Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kaçak Gelin
Kaçak Gelin

Kaçak Gelin

Brenda Joyce

Tutkulu bir erkek Âşık bir kadın Soluk soluğa bir aşk Sean O’Neill bir zamanlar Eleanor de Warenne’in her şeyidir fakat Sean’ın ortadan kaybolup kendisinden…

Tutkulu bir erkek
Âşık bir kadın
Soluk soluğa bir aşk

Sean O’Neill bir zamanlar Eleanor de Warenne’in her şeyidir fakat Sean’ın ortadan kaybolup kendisinden haber alınamadığı yıllarda, Eleanor bile ondan ümidi keser ve başkasıyla evlenmek üzere sözlenir. Düğünün hemen öncesinde Sean çıkagelir… Ancak kaybolduğu yıllarda yaşadıkları onu değiştirmiş ve artık Sean bambaşka biri olmuştur.
Sean, Eleanor’un küçük bir kızdan genç ve güzel bir kadına dönüşmesi karşısında şaşırır. Genç kadını, bir kaçak olarak yaşadığı kendi karmaşık hayatına çekmemekte kararlıdır ancak bu gelin, kalbini çalan erkekle kaçmaya çoktan hazırdır…

“Brenda Joyce tutkunun tehlikeleri ve keyifleri üzerine hayranlık uyandıran bir hikâye anlatıyor.”

-Publishers Weekly-

Giriş

Askeaton, İrlanda, Haziran 1814

Bilinmeyenin çağrısı. Oradaydı, etrafında ve içinde; ısrara bir huzursuzluk, maceraya yapılan bir çağrı. Daha önce hiç bu kadar baskın olduğunu hissetmemişti. Artık onu bir saniye bile duymazdan gelmesi imkânsızdı.

Sean O’Neill neredeyse dört yüz yıldır ailesine ait olan malikânenin avlusunda durdu. Şu an karşısında gördüğü duvarları kendi elleriyle yeniden örmüştü. Yine kendi elleriyle, kasabadaki ustaların içi boş birer kovana benzeyen pencerelere harikulade bir işçilikle boyanmış vitray camlar takmalarına yardım etmişti. Evin antik döşemelerine diz çökmüş, Limerick’ten gelen duvar işçileriyle birlikte yerdeki kırık taşları yenileriyle değiştirmişti. Bir hizmetçi ordusunun yardımıyla ön taraftaki salonda duran yanmış kılıçları ve diğer bütün aile yadigârlarını tek tek onarmıştı. Ancak salondaki geniş duvar halısı öylesine kötü yanmıştı ki onu kurtarabilmesi mümkün olmamıştı.

O’Neil’lara ait bu malikânenin yanarak kapkara olan arazisini yeniden verimli bir toprağın rengine bürünene dek günlerce, haftalarca sabanla sürmüştü. 1798 yılının o uğursuz yaz mevsiminde İngiliz askerlerince telef edilen hayvan sürülerinin yerine alınan sığır ve koyunların seçiminden çiftliğe ulaştırılmalarına dek her aşamayla bizzat kendisi ilgilenmişti.

Şimdi o eyer torbalarını ağzına kadar doldurduğu ve eyer kaşına da küçük bir heybe astığı atının üzerinde otururken evin arka tarafındaki tepelerde kuzular anneleriyle birlikte günün ilk gıklarında neşeyle sıçrayıp oynuyordu.

O bu malikâneyi teriyle, kanıyla, hatta yeri geldi mi gözyaşlarıyla yeniden var etmişti. Askeaton’ı, o yıllarda kraliyet donanmasının bir kaptanı olarak denizlerde Fransa’yla savaşan ağabeyi Devlin için sil baştan yaratmıştı. Devlin birkaç gün önce yanında Amerikalı eşi ve kızıyla evine geri dönmüştü. Sean görevinden ayrılan ağabeyinin artık Askeaton’a yerleşeceğini biliyordu. Zaten olması gereken de buydu.

Bunları düşünmesiyle birlikte az önceki huzursuzluk onu tamamen esir aldı. İstediği şeyin ne olduğunu tam olarak bilemese de buradaki görevinin tamamladığından emindi. Dışarıda kayda değer bir şeyler onu bekliyor, kaybolan denizcileri arayan bir canavar düdüğü gibi kendisine sesleniyordu. Henüz yirmi dört yaşındaydı. Kaderin karşısına çıkarmayı planladığı macerayı düşününce heyecanlandı ve buna hazır olduğunu hissederek yavaş yavaş yükselmeye başlayan güneşe bakıp gülümsedi.

“Sean! Bekle!”

Sean bir an için duyduğu bu sesin Eleanor de Warenne’e ait olduğuna inanamadı. Halbuki onun bu saatte çoktan uyanmış olacağını ve o burayı terk etmeden önce kendisine mutlaka yetişeceğini tahmin etmiş olmalıydı. Eleanor, babası onun annesiyle evlendiğinden beri bir gölge gibi sürekli Sean’ın peşinde dolaşıyordu. O zamanlar Sean sekiz yaşındaki suratsız bir çocuk, o ise iki yaşındaki ısrarcı ve ele avuca sığmaz bir bebekti. Çocukken, yeni sahibinin peşinden koşan minik bir köpek gibi sürekli Sean’ın etrafında dolanır, bazen onu eğlendirir bazen de canını sıkardı. Sean ailesinin arazisini restore etmeye başladığında Eleanor da yanma diz çökmüş, onunla birlikte kırılan taşları parçalamıştı. On altı yaşına geldiğinde ailesi onu İngiltere’ye göndermişti. O günden sonra artık eski, küçük Elle değildi. Huzursuzlanan Sean dönüp Eleanor’a baktı.

Genç kadın hızla ona doğru koşuyordu. Eleanor terbiyeli bir hanım gibi zarif adımlarla yürümek yerine, uzun ve saldırgan adımlar atmayı tercih ederdi. Onun bu özelliği hiç değişmemiş olsa da geri kalan her şeyi değişmişti. Sean birden gerildiğini hissetti çünkü çıplak ayaklarıyla ona doğru koşan Eleanor’un üzerinde beyaz, pamuklu bir gecelikten başka bir şey yoktu.

Kısa bir an için kendisine seslenip duran bu kadım tanımakta güçlük çekti. Eleanor’un şafak esintisiyle üzerine yapışan geceliği ipekli bir eldiven gibi vücudunu sarmış, Sean’ın daha önce hiç görmediği kıvrımlarını ortaya çıkarmıştı.

“Nereye gidiyorsun? Neden beni uyandırmadın? Ben de seninle geleceğim! Kiliseye gidip dönene dek yarışabiliriz.” Eleanor birden sustu ve fal taşı gibi açtığı gözlerini atin üzerindeki eyer torbaları ile küçük heybeye dikti. Yüzündeki gülümseme kaybolmuştu.

Sean onun yaşadığı şoktan sıyrılıp neler olup bittiğini anladığını fark etti ancak o hâlâ kendi şaşkınlığını atlatmakla meşguldü. Elle’in beline dek uzanan örgüleri, ince ve köşeli yüzüyle kaç yaşında olursa olsun hep uzun, sıska ve beceriksiz bir çocuk olarak kalacağını düşünmüştü. Bu son iki yılda ona neler olmuştu böyle? Vücudunun ne zaman bu kadar dikkat çekici, kadınsı kıvrımlara büründüğünü ya da yüzünün ne zaman dolgunlaşıp kusursuz bir oval şekil aldığını bilmiyordu.

Bakışlarını, Elle’in üzerindeki geceliğin uygunsuz bulduğu yakasından kaçırmaya çalıştı. Ona ait olduklarına inanamadığı dolgun kalçalarına bakmamaya da özen gösterdi. Yüzünü ateş basmıştı. “Üzerinde gecelikle ortalıkta dolaşamazsın. Birileri seni görebilir!” diye haykırdı. Sean bir önceki gece akşam yemeğinde Elle’in karşısına oturmuştu. O zaman da kendini böyle huzursuz hissetmişti, özellikle de yüzüne her baktığında Elle bakışlarını kaçırmasına engel olmaya çalışarak ona gülümsediği için. Onunla göz teması kurmamak konusunda elinden geleni yapmıştı.

“Sen beni daha önce yüzlerce kez gecelikle gördün,” dedi Elle yavaşça. “Nereye gidiyorsun?”

Sean bakışlarını onun gözlerine çevirdi. Elle’in gözlerinin hiç değişmemiş olması içini rahatlatmıştı. Bu kehribar rengi, badem biçimli gözlere ne zaman baksa onun ruh halini, zihninden geçen düşünceleri, duygularını ve yüz ifadesini okuyabilirdi. Şimdi de gözlerine baktığında korktuğunu görüyordu. Hiç vakit kaybetmeden onu rahatlatmak istercesine gülümsedi. Nedense Elle korkulara kapıldığında onu yatıştırmak her zaman Sean’ın görevi olmuştu.

“Gitmem gerekiyor,” dedi sessizce. “Ama geri döneceğim.”

“Bu da ne demek oluyor?” diye haykırdı Eleanor duyduklarına inanamayarak.

Sean’ın çocukluğundaki Elle tıpkı kendisi gibi onun düşüncelerini ve ruh halini okuyabilirdi. Artık büyümüştü belki ama hâlâ herhangi bir açıklamasına gerek kalmadan onu anlayabiliyordu. Sean kelimelerini özenle seçerek, “Dışarıda beni bekleyen bir şey var Elle, onu bulmalıyım,” dedi.

“Sen neden bahsediyorsun?” Eleanor’un gözleri giderek büyüyen bir dehşetle dolmuştu. “Hayır! Dışarıda seni bekleyen bir şey yok. Ben buradayım.

Sean bir anda sessizleşti ve göz göze geldiler. Tıpkı iki ailenin diğer bütün fertleri gibi o da Elle’in kendisine hem çılgınca hem de saçma sayılabilecek bir hayranlık beslediğini biliyordu. Bu hayranlığın ne zaman oluştuğu herkes için bir muamma olsa da Elle henüz küçük bir çocukken Sean’a âşık olduğuna karar vermiş ve günün birinde onunla evlenmeyi aklına koymuştu. Onun kendisini bu şekilde sahiplenmesi Sean’ı hep eğlendirmişti. Eninde sonunda bu saçma düşünceden vazgeçecek kadar büyüyeceğinden emindi. Aralarında gerçek bir kan bağı olmasa da Sean onu hep kardeşi olarak görmüştü.

Elle bir kontun kızı olarak bir üşme ya da zenginliğe veya her ikisine birden sahip olan bir adamla evlenecekti. “Elle.” Sean şimdi daha soğukkanlı bir şekilde konuşmaya başlamıştı. Onun az önceki imasını duymazdan gelmeyi tercih etti. Elbette, Eleanor artık bu tür inanışlardan vazgeçmiş olmalıydı. “Askeaton, Devlin’e ait ve o artık evine geri döndü. Dışarıda beni daha farklı şeylerin beklediğini hissediyorum. Gitmeliyim. Gitmek istiyorum.’’

Eleanor’un bir anda beti benzi attı. “Hayır! Gidemezsin! Dışarıda hiçbir şey yok. Sen neden bahsediyorsun? Senin hayatın burası! Bizler buradayız; ailen ve ben! Üstelik Askeaton’da Devlin kadar senin de hakkın var!”

Devlin, Askeaton’ı gerçekten de sekiz yıl önce Konttan satın aldığı için Sean bu konuda bir tartışmaya girmenin anlamsız olacağına karar verdi. Kısa bir an için duraksayıp Eleanor’un anlayışla karşılayabileceği kelimeleri bulmaya çalıştı. “Gitmek zorundayım. Ayrıca artık bana ihtiyacın da yok. Yeterince büyüdün.” Gülümsemeye çalıştıysa da bunu başaramadı. “Yakında tekrar İngiltere’ye gönderilecek ve etrafında onca talibin varken beni aklına dahi getirmeyeceksin.” Sean öne sürdüğü bu düşünceyi tuhaf ve sevimsiz buldu. “Haydi, şimdi yatağına dön.”

Eleanor’un yüzünde kesin bir kararlılık ifadesi görünce gerildiğini hissetti. Elle bir şey elde etmek istediğinde onu kimse durduramazdı. “Ben de seninle geliyorum.”

“Kesinlikle olmaz!”

“Sakın bensiz gideyim deme! Hemen giyiniyorum. Benim için de bir at hazırlamalarını söyle!” diye bağıran Eleanor tekrar eve gitmek üzere hızla arkasını döndü.

Onu kolundan tutup kendisine doğru çeviren Sean yumuşak vücudunu, kendisininkine bastırdığını hissettiği anda ne yapacağını bilemedi. İrkilerek ondan uzaklaştı.

“Bugüne dek ben dâhil herkese istediğin her şeyi yaptırdığını biliyorum. Ama bu defa bunu başaramayacaksın.”

“Dün akşam eve geldiğimden beri tam bir ahmak gibi davranıyorsun! Sürekli benden kaçıyorsun! Sakın bunu inkâr etmeye kalkışma. Yüzüme bile bakmıyorsun,” diye bağırdı Eleanor. “Şimdi de karşıma geçmiş beni terk ettiğini mi söylüyorsun?” Öylesine üzgün, öylesine öfkeliydi ki güçlükle nefes alıyordu.

Sean kollanın göğsünde kavuşturup bakışlarını onun dolgun göğüslerini açıkça gözler önüne seren geceliğinin üst kısmında gezdirdi. Ardından bunu yaptığına inanamayarak gözlerini hemen yüzüne çevirdi. “Ben seni terk etmiyorum, sadece buradan gidiyorum.”

“Seni hiç anlamıyorum,” dedi Eleanor yaşlı gözlerle. “Beni de yanında götürsen ne olur sanki!”

“Sen İngiltere’ye geri döneceksin.”

“Orada olmaktan nefret ediyorum!”

Elbette, nefret ediyordu. O evde yetişen bir gül değil, dağda açan bir lor çiçeğiydi. Eleanor beş erkek çocuğuyla birlikte büyümüş ve Londra’nın balo salonlarında kadril dansı yapmak için değil, İrlanda’nın tepelerinde at sürmek için yaratılmıştı. Şimdi perişan bir halde orada öylece duruyor, bu haliyle on sekiz yaşındaki bir genç kızdan çok, yaşadığı hayal kırıklığı yüzünden fazlasıyla mutsuz ve tamamen savunmasız olan sekiz yaşındaki küçük bir çocuğa benziyordu. Yanaklarından yaşlar süzülmeye başladı.

Sean daha önce defalarca yaptığı gibi onu hemen kollarının arasına alarak, “Tamam, sakin ol,” demeyi istedi. Ama vücuduna yine eskisi gibi sıska bir bedenin değil de dolgun göğüslerin bastırdığını hissedince kendini geri çekti. Yanaktan kızarmıştı.

Eleanor onun kollarına yapışarak, “Geri dönecek misin?” diye sordu ısrarla.

Sean ondan uzaklaşmaya çalışarak, “Elbette, döneceğim,” dedi çabucak.

“Ne zaman?”

“Emin değilim. Bir iki yıl içinde sanırım.”

“Bir iki yıl mı?” Eleanor ağlamaya başladı. “Bana bunu nasıl yaparsın? Beni nasıl bu kadar uzun süreliğine bırakıp gidersin? Seni şimdiden özlemeye başladım bile! Sen benim en yakın arkadaşınsın! Ben de senin! Beni hiç özlemeyecekmisin?”

Sean daha fazla dayanamayıp onun elini tuttu. “Elbette, özleyeceğim,” dedi sessizce. Bu gerçekten de doğruydu.

Bakışları buluştu. “Bana söz ver. Benim için geri döneceğine söz ver.”

“Söz veriyorum.”

Sean gözlerinden yaşlar boşanan Eleanorla bakıştıktan süre boyunca el ele tutuştuklarım fark etti. Elini yavaşça genç kadının kavrayışından kurtardı. Artık gitme zamanıydı. Atına döndü ve üzengiye uzandı.

“Bekle!”

Eleanor, Sean’ın daha tam anlamıyla ona doğru dönüp tepki vermesine bile fırsat tanımadan kollarını onun boynuna doladı ve dudaklarını dudaklarına yapıştırdı.

Sean o an neler olup bittiğini anladı. Malikânenin arka tarafındaki eski ve yıkık taş kuleden aşağı atlarken kahkahalar atacak kadar cesur bir kız olan uzun ve zayıf, küçük Elle onu dudaklarından öpüyordu. Ama bu imkânsızdı çünkü kollarının arasında bir çocuk değil, yumuşak ve sıcak vücudu, aralık duran şehvetli dudaklarıyla bir kadın duruyordu.

Dehşete kapılan Sean irkilerek ondan uzaklaştı. “Bu da neydi böyle?”

“Öpücüktü, sersem şey!” diye bağırdı Eleanor.

Şaşkınlığını hâlâ üzerinden atamamış olan Sean elinin tersiyle ağzını sildi.

Eleanor gözlerine inanamamıştı. “Hoşuna gitmedi mi?” diye sordu

“Hayır, gitmedi,” dedi Sean neredeyse bağırarak. Artık hem ona hem de kendine öfke duyduğunu hissederek atına atladı. Ardından ona baktı. Eleanor elleriyle ağzını kapatmış sessizce ağlıyordu. Sean onun ağlamasına asla dayanamazdı. “Ne olur ağlama,” dedi. “Lütfen.”

Eleanor solgun bir yüzle başım salladı ve gözyaşlarıyla mücadele ederek ağlamayı bıraktı. “Bana tekrar söz ver.”

Sean içini çekti. “Söz veriyorum.”

Eleanor yaşlı gözlerle ona gülümsedi.

Sean da gülümsedi ve tuhaf bir şekilde kendisinin de ağlamaklı olduğunu fark etti. Ardından dizginleri kaldırdı ve atını dörtnala sürdü. Aslında oradan böylesine delice bir hızla ayrılmayı düşünmemişti ancak Eleanor’un kendisinin sebep olduğu bir üzüntü yaşadığını görmek dayanabileceğinden çok daha fazlasıydı. Yeterince uzaklaştığından emin olduktan sonra dönüp arkasına baktı.

Eleanor yerinden bile kıpırdamamıştı. Üzerinde beyaz geceliğiyle demir bahçe kapılanın önünde duruyor, onun gidişini seyrediyordu.

Sean’a elini kaldırdı ve genç adam aralarındaki mesafeye rağmen onun üzgün ve korku dolu olduğunu hissetti.

O da elini kaldırarak karşılık verdi. Tüm benliğiyle sarsıldığını hissederek belki de böylesinin çok daha iyi olacağını düşündü. Ardından tekrar önüne döndü ve atını yolun aşağısına doğru eşkin sürerek…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıKaçak Gelin
  • Sayfa Sayısı464
  • YazarBrenda Joyce
  • ISBN9786055289911
  • Boyutlar, Kapak13,5 X 21,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviPegasus / 2012

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Aşka Yelken Açanlar ~ Brenda JoyceAşka Yelken Açanlar

    Aşka Yelken Açanlar

    Brenda Joyce

    Korsanları Alt Eden Kaptan De Warenne bu vahşi güzele de boyun eğdirebilecek mi? Bir korsanın kızı olarak büyüyen Amanda Carre görgü kurallarından habersizdir. Babası...

  2. Yemin ~ Brenda JoyceYemin

    Yemin

    Brenda Joyce

    Gururu, sahip olduğu tek şeydi. Aşk için ondan vazgeçebilecek miydi? Alexi de Warenne’in Çin’den İngiltere’ye rekor sürede yaptığı gemi yolculuğunun ardından hissettiği zafer duygusu...

Beriahome Harf Kupa

Aynı Kategoriden

  1. Bir Geyşanın Anıları ~ Arthur GoldenBir Geyşanın Anıları

    Bir Geyşanın Anıları

    Arthur Golden

    Japonya’nın en ünlü geyşasının gerçek anılarının kusursuz bir içtenlik verince bir lirizmle anlatıldığı bu romanda, bakire kızların açık artırmalarda en yüksek fiyatı veren alıcıya...

  2. Ara Dünya ~ Neil Gaiman,Michael ReavesAra Dünya

    Ara Dünya

    Neil Gaiman,Michael Reaves

    Hugo ve Nebula ödüllü yazar Neil Gaiman ve Emmy ödüllü yazar Michael Reaves’ten sadece gençlere değil tüm okurlara hitap eden, bilimkurguyla fantezinin iç içe...

  3. Sonunu Bile Bile ~ Victoria AlexanderSonunu Bile Bile

    Sonunu Bile Bile

    Victoria Alexander

    New York Times çok satanlar yazarı Victoria Alexander’dan umut dolu, vaatlerle süslü, kusursuz bir hikaye… Arzu ve katıksız şehvetin cezbedici, büyüleyici ve gizemli daveti…...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur