…balkona kurulup yağmurlu akşamı izliyorum. Hepimizi yutacak kadar kocaman. Yarın yenileceğim, şüphe yok.
Almanya savaş oyunları şampiyonu Udo Berger, çocukluğunda yazlarını ailesiyle birlikte geçirdiği İspanya kıyılarına bu kez kız arkadaşı Ingeborg’la döner. Her şeyiyle dört dörtlük bir tatil geçirirlerken, burada tanıştıkları Alman çiftten biri, sörfçü Charly bir gece denizde kaybolur. Huzuru kaçan Udo kendini bunun üzerine Üçüncü Reich adlı çok sevdiği strateji oyununa verir. Sıcak ve sakin yaz, yağmurlu, fırtınalı bir sonbahara dönerken, Udo’nun gerçekliği de rüyalarıyla oyuna karışmaya başlar, artık hem oyunda hem de kendi zihninde kuşatma altındadır.
1989’da yazılan ama ancak Bolaño’nun 2003’teki ölümünün ardından keşfedilen Üçüncü Reich huzursuzluğu körükleyen, gerilim dozu gittikçe yükselen, benzersiz bir anlatı.
“Kendi kuşağının en etkili ve hayranlık uyandıran romancısı.”
Susan Sontag
**
“Gün gelir seyyar satıcılarla gün gelir yazlıkçılarla oynarız,
iki ay oldu bir Alman generali yirmi yıl hapse mahkûm
ettik. Karısıyla geçiyordu buralardan, sırf benim sayemde
darağacından kurtuldu.”
Friedrich Dürrenmatt, Die Panne
20 Ağustos
Pencereden gelen denizin uğultusuna sona kalan gece kuşlarının gülüşmeleri karışıyor; belki de terastaki masaları toparlayan garsonların, ara sıra ağır ağır Paseo Marítimo’dan geçen bir arabanın sesi, hatta otelin öbür odalarından gelen boğuk ve anlaşılmaz mırıltılar. Ingeborg uyuyor, yüzünde uykunun asla bozamayacağı bir melek saflığı var; komodinde tadına bakmadığı, muhtemelen artık ılınmış bir bardak süt, yastığının yanındaysa yarısı nevresimin altına girmiş Dedektif Florian Linden’in bir kitabı, uyuyakalmadan önce bir-iki sayfa ya okudu ya okumadı. Bana olansa tam tersi; yorgunluk ve sıcak uykumu kaçırıyor. Genellikle günde yedi-sekiz saat uyusam da nadiren yorgun girerim yatağa. Sabahları çakı gibi kalkarım, enerjim hiç azalmadan sekiz-on saatlik etkinliğe yeter. Kendimi bildim bileli böyleydim, yaradılışım bu. Kimse zorla belletmedi bunu bana, sadece böyle doğmuşum; bunun başkalarına kıyasla iyi ya da kötü olduğunu öne sürmüyorum. Ingeborg mesela, cumartesi pazar dedin mi öğleyi geçirmeden yataktan çıkmaz, hafta arası ise ancak ikinci kahve ve bir sigaradan sonra ayılıp işe yollanır. Bu gece yorgunluktan ve sıcaktan uykum kaçtı. Ayrıca gün içinde olanları not alma, yazma isteği ışığı söndürüp yatağa girmeme engel oluyor.
Yolculuk kayda değer bir talihsizlik yaşanmadan gerçekleşti. Strasburg’da mola verdik; şirin bir şehir, gerçi daha önce görmüştüm. Otobanın kenarında, markete benzer bir yerde yemek yedik. Uyarıların aksine, sınırda ne on dakikadan uzun bekledik ne kuyruğa girmemiz gerekti. Her şey çabucak, kolayca halloldu. Ondan sonra arabayı ben sürdüm; Ingeborg buralı şoförlere pek güvenmiyor, çocukken İspanya’da bir aile tatili sırasında, otoyolda başından kötü bir tecrübe mi ne geçmiş… Bir de yorgundur herhalde, o da doğal.
Resepsiyonda gencecik bir kız ilgilendi bizimle, Almancayı iyi kotardı, rezervasyonlarımızı sorunsuz buldu. Her şey sırasıyla ilerliyordu, çıktığımızda yemek salonunda Frau Else gözüme çarptı: Onu ânında tanımıştım. Masayı düzenlerken bir yandan elinde tuzluk dolu bir tepsiyle dikilen garsona bir şey işaret etti. Üstünde yeşil bir döpiyes, göğsünde de otelin ambleminin olduğu metal bir yaka iğnesi vardı.
Geçen yıllara rağmen hiç değişmemiş.
Frau Else’yi görünce yeniyetme yıllarımın aydınlık ve karanlık saatlerini anımsadım: Annemler ve abimle otelin terasında kahvaltı edişimiz, akşamın yedisinde lokantanın alt katındaki hoparlörden yayılmaya başlayan müzik, garsonların manasız gülüşmeleri ve yaşıtlarımın geceleri çıkıp diskoteğe ya da yüzmeye gitmeleri. O zamanlar en sevdiğim şarkı neydi? Her yaz farklı bir tanesi… hepsi bir öncekini andırırdı, millet bıkana kadar ıslıkla çalar, mırıldanırdı, genellikle kasabadaki diskoteklerin kapanış şarkısı olurdu. Seçici bir müzik beğenisi olan ağabeyim yaz başlamadan yanına alacağı kasetleri daima özene bezene ayırırdı, bense kulağıma çalınacak yeni ezgilerin şansa bağlı olmasını yeğlerdim, kaçarı yok popüler bir yaz şarkısı olurdu o da. Rasgele zamanlarda iki-üç kez dinlemem yeterdi, parçanın melodisi tatillerimizi sarıp sarmalayan yeni arkadaşlıklara ve güneşli günlere eşlik ederdi. En ufak bir can sıkıntısı ihtimalini dahi savuşturmak için kurulan, şu anki bakış açıma göre son derece gelip geçici arkadaşlıklardı bunlar. Bütün o simalardan olsa olsa birkaçı yaşıyor hafızamda. İlk sırada, sevimliliğiyle daha ilk görüşte gönlümü fetheden Frau Else vardı; onun uğruna annemlerin alaylarına, şakalarına az hedef olmamıştım. Öyle ki işi Frau Else ile şimdi ismini anımsamadığım İspanyol kocasının önünde beni tiye almaya kadar vardırıyorlar; farazi bazı kıskançlıklardan, gençlerin zamanından evvel olgunlaşmasından dem vuran imalı sözlerle beni yerin dibine sokup kadında da şefkatli bir kollama dürtüsü uyandırıyorlardı. O zamandan sonra Frau Else’nin bana karşı davranışlarında ailemin geri kalanına göstermediği bir sıcaklık hissettim sanki. Bir de otelde çalışan, kardeşimle beni daha önce adım atmadığımız yerlere götüren yaşıtım José’den (adı bu muydu?) farklı bir şekilde olsa da ilgi görürdüm. Vedalaşırken, belki de bir sonraki yazı Del Mar’da geçirmeyeceğimizi tahmin ettiğimizden ağabeyim ona bir-iki rock kasedi, bense eski kotlarımdan hediye etmiştim. Aradan on yıl geçti ama José’nin bir elinde katlanmış pantolon diğerinde kasetlerle, ne diyeceğini ne yapacağını bilemeden, ağabeyimin oldum olası alaya aldığı İngilizcesiyle mırıldandığı sözleri dün gibi anımsıyorum: O, “Hoşça kalın canım arkadaşlarım, hoşça kalın,” filan diyor, bizse İspanyolca, –annemlerin bütün tatilleri İspanya’da geçirmeleri haybeye değildi, sonuçta bu dili akıcı konuşuyorduk– “Üzülme, ağlama, önümüzdeki yaz yine üç silahşorlar gibi buluşuruz,” diye yanıtlıyorduk. José’den iki kartpostal geldi. Birincisini ağabeyimle ikimizin adına yanıtladım. Sonra unuttuk onu, bir daha da haber almadık. O yılın en iyi yüzücüsü Erich adlı Heilbronn’lu bir çocuk ve ağabeyimin deli divane olduğu, niyeyse benim yanımda güneşlenmeyi tercih eden Charlotte diye bir de kız vardı. Del Mar’da geçirdiğimiz sondan bir önceki yaz bize eşlik eden annemin kardeşi zavallı Giselle Teyze’nin durumuysa ayrı konu. Teyzem her şeyden evvel boğa güreşi tutkunuydu ve bu gösterilere beslediği heves dur durak bilmiyordu. İşte hiç silinmeyecek bir anı: Ağabeyim babamın arabasını keyfine göre sürerken ben yanındaki koltukta karışan görüşen olmadan sigara içiyorum, Giselle Teyze ise arkada soluk dudaklarında memnuniyet dolu bir gülümseme ve kucağında üç posterle oturmuş, yolun aşağısında uzanan puslu uçurumları, koyu yeşil denizi seyrediyor; o üç hazine benim, ağabeyimin ve teyzemin Barselona’da arenada üç boğa güreşçisiyle ahbaplık ettiğimizin canlı kanıtı. Teyzemin kendini hummalı biçimde kaptırdığı bu tür meraklarını annemler kuşkusuz hiç onaylamıyordu; bize tanıdığı serbestlikten de hoşlandıklarını sanmıyorum, o zamanlar on dördümde olsam da bakış açılarına göre aşırı buluyorlardı bunu. Bense aksine, oldum olası Giselle Teyze’ye göz kulak olanın esas biz olduğumuzu düşünmüşümdür; annemin kimseye çaktırmadan gayet zarif bir biçimde, bir dolu vesveseyle bize emanet ettiği bir ödevdi bu. Öyle ya da böyle, Giselle Teyze sadece bir sefer, Del Mar’da geçirdiğimiz sondan bir önceki yaz bizimleydi.
Bunun dışında anımsadığım pek az şey var. Terastaki masalardan yükselen kahkahaları, gözümün önünde boşalmasını hayretle izlediğim dev bira fıçılarını, barın bir köşesine kan ter içinde çömelmiş kısık sesle sohbet eden tekinsiz tipli garsonları unutmadım. Bölük pörçük görüntüler: Babamın mutlu gülümsemesi ve söylenenleri onaylayarak habire başını sallaması, bisiklet kiralanan bir atölye, saat dokuz buçukta bile hâlâ cılız bir güneş ışığının olduğu kumsal… O zaman kaldığımız oda şimdikinden farklıydı, iyi mi kötü mü bilmiyorum ama farklı; daha alt katlarda, dört yatak sığacak genişlikte, daha büyük, annemlerin öğle yemeğinden sonra genellikle bitmek bilmeyen iskambil oyunları için balkonuna kuruldukları, deniz manzaralı, ferah bir odaydı. Banyolu muydu emin değilim. Bazı yazlar kaldığımız odada vardı, bazılarında yoktu galiba. Şu anki odamızın banyosu var, hatta sevimli ve geniş bir tuvaleti de; battal bir çift kişilik yatağı, halıları, balkonda demir ayaklı mermer bir masası, içi yeşil efil efil dışı kalın çift kat perdesi, son derece modern beyaz ahşap doğramaları, gömülü ve aplik lambaları, güzelce gizlenmiş, tek bir düğmeyle kısık ve yumuşak sesle müzik sesinin yükseldiği hoparlörleri… Kuşku yok, Del Mar bayağı ilerleme kaydetmiş. Paseo Marítimo’da trafikte yol alırken şöyle bir göz attım da rakipleri de boş durmamış. Daha önce hatırlamadığım oteller yapılmış, boş araziler binalarla dolmuş. Ama bütün bunlar tahmini bir bakış. Yarın Frau Else’yle konuşmaya çalışıp kasabayı gezmeye çıkarım.
Ben de ilerleme kaydettim mi? Elbette: Önceden Ingeborg’la tanışmıyordum, şimdiyse onunlayım; arkadaşlıklarım daha ilginç ve derin, örneğin bu sayfaları okuyacak ağabeyim yerine koyduğum Conrad; ne istediğimi biliyorum, bakış açım daha iyi, ekonomik bağımsızlığım var, yeniyetmelik döneminin aksine canım asla sıkılmıyor. Can sıkıntısı yaşamayışımla ilgili olarak, Conrad bunun sağlıklı olmanın altın anahtarı olduğunu söylüyor. Buna bakarsak sağlığımın kusursuz olması gerek. Abartıya kaçmayacaksa, hayatımın en iyi döneminde olduğumu sanıyorum.
Bunu büyük oranda Ingeborg’a borçluyum. Onun karşıma çıkması başıma gelen en iyi şey. Tatlılığıyla, cömertliğiyle, bana yumuşak yumuşak bakmasıyla, gündelik çabalarımın ve hasetçilerin taktığı çelmelerin başka bir ayara kavuşmasını, olaylarla yüzleşip onları alt etmemi sağlayacak gerekli ayarı elde etmesini sağlıyor. İlişkimiz kim bilir ne zamana biter. Böyle söylüyorum çünkü genç çiftlerin ilişkileri kırılgan oluyor. Bunu pek aklıma getirmek istemiyorum. Sevecen olmayı yeğliyorum, onu sevip kollamayı. Elbette sonunda evlenirsek ne âlâ. Duygusal açıdan Ingeborg’la geçen bir ömürden başka ne isterim ki?
Zaman gösterecek. Şu anda aşkı… neyse, şairaneliğe düşmenin âlemi yok. Bu tatil günleri aynı zamanda iş de yapılacak. Frau Else’den oyun tahtası için iki küçük ya da bir büyük masa istemek gerek. Yeni açılışımı ve arkasından gelecek farklı hamleleri düşününce bile hemen şu an oyunun başına oturup bunun sağlamasını yapmak geliyor içimden. Ama yapmayacağım. Şu anki enerjim en fazla biraz daha yazmama yeter; yolculuk uzundu, dün gece hemen hiç uyumadım; kısmen Ingeborg’la ilk kez beraber yolculuğa çıktığımızdan, kısmen de on yıllık aradan sonra ilk kez Del Mar’a adım atacağım için.
Sabah terasta kahvaltı edeceğiz. Kaçta? Herhalde Ingeborg geç kalkar. Sabit bir kahvaltı saati var mıydı anımsamıyorum, yoktu galiba. Her halükârda kasabadaki turistlerin ve yerel balıkçıların uğrak yeri olan o eski kahvede kahvaltı edebiliriz. Annemlerle ya Del Mar’da ya da o kafede yerdik. Kapanmış mıdır? On yılda çok şey olabilir. Umarım açıktır.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıÜçüncü Reich
- Sayfa Sayısı328
- YazarRoberto Bolano
- ISBN9789750766084
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yaban Avı ~ C. E. Murphy

Yaban Avı
C. E. Murphy
Yarı Kızılderili, yarı Kelt asıllı olan Joanne Walker, emniyet müdürlüğünde araba tamircisi olarak çalışan bir polis memurudur. Annesinin cenazesinden dönerken, içinde bulunduğu uçak iniş...
- Cumartesi ~ Ian McEwan

Cumartesi
Ian McEwan
“Cumartesi” Çağdaş İngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından Ian McEwan, son romanı Cumartesi’de tek bir günde koca bir hayatı anlatırken dünyada olup bitenlerden kendimizi ne...
- Umut Mevsimi ~ Darien Gee

Umut Mevsimi
Darien Gee
En büyük acılar bile umudun gölgesinde erimeye mahkûmdur. Yepyeni başlangıçları ya da güzel bir gülümsemeyi bir ömür saklayabilir minicik bir fotoğraf karesi. Bir kutu...



