Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Anlaşma
Anlaşma

Anlaşma

Cihat Taşcıoğlu, Jodi Picoult

40 farklı dilde 20 milyon okurun sevgilisi Jodi Picoult‘dan ruhunuza işleyecek bir aşk hikayesi. ‘Söylenecek bir şey kalmamıştı. Kollarını ona dolayan kızın hayatının her…

40 farklı dilde 20 milyon okurun sevgilisi Jodi Picoult‘dan ruhunuza işleyecek bir aşk hikayesi.

‘Söylenecek bir şey kalmamıştı.
Kollarını ona dolayan kızın hayatının her evresini gözünün önüne getirebiliyordu; beş yaşında daha sarışın, on bir yaşında hızla boy atıyor, on üç yaşında elleri erkeksi.

Mehtap, çekik gözlerinde yansıyarak yuvarlanıyordu gökyüzünde.
Kız onun teninin kokusunu içine çekti ve “Seni seviyorum,” dedi.
Genç adam onu o kadar usulca öptü ki kız bunu hayal ettiğini sandı; gözlerine bakmak için biraz geri çekildi.
Ve silah patladı.’

Harte ve Gold aileleri on sekiz yıl boyunca yan yana evlerde yaşadı. Aile pikniklerinden en mahrem sırlara kadar her şeyi paylaştılar. Çocukları Chris ve Emily’nin yakınlaşması da bu nedenle sürpriz olmadı, hatta arzu edildi. Birbirini neredeyse doğdukları günden beri tanıyan, hiç ayrılmayan liseli iki genç, ailelerinin gurur tablosunda el ele gülümsüyordu; ikisi de başarılı, ikisi de popüler, ikisi de pırıl pırıl.
Ama bir gece yarısı çalan telefonla her şey değişti;
Emily başından vurulmuştu. Chris olay yerindeki tek kişiydi ve silahta kendisi için de bir kurşun olduğunu söylüyordu…

İnsan, aile, dostluk, aşk..
Siz olsanız ne yapardınız?

“Picoult yarattığı karakterlere bürünmekte akılalmaz bir yetenek sergiliyor.”
New York Times

“Hiçbir romancı sayfaları Jodi Picoult’dan daha etkileyici çevirtemiyor “
USA Today

“Picoult kestirilemez bir ihtişamla yazıyor.”
Stephen King

“Picoult’un ne kadar iyi yazdığını abartmak zor.”
Financial Times

***

Kasım, 2001

Söylenecek bir şey kalmamıştı.

Kıza sarıldı. Kollarını onun bedenine dolayan kızın hayatının her evresini gözünün önüne getirebiliyordu: beş yaşında daha sarışınken, on bir yaşında hızla boy atarken, on üç yaşında daha erkeksi hal alan elleriyle. Mehtap çekik gözlerinde yansıyarak yuvarlanıyordu gökyüzünde.

Kız onun teninin kokusunu içine çekti ve “Seni seviyorum,” dedi.

Genç adam onu o kadar usulca öptü ki kız bunu hayal ettiğini sandı; gözlerine bakmak için biraz geri çekildi.

Ve silah patladı.

Rezervasyon yaptırmasalar da Çin restoranının arka köşesindeki masa yıllardır Cuma akşamları Harte ve Gold ailelerine aitti. Zamanında oraya çocuklarla gelir, o köşeyi bebek iskemleleriyle, çocuk bezi torbalanyla doldurur ve garsonların trafiğini aksatırlardı. Artık sadece dördü vardı ve saat altı sularında birer birer gelip mıknatıslanmış gibi bir araya toplanıyorlardı.

O akşam ilk gelen James Harte oldu. Girdiği ameliyat beklenmedik şekilde erken bitmişti. Önündeki çubukları alıp bir cerrahi gereci tutar gibi parmaklarının arasına yerleştirdi.

“’Merhaba,” dedi Melanie Gold, aniden karşısında belirerek. “Erken geldim galiba.”

“Hayır,” diye cevap verdi James. “Ötekiler geç kaldı.”

“Öyle mi?” Paltosunu omuzlarından sıyırıp dertop ederek yanına koydu. “Erken geldiğimi sanıp sevinmiştim. Bir kere bile erken geldiğimi hatırlamıyorum.”

James bir an düşündü ve “Aslını istersen ben de hatırlamıyorum, ” dedi.

Ortak tek noktaları vardı aslında: Augusta Harte. O da henüz gelmemişti. James ile Melanie birbirleri hakkında doğrudan paylaşılmamış, Melanie ile kahve içerken ağızdan kaçırılmış kimi mahrem şeyleri biliyor olmanın hassas rahatsızlığıyla karşılıklı oturmak zonında kaldı.

James çubukları parmaklarında maharetle çevirdi. “Ne dersin?” diye sordu, Melanie’ye gülümseyerek. “Sence mesleği bırakıp davulcu mu olsam?”

Melanie dikkatler üzerine odaklandığında hep olduğu gibi kızardı. Belinin etrafını çemberli bir iç etekliği gibi saran kütüphane başvuru masasının içinde yıllarca yaşadıktan sonra yanıtları bulup çıkarmak kolaylaşmıştı onun için ama soğukkanlılığı korumayı hâlâ öğrenememişti. James ona, “Adis Ababa’nın nüfusu kaç?” ya da “Fotoğraf banyosunda hangi kimyasal maddeler kullanılır?” gibi sorular yöneltmiş olsa öyle kızarmazdı, çünkü o tür sorulara vereceği yanıtlarla onu kırma tehlikesi yoktu. Ama şu davulcu sorusu… James’in duymak istediği neydi acaba?

“Bence hiç sana göre değil,” dedi, uçarı görünmeye çalışarak. “Saçını uzatıp meme uçlannı deldirmen falan gerekir.”

“Sormaya korkuyorum ama neden meme uçlarını deldirmekten bahsediyorsunuz?” dedi Michael Gold, masaya yaklaşırken. Eğilip karısının omzuna dokundu ki bu, onca yıllık evlilikten sonra sarılma yerine geçiyordu.

“Fazla heveslenme,” dedi Melanie. “Ben değil James deldirtecek.”

Michael güldü. “Uzmanlık belgeni hızla kaybetmek için yeterli sebep.”

“Neden?” James kaşlarını çattı. “Geçen yaz Alaska seyahatinde tanıştığımız şu Nobel ödüllü şairi hatırlıyor musunuz? Adamın kaşında halka vardı.”

“Doğru,” dedi Michael. “Ama baştan aşağı küfürden oluşan şiirler yazmak için tıpta uzmanlık diplomasına ihtiyaç yok.” Peçetesini sallayıp açtı ve dizlerinin üzerine koydu. ‘’Gus nerede kaldı?”

James saatine baktı. Saati onun aynlmaz bir parçasıydı; Gus ise saat takmazdı ve bu da James’i deli ediyordu. “Kate’i bir arkadaşına yatıya götürecekti.”

“Sipariş verdiniz mi?” diye sordu Michael.

“Siparişleri Gus veriyor,” dedi James. Gus genellikle en önce gelir ve hayatın diğer alanlarında olduğu gibi yemekte de her şeyin yolunda gitmesini sağlardı.

Augusta Harte, kocasının çağrısını duymuş gibi Çin restoranının kapısından içeriye telaşla daldı. “Üff, geç kaldım!” dedi paltosunun düğmelerini çözerken. “Nasıl bir gün geçirdiğime inanamazsınız.” Üçü de masaya doğru eğilerek Gus’ın meşhur hikâyelerinden birini dinlemeye hazırlandı. O ise garsona el ederek ve içtenlikle gülümseyerek, “Her zamankinden,” dedi.

Her zamankinden mi? Melanie, Michael ve James birbirine baktı. O kadar mıydı?

Gus profesyonel hizmet elemanıydı ama yemek servisi yapan türden değil, başkalarının adına zamanını feda etmeye dayalı bir işi vardı. Vakti kıt New Englandlılar, Motorlu Taşıtlar Dairesi’nde sıraya girmek ya da bütün gün evde oturup kablolu televizyon tamircisini beklemek istemedikleri zaman Gus’ın şirketi olan Üstümüze Vazife’ye başvuruyordu.

Kıvırcık kızıl saçlarına çeki düzen vermeye çalışan Gus, lastik tokayı dişlerinin arasına kıstırarak, “Sabah Motorlu Taşıtlar Dairesi’ne gittim ki orası en iyi gününde bile berbattır,” dedi. Saçlarını nafile bir cesaret gösterisiyle atkuyruğu yapmaya yeltendikten sonra -bu elektrik akımını yakalamaya çalışmak gibi bir şeydi- başını kaldırdı. “Tam sıra bana geldi ki… Şu ufacık pencerelerden birinin önündeydim. Görevli kalp krizi geçirdi. Yemin ederim! Düşüp oracıkta öldü.”

“Korkunç…” diye fısıldadı Melanie.

“Hmm, öyle! Bu yetmezmiş gibi bizim sırayı iptal ettiler. Kuyruğa tekrar girmek zorunda kaldım.”

“İşine gelmiştir; faturaya daha fazla mesai yazacaksın,” dedi Michael.

“Evet ama saat ikide Exeter’de başka bir randevum vardı.”

“Okulda mı?”

“Bay J. Foxhill diye birisiyle. Meğer cebi şişkin bir dokuzuncu sınıf öğrencisiymiş. Paydos sonrasında yerine cezaya kalacak birini arıyormuş.”

James güldü. “Çok yaratıcı.”

“Söylememe gerek yok herhalde: Müdür kabul etmedi. Dahası, konuyu öğrenene kadar çocuğun planları hakkında en ufak bir fikrim olmadığını söylememe rağmen yetişkinlerin sorumlulukları üzerine bir söylev çekip vaktimi harcadı. Sonra Kate’i futbol antrenmamndan almaya giderken lastik patladı. Ben lastiği değiştirip sahaya varana kadar Kate çoktan kendisini Susan’ın evine götürecek birini bulmuştu.”

“Gus!” dedi Melanie. “Memur ne oldu?”

‘Tastiği kendin mi değiştirdin?” dedi James, sanki Melanie ağzını hiç açmamış gibi. “Gurur duydum seninle.”

“Ben de öyle. Ama ters takmış olabilirim; bu gece senin arabanı almak istiyorum.”

“Gece de çalışacak mısın?”

Gus başını salladı ve yemeklerini getiren garsona gülümsedi. “Metallica bileti almaya gitmem lazım.”

“Memura ne oldu?” dedi Melanie, bu kez daha ısrarcı bir sesle.

Hepsi dönüp ona baktı.

“Aman, Mel!” dedi Gus. “Bağırmana gerek yok.” Melanie kızarınca sesini yumuşattı. “Memura ne olduğunu bilmiyorum açıkçası. Adamı ambulansa koyup götürdüler.” Tabağına bir kaşık lo mein aldı. “Bu arada, bugün Belediye Binası’nda Emily’nin tablosunu gördüm.”

“Orada ne işin vardı?” diye sordu James.

Gus omuz silkerek, “Tabloya bakmaya gittim,” dedi. “Resim… Altın yaldızlı çerçevesiyle, altındaki koca mavi kuıdeleyle o kadar profesyoneldi ki… Çocukken Chris’le yaptığı pastel boya resimleri sakladığım için gülmüştünüz bana.”

Michael gülümsedi. “Güldük, çünkü emekliliğini onlardan çıkaracağını söylüyordun.”

“Görürsünüz,” dedi Gus. “Henüz on yedi yaşında ve eyalet çapında ödüllü bir sanatçı. Bakarsınız yirmi bir yaşında kişisel sergisini açar… Otuzuna gelmeden de çalışmaları Modern Sanat Müzesi’nde sergilenir.” James’in eline uzanıp kol saatini kendine doğru çevirdi. “Beş dakikam kaldı.”

James’in kolu kucağına düştü. “Gişe akşam yedide açık oluyor mu?”

“Sabah yedide,” dedi Gus. “Uyku tulumum arabada.” Esnedi. “Galiba bir kariyer değişikliğine ihtiyacım var. Daha az stresli bir iş… Hava trafiği kontrolörlüğü ya da İsrail başbakanlığı gibi mesela.” Mu shi tabağına uzanıp hamurları dürüm yaparak onlara uzatmaya başladı. “Bayan Greenblatt’ın kataraktları ne oldu?”

“Yok oldu,” dedi James. “Büyük ihtimalle mükemmel görecek artık.”

Melanie İç geçirdi. “Ben de katarakt ameliyatı olmak istiyorum. Bir sabah uyanıp etrafı görebilmek harika bir şey olsa gerek.”

“Katarakt ameliyatına özeniyor olamazsın,” dedi Michael.

“Neden? Lenslerimden kurtulmuş olurum. Üstelik tanıdığım iyi bir göz cerrahı var.”

“James seni ameliyat edemez,” dedi Gus, gülümseyerek. “Bu konuda bir mesleki etik kuralı yok muydu?”

“O kurallar sanal aileler için geçerli değil.”

“Bu laf hoşuma gitti” dedi Gus. “Sanal aile. Böyle bir yasa olsa keşke… Nikâhsız evlilikler gibi. Birisiyle yeterince uzun süre içli dışlı yaşarsan akraba sayılırsın.” Son lokmayı ağzına atıp ayağa kalktı. “Dört dörtlük ve dinlendirici bir yemekti.”

Melanie, “Dur,” diyerek garsona döndü ve şans kurabiyesi istedi. Adam gelince Gus’ın ceplerini kurabiye doldurdu. “Gişenin önünde beklerken yiyecek bir şey bulamazsın.”

Michael bir kurabiye seçip kırdı. “Sevgi, hafife alınacak bir armağan değildir,” diye okudu yüksek sesle.

James kendi kurabiyesine göz attı. “İnsan kendini hissettiği yaştadır. Şu anda bana fazla şey ifade etmiyor.”

Herkes Melanie’ye baktı ama o, incecik kâğıt parçasını okuyup cebine atmakla yetindi. Yüksek sesle okunduğunda şansın kaybolacağına inanıyordu.

Gus tabakta kalan kurabiyelerden birini alıp kırdı ve “Şuna bakın,” dedi gülerek, “Benimki boş çıktı.”

“Yazı yok mu?” diye sordu Michael. “Bunun bedeli bedava yemektir.”

“Yerlere bak, Gus. Belki düşürmüşsündür. Şans kurabiyesinden şans çıkmadığı nerede görülmüş?”

Şans ne yerdeydi, ne tabakların altında, ne de paltosunun kıvrımlarının arasında. Gus hayıflanarak başını salladı ve çay fincanını kaldırdı. “Geleceğime!” Telaşla çıkıp gitti.

New Hampshire eyaletinin Bainbridge kasabası, nüfusunun çoğunluğu Dartmouth Üniversitesi öğretim görevlilerinden ve yerel hastanenin doktorlarından oluşan bir banliyö yerleşimiydi. Üniversiteye mülklerin değerini artıracak kadar yakın ama ‘taşra’ kabul edilecek kadar uzaktı. Yetmişli yılların sonunda, ayakta kalmaya direnen eski mandıraların arasına parsellere ayrılmış ikişer hektarlık arsalara yayılan dar yollar serpiştirilmişti. Harte ve Gold ailelerinin oturduğu Wood Hollow Caddesi o yollardan biriydi.

İki arsa, ortak hipotenüste buluşmuş iki üçgenden oluşan bir kare biçimindeydi. Harteların arsası yol tarafında darken içeride genişliyor, Goldlarınki ise tam tersine, içeriye gidildikçe daralıyordu. Aralarında yarım hektarlık bir alan bile olmayan iki evin ortasında görüşü tam olarak engellemeyen ufak bir koruluk vardı.

Michael ile Melanie, Wood Hollow Caddesi’ne sapan James’in kullandığı gri Volvo’nun peşi sıra ayrı arabalarda gidiyordu. Yaklaşık bir kilometre kadar yokuş yukarı ilerledikten sonra, üstünde 34 yazan granit sütuna gelince James sola döndü. Michael ise hemen yandaki yola girip kamyonetinin kontağını kapattı. Arabanın içinden yere sızan küçük ışık karesine ayak basar basmaz üstüne atlayan Grady ile Beau’ya hiç ses etmedi. Melanie’nin arabasından inmesini beklerken İrlanda seterleri onun etrafında döne döne dans ediyordu.

“Emily daha gelmemiş galiba,” dedi Michael.

Melanie arabasından çıktı ve kapıyı kapattı. “Saat sekiz. Daha yeni gitmiştir.”

Michael yan kapıdan Melanie’nin peşi sıra mutfağa girdi. Melanie küçük bir kitap kümesini masanın üstüne bıraktı. “Bu gece kim nöbette?”

Michael kollarını başının üzerine kaldırıp gerindi. “Bilmiyorum. Ben değilim. Galiba Weston Hayvan Hastanesi’nden Richards.” Kapıya gidip seterlere seslendi ama köpekler ona bakmakla yetinerek rüzgârda uçuşan yaprakları kovalamaya devam etti.

“Rezalet!” dedi Melanie. “Kendi köpeklerine söz geçiremeyen bir veteriner.”

Michael kenara çekilerek ıslık çalmak için kapıya çıkan Melanie’ye yol verdi. Köpekler paldır küldür yanından geçerken gecenin taze kokusunu içeri taşıdı. “Emily’nin köpekleri onlar,” dedi Michael.

Sabah saat üçte telefon çalınca James hemen uyandı. Bayan Greenblatt’ın başına ne geldiğini tahmin etmeye çalıştı, çünkü tek acil durum vakası o olabilirdi. Yatakta karısının olması gereken yerin üzerinden uzanıp el yordamıyla telefonu buldu. “Evet?”

“Bay Harte ile mi görüşüyorum?”

“Doktor Harte,” diye düzeltti James.

“Ben Bainbridge karakolundan Memur Stanley, Doktor Harte. Oğlunuz yaralandı ve Bainbridge Memorial Hastanesi’ne kaldırıldı.”

James cümlelerin boğazında birbirine düğümlendiğini hissetti. “Oğlum… Trafik kazası mı?”

Kısa bir sessizlik oldu. “Hayır, efendim.”

James’in kalbi sıkıştı. “Teşekkür ederim,” dedi telefonu kapatırken. Kendisine o denli korkunç bir haberi veren kişiye neden teşekkür ettiğini düşünüyordu. Ahizeyi yerine bıraktığı anda aklına binlerce soru geldi. Christopher neresinden yaralanmıştı? Durumu ağır mıydı? Yoksa hafif yaralı mıydı? Emily hâlâ yanında mıydı? Ne olmuştu?

Kirli sepetine attığı giysileri üstüne geçirip bir dakikada aşağıya indi. Hastaneye ulaşması on yedi dakika sürecekti, bunu biliyordu. Cep telefonununda Gus’ın numarasını çevirmeye başladığında Wood Hollow Caddesi’ne çıkmıştı bile.

“Ne dediler?” diye sordu Melanie onuncu kez. “Tam olarak ne dediler?”

Michael kot pantolonunun fermuarını çekip spor ayakkabılarını giydi. Ayaklarında çorap olmadığını farkettiğinde çok geçti. “Çorapların cam cehenneme!”

“Michael!”

Başını kaldırdı. “Emily yaralanmış ve hastaneye kaldırılmış.”

Ellerinin fena halde titremesine rağmen üzerine düşenleri yerine getirebilmesine şaşıyordu: Mel’i kapıya yöneltmiş, arabanın anahtarlarını bulmuş, Bainbridge Memorial Hastanesi’ne giden en kestirme yolu kafasında çizmişti.

Gece yarısı bir telefon gelse ve insanın dilinin tutulmasına neden olacak inanılması güç bir haber alsa ne olacağını daha önce varsayımsal olarak düşünmüştü. İçten içe öyle bir durumda hiç faydası olmayacağına karar vermişti. Ama şimdi arabasını dikkatle geri geri sürebiliyor, kendine hâkim olabiliyordu, içinde yükselen paniğin tek göstergesi, yanağındaki ufak seğirmeydi.

“James ameliyatlarını orada yapıyor,” Bunu sürekli söylüyordu Melanie. “Kiminle görüşmemiz, ne yapmamız gerektiğini o bilir.”

“Tatlım…” dedi Michael, karanlıkta kansının elini yakalayarak. “Henüz hiçbir şey bilmiyoruz.” Yine de Harteların evinin önünden geçerken binanın sükûnetini, pencerelerdeki dingin karanlığı farketmeden yapamadı, o normallikten ötürü içine bir kıskançlık hançerinin saplanmasını engelleyemedi. ‘Neden biz?’ diye düşündü. Bunu düşündüğü sırada Wood Hollow Caddesi’nin ucundan kasaba merkezine dönmekte olan bir başka arabanın fren lambaları görülüyordu. Ama Michael’ın bunu ayırd edecek hali yoktu.

Gus kaldırımın üstünde, yemyeşil saçları başının tepesinde dikilmiş bir yeniyetmeler üçlüsüyle halka açık ortamda sekse maksimum oranda yaklaşan bir çiftin arasında uzanmıştı.

‘Chris saçına böyle bir şey yapsa…’ diye düşündü. ‘Ona… Ne yapardık acaba?’

O tür bir sorun yaşamamışlardı hiç, çünkü Chris’in saçları kendini bildi bileli asker tıraşından biraz uzun olmuştu. Yanındaki Romeo ile Juliet’e gelince… O konu da sorun değildi. Emily ile Chris biraz palazlanır palazlanmaz, herkesin onları teşvik ettiği gibi çıkmaya başlamıştı.

Dört buçuk saat sonra müşterisinin oğluna Metallica konserinin en iyi koltuklarını satın almış olacak, sonra da eve gidip uyuyacaktı.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıAnlaşma
  • Sayfa Sayısı528
  • YazarJodi Picoult
  • ÇevirmenCihat Taşcıoğlu
  • ISBN9789756006993
  • Boyutlar, Kapak14x21, Karton Kapak
  • YayıneviApril Yayıncılık / 2012

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Olağanüstü Bir Gece ~ Stefan ZweigOlağanüstü Bir Gece

    Olağanüstü Bir Gece

    Stefan Zweig

    Olağanüstü Bir Gece, seçkin bir burjuva olarak rahat ve tasasız varoluşunu sürdürürken giderek duyarsızlaşan bir adamın hayatındaki dönüştürücü deneyimin hikâyesidir. Sıradan bir Pazar gününü...

  2. 1Q84 ~ Haruki Murakami1Q84

    1Q84

    Haruki Murakami

    Fantastiğe göz kırpan, büyüleyici, kült bir başyapıt… Murakami “1Q84”de sorguluyor: Yaşadığın dünya gerçek mi? Japonya’nın en önemli ve popüler yazarlarından Haruki Murakami’nin, George Orwell’in...

  3. Çıplak Sırlar ~ Lilliana HartÇıplak Sırlar

    Çıplak Sırlar

    Lilliana Hart

    Sırlar en derinde gömülü olsa bile, masumiyet maskesi bir gün mutlaka düşer! Küçük, sakin bir kasabada gerçekleşen dehşet verici bir cinayetin sükûneti bozmasının ardından...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur