LVIII

Londra’da, 1929 yılı Haziran ayının başlarında, İzmirli antikacı Joseph Cartaphilus, Prenses Lucinge’e, Pope’un küçük quarto ebatta altı ciltlik İlyada çevirisini (1715-1720) sunmuştu. Eseri satın alan prenses antikacıyla biraz sohbet etmişti. Bize aktardığı kadarıyla antikacı kara kuru, gri gözlü ve gri sakallı, fevkalade silik yüz hatlarına sahip bir adamdı. Çeşitli dilleri bozuk ama akıcı bir şekilde konuşabiliyor, konuşurken dilden dile atlıyordu; birkaç dakika içinde Fransızcadan İngilizceye, İngilizceden de Selanik İspanyolcasıyla Makao Portekizcesinin esrarengiz bir karışımına geçmişti. Prenses, ekim ayında, Zeus gemisindeki bir yolcudan Cartaphilus’un İzmir’e dönerken denizde öldüğünü ve İos Adası’nda defnedildiğini haber aldı. İlyada’nın son cildinde aşağıdaki elyazmasını buldu.

Orijinal metnin İngilizce uyarlaması bol miktarda Latince kökenli ifade içermekte. Burada takdim ettiğimiz versiyon ise kelimesi kelimesine bir çeviri.

I

Hatırladığım kadarıyla çilelerim Diocletianus imparatorken, Thebai Hekatompylos’taki bir bahçede başladı. Mısır’daki son savaşlarda (övünülemeyecek biçimde) savaşmıştım, Kızıldeniz kıyısındaki Berenike’de konuşlanmış bir lejyonun tribünüydüm. Humma ve efsun, çeliği şevkle bağrına basan nice adamı tüketmişti. Moritanyalılar yenilmişti; evvelden isyancı şehirlerle kaplı topraklar artık ebediyen Pluton tanrılarına adanmıştı; İskenderiye boyun eğmiş, Caesar’dan boşuna merhamet dilemişti; lejyonlar bir yıla kalmadan zafere ulaşmış, bense Mars’ın yüzünü zar zor görebilmiştim. Bu mahrumiyet bana ıstırap veriyordu; belki de bu yüzden yollara düştüm, göz alabildiğine uzanan dehşetengiz çöllerden geçerek Ölümsüzler Şehri’nin sırrını keşfettim.

Önceden belirttiğim gibi, çilelerim Thebai’deki bir bahçede başladı. Gece boyunca gözüme uyku girmedi, çünkü kalbimde bir mücadele yaşanıyordu. Şafaktan hemen önce kalktım; kölelerim uyuyordu, ay uçsuz bucaksız kumlarla aynı renkteydi. Doğudan kan revan içinde bir atlı geliyordu. Birkaç adım ötemde atını dizginledi. İncecik, sancılı bir sesle bana Latince olarak şehrin surlarını çevreleyen nehrin adını sordu. Ben de yağmurlarla beslenen Mısır Nehri olduğunu söyledim. Hazin bir ifadeyle, “Benim aradığım başka bir nehir,” diye karşılık verdi, “insanları ölümden arındıran gizli bir nehir.” Koyu renkli kan göğsünden oluk oluk akıyordu. Memleketinin Ganj Nehri’nin ötesinde bir dağ olduğunu, oradakilerin batıya, yani dünyanın bittiği noktaya gidenlerin ölümsüzlük bahşeden nehre ulaşacağına inandığını anlattı bana. Nehrin karşı kıyısındaysa amfiteatrlar, burçlar ve tapınaklarla dolu Ölümsüzler Şehri’nin yükseldiğini söyledi. Şafaktan önce öldü, bense bahsettiği şehri ve nehri bulmayı kafaya koydum. Cellatın sorguya çektiği bazı Moritanyalı esirler de atlının anlattıklarını doğruladı; içlerinden biri yeryüzünün sonundaki, insanların sonsuza dek yaşadığı Elision çayırlarından bahsetti; bir diğeriyse Paktolus Nehri’nin doğduğu, sakinlerinin bir asır yaşadığı zirveden. Roma’da, insanların ömrünü uzatmanın, eziyetleri uzatmak ve ölüm rakamlarını katbekat artırmak anlamına geldiğini düşünen filozoflarla konuştum. Ölümsüzler Şehri’nin varlığına inanıp inanmadığımı bilmiyorum: Galiba Ölümsüzler Şehri’ni arama vazifesi o zamanlar bana yetiyordu. Getulia valisi Flavius bu iş için emrime iki yüz asker verdi. Yolları bildiklerini iddia eden paralı askerler de topladım; ilk firar edenler onlar oldu.

Sonradan yaşadıklarımız, ilk günlerimizin anısını onulmaz biçimde bozdu. Arsinoe’den ayrılıp kavurucu çöle adım attık. Yılan yiyen ve söz alışverişinden yoksun ilkellerin, kadınları müşterek kullanan ve aslanlarla beslenen Garamant’ların, yalnızca Tartarus’a tapan Augila’ların ülkelerinden geçtik. Gündüz sıcağı katlanılmaz olduğundan geceleyin yol alınması gereken kara kumlu nice çölleri aştık. Okyanusa adını veren dağı uzaktan gördüm: Yamaçlarında zehirleri etkisizleştiren sütleğenler yetişiyor, zirvesinde şehvet düşkünü, yabani ve hoyrat adamlar olan satirler yaşıyordu. Toprağı canavarlar doğuran bu barbar diyarların koynunda meşhur bir şehrin bulunabileceğini aklımız almıyordu. Geri dönmek ödleklik olacağından yürüyüşümüze devam ettik. Kimi pervasızlar yüzleri aya dönük uyuyorlardı; ya ateşlenip mahvoldular ya da sarnıçların kokuşmuş suyunu içince deliliği ve ölümü tattılar. Derken firarlar başladı, kısa süre sonra da isyanlar. Bunları bastırmak için şiddet uygulamaktan çekinmedim. Tutumum doğru olsa da bir yüzbaşı, isyancıların (bir askerin çarmıha gerilmesinin intikamını almak isteyenlerin) beni öldürmeyi planladıkları konusunda beni uyardı. Bana sadık kalan birkaç askerle beraber kamptan kaçtım. Onları çölde, kum fırtınasının ve uçsuz bucaksız gecenin ortasında kaybettim. Giritlilerin attığı bir ok etimi parçaladı. Günlerce su bulamadığım, güneşle, susuzlukla ve susuz kalma endişesiyle sancıyan uzun günler geçirdiğim oldu. Yolu atımın keyfine bıraktım. Şafak vakti ufukta piramitler ve kuleler belirdi. Biraz daha dayanabilmek için dişimi sıkarak küçücük, ayrıntıları belirgin bir labirent hayal ettim: Ortasında bir testi vardı; ellerim ona dokunacak kadar yaklaşmıştı, gözlerim onu görmüştü, ama kıvrımları öyle karmaşık ve şaşırtıcıydı ki ona ulaşamadan öleceğimi biliyordum.

II

Sonunda bu kâbustan sıyrılmayı başardığımda bir dağın dik yamacındaki taşlara üstünkörü oyulmuş, boyu alelade bir mezarı geçmeyen, dikdörtgen bir oyuğun içinde ellerim bağlı halde yatarken buldum kendimi. Oyuğun rutubetli çeperleri el emeğinden ziyade zaman tarafından cilalanmıştı. Göğsümün sancıdığını, susuzluğun içimi kavurduğunu hissettim. Dışarı göz atınca zayıf bir çığlık koyverdim. Moloz ve kum kaynayan pis bir dere dağın eteğinde sessizce akıyor, karşı kıyıdaysa (son ya da ilk güneşin altında) Ölümsüzler Şehri ışıldıyordu. Surlar, kemerler, binalar ve meydanlar gördüm; hepsi tepesi düzbir kayanın üzerinde uzanıyordu. Dağ ve vadi boyunca benimkine benzer irili ufaklı yüzlerce oyuk bulunuyordu. Kumda derin sayılmayacak çukurlar vardı; bu küçük deliklerden (ve oyuklardan) gri tenli, dağınık sakallı, çıplak adamlar çıkıyordu. Kim olduklarını bildiğimi düşündüm: Arap Körfezi kıyılarını ve Etiyopya mağaralarını dolduran ilkellerin yabani soyundandılar; konuşmayı bilmediklerini ve yılan yediklerini görünce hiç şaşırmadım.

Susuzluğumun şiddeti gözümü kararttı. Aşağıdaki kum zeminle aramda on metre olduğunu düşündüm; gözlerim kapalı, ellerim arkadan bağlı halde kendimi yamaçtan aşağı bıraktım. Kanlı yüzümü karanlık suya daldırdım. Hayvanlar gibi şapır şupur içtim. Tekrar uykuya dalıp hezeyanlara kapılmadan önce, her nedense Grekçe bazı kelimeler döküldü dudaklarımdan: “Zeleia’da yaşayan ve Aisepos’un kara sularını içen zengin Truvalılar…”

Aradan kaç gün, kaç gece geçti bilmiyorum. Acı içinde, mağaralara sığınmaktan âciz, artık aldırmadığım kumun üstünde çıplak halde, ay ve güneşin bahtsız kaderimle oynamasına izin verdim. İlkeller, çocuksu barbarlıklarıyla, hayatta kalmama da ölmeme de yardım etmediler. Beni öldürsünler diye onlara boşuna yalvardım. Bir gün, bir çakmaktaşının kenarıyla ipimi kestim. Başka bir gün ayağa kalktım ve dilenciliğe ya da hırsızlığa başvurarak –bir Roma lejyonunun askerî tribünü ben Marcus Flaminius Rufus– iğrenç yılan eti tayınımın ilkini elde ettim.

Ölümsüzler’i görme, insanüstü Şehir’e dokunma arzum adeta uykularımı kaçırıyordu. İlkeller de, amacımı anlamışçasına uyumuyorlardı: Başta beni izlediklerini düşündüm; çok geçmeden gerginliğimin, nasıl köpeklere bulaşırsa, onlara bulaştığını anladım. Barbarların köyünden uzaklaşmak için günün en kalabalık saatini, adamların hemen hepsinin oyuk ve çukurlardan çıkıp boş gözlerle batıya baktığı günbatımı saatini seçtim. Tanrı’ya yalvarmaktan ziyade kabileyi vurgulu kelimelerle korkutmak için yüksek sesle dua ettim. Dereyi tıkayan kum tepelerinin üstünden geçip Şehir’e yöneldim. Adamların birkaçı şaşkınlık içinde peşimden geliyordu. Onlar da (soydaşları gibi) ufak tefektiler; içimi korkudan ziyade tiksintiyle dolduruyorlardı. Gözüme taşocağı gibi görünen biçimsiz çukurların etrafından dolaşmak zorunda kaldım; Şehir’in görkemi karşısında büyülenmiş, yakın olduğunu zannetmiştim. Gece yarısına doğru, sarı kumların üstüne putlar gibi dikili Şehir surlarının kara gölgesine adım attım. İçim kutsal bir varlığın karşısındaymışım gibi dehşetle dolunca oracıkta durdum. İnsan denen varlık yenilikten de çölden de öylesine nefret ediyordu ki ilkellerden birinin bana sonuna kadar eşlik etmesine sevindim. Gözlerimi kapadım ve (uyumadan) günün ağarmasını bekledim.

Şehir’in, tepesi düz bir kaya üzerine kurulduğunu söylemiştim. Bu kayanın meydana getirdiği uçurum da en az surlar kadar dikti. Boşuna dolaşıp durdum: Kayanın kapkara yüzeyinde en ufak bir girinti bile görünmüyordu, aralıksız uzanan surlarda tek bir kapı bile yoktu. Gün ışığının şiddeti artınca bir mağaraya sığındım; mağaranın sonunda bir kuyu vardı, kuyunun içindeyse aşağıdaki karanlıklara uzanan bir merdiven. Merdivenden indim; dolambaçlı pis dehlizlerden geçtim ve zar zor seçebildiğim kocaman daire biçiminde bir odaya ulaştım. Bu mahzende dokuz kapı vardı; kapıların sekizinin açıldığı labirent muzipçe aynı odaya çıkıyordu; dokuzuncu kapı (başka bir labirente açılarak) ilkine tıpatıp benzeyen daire biçiminde ikinci bir odaya ulaşıyordu. Toplamda kaç oda olduğunu bilmiyorum; bahtsızlığım ve telaşım arttıkça odalar da çoğaldı. Habis sessizlik adeta mutlaktı; kayaların meydana getirdiği uçsuz bucaksız dehlizlerde, nereden estiğini çözemediğim bir yeraltı rüzgârından başka ses yoktu; pas rengi incecik akıntılar çatlakların arasında çıt çıkarmadan kayboluyordu. Dehşetengiz biçimde alışıverdim bu güvenilmez dünyaya; dokuz kapılı ve dallanıp budaklanan dehlizlerden öte bir şeyin var olabileceğine inanamazdım artık. Yeraltında ne kadar yürümek zorunda kaldığımı bilmiyorum, ama hasrete kapıldığımı ve barbarların iğrenç köyünün memleketimmiş gibi burnumda tüttüğünü hatırlıyorum.

Dehlizlerden birinin sonunda ansızın bir duvar yolumu kesti, uzaklardan üstüme bir ışık vurdu. Bakışımı şaşkınlıkla yukarı çevirdim: Baş döndürücü yükseklikteki çember şeklinde bir açıklığın ötesinde mora çalan mavi gökyüzünü gördüm. Duvarın yukarısına uzanan madenî basamaklar vardı. Yorgunluktan bacaklarım gevşese de tırmanmayı sürdürdüm, arada sırada durup sevinç hıçkırıklarıyla sarsılıyordum. Sütunların tepelerini ve çıkıntılarını, üçgen alınlıklar ve tonozları, alacalı bulacalı granit ve mermerden yapılmış gösterişli yapıları görüyordum. Böylece kördüğüm karanlık labirentleri aşarak görkemli Şehir’e tırmandım.

Ulaştığım mekân küçük bir meydana, daha doğrusu bir avluya benziyordu. Buranın etrafı, yüksekliği ve mimarisi, yekpare olsa da değişken bir yapıyla çevriliydi; farklı tarzlarda kubbeler ve sütunlar hep aynı yapının parçasıydı. Bu akıl almaz anıtın beni en çok etkileyen yanı, son derece kadim oluşuydu. İnsanlardan da yeryüzünden de eski olduğunu hissettim. Bu dillere destan eskiliğin (korkunç görünse de) ölümsüz ustaların elinden çıkma yapılara yaraştığını düşündüm. Başta temkini elden bırakmadan, ardından kayıtsızca, son olaraksa umarsızca, karmakarışık sarayın merdiven ve geçitlerinde dolaştım. (Çok geçmeden her basamağın farklı uzunluk ve yükseklikte olduğu dikkatimi çekti ve böylece neden bu kadar yorulduğuma anlam verebildim.) “Bu saray tanrıların eseri,” diye düşünmüştüm başlangıçta.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Öykü
  • Kitap AdıAlef
  • Sayfa Sayısı160
  • YazarJorge Luis Borges
  • ISBN9789750766077
  • Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2025

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Tango ~ Jorge Luis BorgesTango

    Tango

    Jorge Luis Borges

    Tango daha önce de gördüğümüz gibi milongayla başlamış, milongadan doğmuş, başlarda cesur ve mutlu bir dansmış. Sonradan tangonun takati kesilmiş ve hüzünlenmiş, hatta Ernesto Sabato’nun yakın zamanda çıkardığı bir kitapta

  2. Evaristo Carriego ~ Jorge Luis BorgesEvaristo Carriego

    Evaristo Carriego

    Jorge Luis Borges

    “Evaristo Carriego adının bundan böyle Arjantin yazınının ecclesia visibilis’inde yerini alacağına ve yazınımızın tüm saygın kurumlarının –retorik dersleri, antolojiler, ulusal yazın tarihi– bu adı...

  3. Alef ~ Jorge Luis BorgesAlef

    Alef

    Jorge Luis Borges

    Borges Alefte yer alan öykülerini yazmaya başladığında ruhsal açıdan sıkıntıdaydı. Bir yıl önce psikiyatriste gitmeye başlamıştı. Bu yüzden en yaratıcı öykülerinin yer aldığı bu...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Son Kuşlar ~ Sait Faik AbasıyanıkSon Kuşlar

    Son Kuşlar

    Sait Faik Abasıyanık

    “…Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim...

  2. Kuyu ve Sarkaç – Seçme Öyküler ~ Edgar Allan PoeKuyu ve Sarkaç – Seçme Öyküler

    Kuyu ve Sarkaç – Seçme Öyküler

    Edgar Allan Poe

    Edgar Allan Poe, edebiyat tarihine yazdıklarıyla olduğu kadar yaşamöyküsüyle de damgasını vurmuştur. Yoklukla, kayıplarla, hastalıklarla, alkolle ve sanrılarla cebelleşmesine rağmen, belki de tam bu...

  3. Kâtip Bartleby – Bir Wall Street Hikâyesi ~ Herman MelvilleKâtip Bartleby – Bir Wall Street Hikâyesi

    Kâtip Bartleby – Bir Wall Street Hikâyesi

    Herman Melville

    Çok kısıtlı bir çevrenin tanıdığı adsız sansız bir yazar olarak öldüğünde, Melville ardında bugün klasik romanın başyapıtlarından biri kabul edilen Moby Dick’i ve kült...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur